‘Hayır’ demeyi öğrenmek zor iştir…
15 Eylül 2009 - Marketing Türkiye
İş, ilişki ve iletişim yönetimi açısından, birleşmeleri yönetmek kadar ayrılmaları yönetmek de önemli bir beceridir. Genelde birleşmelerde değil ayrılmalarda çuvallanır ve ayaklara kurşun sıkılır…
Ben haberi HT Magazin’de “Planlı Ayrılık” başlıklı yazıda gördüm. Başlangıcında başka bir yerde de çıkmadı zaten karşıma. Bunun üzerine Marketing Türkiye’de kaleme aldığımız ‘İkoncan’ın halkla ilişkilerci arkadaşı susmalı’ başlığıyla yayınlanan yazıda şöyle demişiz:
Habere göre, Nurettin Hasman’la birlikteyken gönlünü sörfçü Bora Kozanoğlu’na kaptıran Eda Taşpınar, yeni aşkını Nurettin Hasman’a nasıl söyleyeceğini bilememiş ve “tanınmış halkla ilişkilerci bir arkadaşıyla” ayrılık için ince bir plan yapmış. “Haberi çaktırmadan medyaya sızdıralım. Nurettin Bey nasılsa aldatılmış erkek durumuna düşmez, bu şekilde de sesini çıkarmaz” demişler ve gerçekten de her şeyden habersiz Nurettin Hasman Bey, ayrılığı bir sabah gazeteden öğrenmiş...
Sonrasını biliyorsunuzdur. Plan tutmadı. Nurettin Bey açtı ağzını yumdu gözünü… Bir ‘adam gibi yolları ayıramama’ durumu daha yaşandı. Hayli de uzun sürdü…
Yukarıya aldığımız kısım sadece aktarmaydı. O yazının sonunda Eda Hanım’ın özel hayatının bizi ilgilendirmediğinin altını çizerek lafı ‘ünlü halkla ilişkilerci’ye getirmişiz. Medyanın halkla ilişkileri ‘horlar bir tavır içine girmesini’ doğru bulmadığımızı ifade etmişiz: “Halkla ilişkilerciler medyanın bir numaralı haber kaynağı ve sosyal paydaşıdır. O nedenle de medyanın bu mesleğin itibarına sahip çıkması işin doğası gereğidir. Sahip çıkmayan medya kendi ayağına ateş etmiş olur.”
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kelebek’te Cengiz Semercioğlu’nun açıklaması üzerine öğrendim, PR’cının kim olduğunu… Senem Çapa Hanım imiş. Görüşümüz değişmedi tabii… Medyanın mesleğe sahip çıkmasını vurguladıktan sonra bir de PR’cının ‘medyanın maniple edildiği’ algısını yaratacak ‘işlerden’ kaçınması gerektiğini vurguladık…
Senem Hanım bana çok kibar bir e-posta mesajı yollamış. Kısmen alıyorum buraya:
“… Nurettin ve Eda’nın basın danışmanı ya da hayatlarını toplum önünde nasıl yaşayacaklarının stratejisini yazan danışmanları değilim. Hatta onların hayatlarını uzaktan takip eden dostlarından biriyimdir…
… Nurettin ve Eda beni arayarak ayrıldıklarını söylediler ve benden bir ricada bulundular. Ayrıldıklarını Hürriyet’ten Kubilay Keskin’e söylemek istiyorlarmış, bana iletir misin dediler. Ben, bana söylediklerini bir elçi olarak Kubilay’a ilettim. Neden ben? Çünkü kendimden bir ilave ya da yorum yapmayacağımı bildikleri için... Haftalarca yazılanlar gibi Eda ile oturup acaba Nurettin’den nasıl ayrılmalı gibi stratejik planlar yapılmadı ya da tüm basın mensuplarına bülten geçilmedi. Dediğim gibi sadece dostlarımın bir ricasını yerine getirdim. İş mi? Asla, bu konuyu işe dökmek mi? Asla. Keşke beni arayıp ‘Senem, sen ne yaptın kızım?’ diye sorsaydınız. Yıllardır bu sektöre ben de sizin gibi birçok ekip kazandırdım. Yaklaşık 15 yıldır bu meslekteyim, yanlışım hiç olmadı. Beni ve şirketimi karalamadan önce düşünmenizi isterdim, bu kadar kolay olmamalı. Sevgi ve saygılarımla…”
Senem Hanım’ı ve/veya şirketini ‘karalamak’ düşüneceğimiz son şey olurdu. Yaptığımız mesleğin uygulamaya yönelik ‘ortak kültürel kodlarına’ ters düşebilecek bir durumu tespit etmeye çalışmaktı, o kadar. Bizim işte, karşınızdaki en yakın arkadaşınız bile olsa “Hayır!” demenin tıpkı ‘evet’ gibi bir yanıt olduğunu bilmek gerekiyor. Zor iştir… Başıma geldiği için bilirim… Senem Hanım’ı en azından ‘anladığımı’ söyleyebilirim…
Bu AIDS kampanyası bizde olur muydu?
