‘Hissetmek’ için ‘görmek’ gerekli değil...
24 tEMMUZ 2011
İstanbul’da yaşamanın esenliğini bize tattıran iki etkinliğin ‘mimar ve mühendislererine’ kucak dolusu şükranlarımı sunmak istiyorum. Biri Caz Festivali. Diğeri Opera Festivali… Birincisinin Sponsoru Garanti Bankası imiş. İkincisinin de Denizbank. Bir büyük alkışı da, onca büyük sanatçının ayağımıza kadar gelmesini sağlayan bu iki bankaya…
Dört dörtlük bir iş, ürün ya da sanat eseriyle karşılaştığımızda, ortaya çıkış süreçlerini düşünmezsek süreç eksik kalmış olur… Sahnede Randy Crawford’u izliyoruz. Eşim, “Söylerse, beni anarak ruhunuzu teslim edin” diyen bir arkadaşımıza telefonda “Almaz” şarkısını dinletiyor: “Almaz, lucky lucky thing”...
Crawford’un bir türlü tam olarak ne dediğini çıkaramadığım o muhteşem parçasındaki Almaz’ın hikâyesini bilmiyordum. O arkadaşımız nakletti… Randy Crawford, hikayeyi şöyle anlatmış:
“Bir keresinde iki tane Eritreli mülteci kapımı çaldılar. Yeni taşınmışlardı ve amaçları yeni komşuları olarak beni yemeğe davet etmekti. Tekiflerini tabii ki kabul ettim; ancak yaptıkları yemek ağız tadıma hiç uymuyordu. Bu sırada aralarındaki çok kusursuz görünen bir ilişkiyi gözlemledim. Kızın erkekten hayli küçük olması da bu durumu etkilemiyor gibiydi. Ne güzel çiftti. Bir de bebekleri vardı. Birbirini seven iki mülteci, “aşkın hayatta kaldığı bir dünya” arayışındaydılar. Eritreli adam benden karısına bir şarkı yapmamı istedi. Karısının adı Almaz idi. “Elmas” anlamına geliyordu. Kabul ettim ve fakat yaptıktan sonra dinletmek için kapılarını çaldığımda orada olmadıklarını farkettim. Bugüne kadar da bir daha onlardan haber alamadım."
Kendisi için böylesine muhteşem bir şarkının yapıldığından habersiz ve kuvvetli bir ihtimalle “aşkın hayatta kaldığı bir dünya” arayışında hüsrana uğramış bir Almaz hayal ettik sonradan... Belki de yanılıyorduk; bu şarkıdan haberdar olup da Randy Crawford’a ulaşamamış ya da ulaşmak istememiş, ancak her konserde birilerinin gönlüne yumruk gibi oturduğunu bilen bir Almaz yaşıyordur. Kimbilir?
Öyle an’lar vardır ki, örneğin haklı olmanın hiç mi hiç öneminin kalmadığı dakikalardır bunlar...
Kendinizi çok mu haklı hissediyorsunuz ve üstüne üstlük sizi anlaması gerekenlerin de gözlerinizin içine boş boş baktığını mı düşünüyorsunuz? Kendinize bir hoşluk yapın ve Youtube’dan, kaybolup gittiğini sandığınız Almaz’ı izleyin... Aşkın hayatta kaldığı bir dünyanın var olamadığına inananlar özellikle… Yanıldıklarını ‘görmeseler’ de ‘hissedeceklerdir’!
Telefondaki arkadaşımız ve o bunaltıcı sıcaklıktaki Açıkhava gecesinde biz, ‘hissettik’…
En stresli ikinci meslek: PR uzmanlığı!..