Aslında iletişimin üç önemli meselesi birden bu kampanyanın uygulaması çerçevesinde tartışılabilir. Ciddiye alınması gerekir…
Kendisinden söz ettireceği besbelli… İnovasyon (yenileşimcilik) had safhada… Son derece çarpıcı…
AIDS karşıtı bir kampanya bu. Regenbogen e.V. adlı Alman sivil toplum örgütü, Almanya’da AIDS’e ilginin azaldığını tespit ederek yola çıkmış ve kısa zamanda hızlı bir bilinç yaratma eylemi başlatmış…
Kampanyada AIDS’in kitle ölümleriyle bağlantısına gönderme yapmak hedeflenmiş. Üzerinde kan kırmızısı harflerle “AIDS kitleleri öldüren bir canidir” yazan afişlerde tarihte kitle ölümlerinden sorumlu tutulmuş üç liderin görüntüleri kullanılmış. Hitler, Stalin ve Saddam Hüseyin…
Son derece ‘makabr’ (ölümcül) çizimler ve posterlerde üç lider çeşitli kadınlarla cinsel ilişki halinde… TV için çekilen reklam filminde ise şimdilik sadece Adolf Hitler var.
İki şey dikkatimi çekti: Birincisi, özellikle film son derece erotik… İkincisi, olayın içindeki kadınlar hiç de ‘Müşteki’ görünmüyorlar hani!..
Gelelim tartışılmasının yerinde olacağına inandığımız üç ‘hususa’…
Bir: Çarpıcı olmak, kendinden söz ettirmek adına, ‘makabr’ olmanın sınırı nerededir?.. Reklamda kötülüğü, çirkinliği hangi ölçüde nereye kadar kullanmalı?.. Bu çerçevede tabii şu soru da tartışılmalı: Bu kampanya bu haliyle neden bizde hayata geçemez?..
İki: Bugüne kadar bildiğimiz şey, iletişimde düşünceden çok duygulara hitap etmenin gerekliliği idi… İnsanlar kararlarını rasyonel değil irrasyonel süreçlerden geçerek veriyorlardı. Oysa burada kurulan sadece bir rasyonel bağlantı… Önlem almazsan ölürsün!..
Üç: Tarihin gördüğü hayli gaddar bu liderleri tabiri amiyane ile ‘ayağa düşürmek’, sürrealist bir hava yaratmak, bunların gerçek tarihi konumlanmalarının özellikle gençlik nezdinde çarpıtılmasına neden olabilir mi acaba?..
Eğer “Bırak kardeşim bunları, aslolan etkilemek, konuşturmak, dikkat çekmektir” diyenlerdenseniz, o zaman kampanyanın sonunu beklemenizi ve Almanya’da bu kampanya sonrasında AIDS’ten ölenlerin sayısında azalma olup olmadığına bakmanızı tavsiye ederiz…
Bas parayı, ver ilanı ile olmuyor bu işler…
Şu hukukçuların belki kendi işlerini çok iyi bildiklerini ancak iletişimden hiç mi hiç anlamadıklarını kim bilir kaç kez ifade etmişizdir… İşin tuhafı bilmediklerini de bilmezler. Bu anlamda siyasetçilere çok benzerler. Hukukçularla iletişimcilerin en yoğun takıştığı yer ise, kriz durumlarıdır… Mesela hukukçular, yasal olarak haklı olundu mu, meselenin kendiliğinden hallolacağını sanırlar…
Aynen ‘ürün iyi oldu mu nasılsa satar’ diye düşünen saf ve inançlı iş adamları gibidirler. Bu kez de nitekim “Biz meselemizi anlatalım, nasılsa herkes bizi anlar!” diye düşünmüş olmalılar…
Eylül’ün ilk haftası içinde İstanbul Barosu Başkanlığı bazı gazetelere tam sayfa bir ilan verdi… Başlık ve sayfa tasarımı nasıl olmaması gerekiyorsa, tam öyle…
“KAMUOYUNA!..” Tam temerküz kamplarındaki üslup… Silahlı Kuvvetler’de bile erata böyle ‘bildirimde’ bulunmuyorlar artık… Başlığı görünce korkuyorsunuz zaten… Bunun altından iyi bir şey çıkamaz, korkusu… Ya da ateş olmayan yerden duman çıkmaz; bunlar bir halt karıştırmışlar; Vallahi billahi biz yapmadık, muhabbeti…
Gelelim sayfa tasarımına… Bir felaket.. Yazıların büyüklüğü 6-7 punto… Okunmasın diye… O metni kaç kişi okumuştur acaba? Ben söyleyeyim: Yazan okumuştur herhalde… Sonra Başkan okumuştur. Bu ikilinin dışında toplamda 10 kişi okuduysa helal olsun. Gazetedeki bu karınca duası gibi ilanı eline pertavsız alıp kan ter içinde kalarak okumaya çalışmış olanları da tedaviye almak lazım…
Bir de işin fenomeni var tabii. Kamuoyu bu tür duyuruları görünce ne hatırlıyor? Bir düşünün… Bir konuda suçlanmışlar… Medya bunlara yer vermiyor. Bunlar da bastırıp parayı kendilerini savunacaklar… Halis Toprak, Aydın Doğan’la bu yolla kapışmaya çalışmıştı…
Peki, kıymetli Baromuz ne yapmalı?
Önce bilmediğini bilmeli… Sonra kendisi de meslek kuruluşu olduğu için bizimkilerin meslek kuruluşu İDA’ya gitmeli ve yardım istemeli. Mutlaka bir çözüm bulurlar arkadaşlar… Yoksa böyle sadece parayı sokağa atmakla kalmaz, aynı zamanda durduk yerde bir şeylerden suçluymuş algısı yaratırsınız.
Ben haberi HT Magazin’de “Planlı Ayrılık” başlıklı yazıda gördüm. Başlangıcında başka bir yerde de çıkmadı zaten karşıma. Bunun üzerine Marketing Türkiye’de kaleme aldığımız ‘İkoncan’ın halkla ilişkilerci arkadaşı susmalı’ başlığıyla yayınlanan yazıda şöyle demişiz:
Habere göre, Nurettin Hasman’la birlikteyken gönlünü sörfçü Bora Kozanoğlu’na kaptıran Eda Taşpınar, yeni aşkını Nurettin Hasman’a nasıl söyleyeceğini bilememiş ve “tanınmış halkla ilişkilerci bir arkadaşıyla” ayrılık için ince bir plan yapmış. “Haberi çaktırmadan medyaya sızdıralım. Nurettin Bey nasılsa aldatılmış erkek durumuna düşmez, bu şekilde de sesini çıkarmaz” demişler ve gerçekten de her şeyden habersiz Nurettin Hasman Bey, ayrılığı bir sabah gazeteden öğrenmiş...
Sonrasını biliyorsunuzdur. Plan tutmadı. Nurettin Bey açtı ağzını yumdu gözünü… Bir ‘adam gibi yolları ayıramama’ durumu daha yaşandı. Hayli de uzun sürdü…
Yukarıya aldığımız kısım sadece aktarmaydı. O yazının sonunda Eda Hanım’ın özel hayatının bizi ilgilendirmediğinin altını çizerek lafı ‘ünlü halkla ilişkilerci’ye getirmişiz. Medyanın halkla ilişkileri ‘horlar bir tavır içine girmesini’ doğru bulmadığımızı ifade etmişiz: “Halkla ilişkilerciler medyanın bir numaralı haber kaynağı ve sosyal paydaşıdır. O nedenle de medyanın bu mesleğin itibarına sahip çıkması işin doğası gereğidir. Sahip çıkmayan medya kendi ayağına ateş etmiş olur.”
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kelebek’te Cengiz Semercioğlu’nun açıklaması üzerine öğrendim, PR’cının kim olduğunu… Senem Çapa Hanım imiş. Görüşümüz değişmedi tabii… Medyanın mesleğe sahip çıkmasını vurguladıktan sonra bir de PR’cının ‘medyanın maniple edildiği’ algısını yaratacak ‘işlerden’ kaçınması gerektiğini vurguladık…
Senem Hanım bana çok kibar bir e-posta mesajı yollamış. Kısmen alıyorum buraya:
“… Nurettin ve Eda’nın basın danışmanı ya da hayatlarını toplum önünde nasıl yaşayacaklarının stratejisini yazan danışmanları değilim. Hatta onların hayatlarını uzaktan takip eden dostlarından biriyimdir…
… Nurettin ve Eda beni arayarak ayrıldıklarını söylediler ve benden bir ricada bulundular. Ayrıldıklarını Hürriyet’ten Kubilay Keskin’e söylemek istiyorlarmış, bana iletir misin dediler. Ben, bana söylediklerini bir elçi olarak Kubilay’a ilettim. Neden ben? Çünkü kendimden bir ilave ya da yorum yapmayacağımı bildikleri için... Haftalarca yazılanlar gibi Eda ile oturup acaba Nurettin’den nasıl ayrılmalı gibi stratejik planlar yapılmadı ya da tüm basın mensuplarına bülten geçilmedi. Dediğim gibi sadece dostlarımın bir ricasını yerine getirdim. İş mi? Asla, bu konuyu işe dökmek mi? Asla. Keşke beni arayıp ‘Senem, sen ne yaptın kızım?’ diye sorsaydınız. Yıllardır bu sektöre ben de sizin gibi birçok ekip kazandırdım. Yaklaşık 15 yıldır bu meslekteyim, yanlışım hiç olmadı. Beni ve şirketimi karalamadan önce düşünmenizi isterdim, bu kadar kolay olmamalı. Sevgi ve saygılarımla…”
Senem Hanım’ı ve/veya şirketini ‘karalamak’ düşüneceğimiz son şey olurdu. Yaptığımız mesleğin uygulamaya yönelik ‘ortak kültürel kodlarına’ ters düşebilecek bir durumu tespit etmeye çalışmaktı, o kadar. Bizim işte, karşınızdaki en yakın arkadaşınız bile olsa “Hayır!” demenin tıpkı ‘evet’ gibi bir yanıt olduğunu bilmek gerekiyor. Zor iştir… Başıma geldiği için bilirim… Senem Hanım’ı en azından ‘anladığımı’ söyleyebilirim…
Bu AIDS kampanyası bizde olur muydu?
Aslında iletişimin üç önemli meselesi birden bu kampanyanın uygulaması çerçevesinde tartışılabilir. Ciddiye alınması gerekir…
Kendisinden söz ettireceği besbelli… İnovasyon (yenileşimcilik) had safhada… Son derece çarpıcı…
AIDS karşıtı bir kampanya bu. Regenbogen e.V. adlı Alman sivil toplum örgütü, Almanya’da AIDS’e ilginin azaldığını tespit ederek yola çıkmış ve kısa zamanda hızlı bir bilinç yaratma eylemi başlatmış…
Kampanyada AIDS’in kitle ölümleriyle bağlantısına gönderme yapmak hedeflenmiş. Üzerinde kan kırmızısı harflerle “AIDS kitleleri öldüren bir canidir” yazan afişlerde tarihte kitle ölümlerinden sorumlu tutulmuş üç liderin görüntüleri kullanılmış. Hitler, Stalin ve Saddam Hüseyin…
Son derece ‘makabr’ (ölümcül) çizimler ve posterlerde üç lider çeşitli kadınlarla cinsel ilişki halinde… TV için çekilen reklam filminde ise şimdilik sadece Adolf Hitler var.
İki şey dikkatimi çekti: Birincisi, özellikle film son derece erotik… İkincisi, olayın içindeki kadınlar hiç de ‘Müşteki’ görünmüyorlar hani!..
Gelelim tartışılmasının yerinde olacağına inandığımız üç ‘hususa’…
Bir: Çarpıcı olmak, kendinden söz ettirmek adına, ‘makabr’ olmanın sınırı nerededir?.. Reklamda kötülüğü, çirkinliği hangi ölçüde nereye kadar kullanmalı?.. Bu çerçevede tabii şu soru da tartışılmalı: Bu kampanya bu haliyle neden bizde hayata geçemez?..
İki: Bugüne kadar bildiğimiz şey, iletişimde düşünceden çok duygulara hitap etmenin gerekliliği idi… İnsanlar kararlarını rasyonel değil irrasyonel süreçlerden geçerek veriyorlardı. Oysa burada kurulan sadece bir rasyonel bağlantı… Önlem almazsan ölürsün!..
Üç: Tarihin gördüğü hayli gaddar bu liderleri tabiri amiyane ile ‘ayağa düşürmek’, sürrealist bir hava yaratmak, bunların gerçek tarihi konumlanmalarının özellikle gençlik nezdinde çarpıtılmasına neden olabilir mi acaba?..
Eğer “Bırak kardeşim bunları, aslolan etkilemek, konuşturmak, dikkat çekmektir” diyenlerdenseniz, o zaman kampanyanın sonunu beklemenizi ve Almanya’da bu kampanya sonrasında AIDS’ten ölenlerin sayısında azalma olup olmadığına bakmanızı tavsiye ederiz…
Bas parayı, ver ilanı ile olmuyor bu işler…
Şu hukukçuların belki kendi işlerini çok iyi bildiklerini ancak iletişimden hiç mi hiç anlamadıklarını kim bilir kaç kez ifade etmişizdir… İşin tuhafı bilmediklerini de bilmezler. Bu anlamda siyasetçilere çok benzerler. Hukukçularla iletişimcilerin en yoğun takıştığı yer ise, kriz durumlarıdır… Mesela hukukçular, yasal olarak haklı olundu mu, meselenin kendiliğinden hallolacağını sanırlar…
Aynen ‘ürün iyi oldu mu nasılsa satar’ diye düşünen saf ve inançlı iş adamları gibidirler. Bu kez de nitekim “Biz meselemizi anlatalım, nasılsa herkes bizi anlar!” diye düşünmüş olmalılar…
Eylül’ün ilk haftası içinde İstanbul Barosu Başkanlığı bazı gazetelere tam sayfa bir ilan verdi… Başlık ve sayfa tasarımı nasıl olmaması gerekiyorsa, tam öyle…
“KAMUOYUNA!..” Tam temerküz kamplarındaki üslup… Silahlı Kuvvetler’de bile erata böyle ‘bildirimde’ bulunmuyorlar artık… Başlığı görünce korkuyorsunuz zaten… Bunun altından iyi bir şey çıkamaz, korkusu… Ya da ateş olmayan yerden duman çıkmaz; bunlar bir halt karıştırmışlar; Vallahi billahi biz yapmadık, muhabbeti…
Gelelim sayfa tasarımına… Bir felaket.. Yazıların büyüklüğü 6-7 punto… Okunmasın diye… O metni kaç kişi okumuştur acaba? Ben söyleyeyim: Yazan okumuştur herhalde… Sonra Başkan okumuştur. Bu ikilinin dışında toplamda 10 kişi okuduysa helal olsun. Gazetedeki bu karınca duası gibi ilanı eline pertavsız alıp kan ter içinde kalarak okumaya çalışmış olanları da tedaviye almak lazım…
Bir de işin fenomeni var tabii. Kamuoyu bu tür duyuruları görünce ne hatırlıyor? Bir düşünün… Bir konuda suçlanmışlar… Medya bunlara yer vermiyor. Bunlar da bastırıp parayı kendilerini savunacaklar… Halis Toprak, Aydın Doğan’la bu yolla kapışmaya çalışmıştı…
Peki, kıymetli Baromuz ne yapmalı?
Önce bilmediğini bilmeli… Sonra kendisi de meslek kuruluşu olduğu için bizimkilerin meslek kuruluşu İDA’ya gitmeli ve yardım istemeli. Mutlaka bir çözüm bulurlar arkadaşlar… Yoksa böyle sadece parayı sokağa atmakla kalmaz, aynı zamanda durduk yerde bir şeylerden suçluymuş algısı yaratırsınız.