Forbes dergisinde de yer almış. ABD ve Kanada’da iş arama – bulma konusunda ‘online’ hizmet veren CareerCast.com adlı veritabanı sitesi, meslekler ve stres yükleri arasındaki ilişkiyi gözler önüne seren bir araştırmanın sonuçlarını yayınlamış. Buna göre listedeki ilk 10 şöyle sıralanıyormuş:
1. Ticari hava yolu şirketleri pilotları; 2. Şirketlerin PR görevlileri (şimdilerde Kurumsal İletişim Direktörü de deniyor); 3. Kurumların üst düzey yöneticileri; 4. Foto muhabirleri 5. Haber spikerleri; 6. Reklam ajanslarındaki müşteri temsilcileri; 7. Mimarlar; 8. Brokerler; 9. Acil sağlık hizmeti veren teknisyenler; 10. Emlak danışmanları… (Araştırma detayları için bkz. www. CareerCast.com)
Acı patlıcanı kırağı çalmaz…
Mesleğe adımımı attığım yıllarda akademisyen bir dostum uyarmıştı: “Bak oğlum, en riskli mesleğe soyunuyorsun. En erken yaştan ölüme gazetecilerde rastlanıyormuş.” Ben de sormuştum: “En uzun yaşayanlar hangisi?..” Arkadaşım “Filozoflar!” demişti…
Bende yorum hazırdı: “Hiç üzülme; bizim ülkedeki herkes gibi her gazeteci de aynı zamanda filozoftur… ‘Artı’, ‘eksi’yi götürür. Ortada bir yerde buluşulur…”
Araştırmalarla insanın kendi subjektif görüşleri çatışınca araştırmaları ‘aşağılamak’ çok sık karşılaştığımız bir alışkanlıktır… Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in 1991’den bu yana 5 kez yürüttüğü uluslararası bir çalışmanın parçası olan Türkiye Değerler Araştırması’nın sonuçlarının “Sadece 1.600 denekle yapılmış” diye aşağılanmasını da bu subjektivizm çerçevesinde anlamak mümkündür…
Üniversite birinci sınıf öğrencisi bile bilir ki, bu tür araştırmalarda Türkiye geneli bilimsel olarak %3-5 gibi bir yanılma payı ile 800 – 1.200 denekle rahatlıkla temsil edilebilir. 1600 deneğe bile gerek yoktur. Aynı subjektif yerden bakıldığında “Yukarıdaki stres araştırması Anglosaksonlar için geçerlidir… Bizde stres mitres olmaz” ya da “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” ya da “Benim dayım çocukluğundan beri sigara içer; ama kanser olmadı. Sigaranın kanser yaptığı palavra!”, ya da “Küresel ısınma ve iklim değişikliği solcuların uydurduğu bir provokasyondur” vb. şeklinde son derece bilimsel(!) sonuçlara varılabilir…
Dört dörtlük bir iş, ürün ya da sanat eseriyle karşılaştığımızda, ortaya çıkış süreçlerini düşünmezsek süreç eksik kalmış olur… Sahnede Randy Crawford’u izliyoruz. Eşim, “Söylerse, beni anarak ruhunuzu teslim edin” diyen bir arkadaşımıza telefonda “Almaz” şarkısını dinletiyor: “Almaz, lucky lucky thing”...
Crawford’un bir türlü tam olarak ne dediğini çıkaramadığım o muhteşem parçasındaki Almaz’ın hikâyesini bilmiyordum. O arkadaşımız nakletti… Randy Crawford, hikayeyi şöyle anlatmış:
“Bir keresinde iki tane Eritreli mülteci kapımı çaldılar. Yeni taşınmışlardı ve amaçları yeni komşuları olarak beni yemeğe davet etmekti. Tekiflerini tabii ki kabul ettim; ancak yaptıkları yemek ağız tadıma hiç uymuyordu. Bu sırada aralarındaki çok kusursuz görünen bir ilişkiyi gözlemledim. Kızın erkekten hayli küçük olması da bu durumu etkilemiyor gibiydi. Ne güzel çiftti. Bir de bebekleri vardı. Birbirini seven iki mülteci, “aşkın hayatta kaldığı bir dünya” arayışındaydılar. Eritreli adam benden karısına bir şarkı yapmamı istedi. Karısının adı Almaz idi. “Elmas” anlamına geliyordu. Kabul ettim ve fakat yaptıktan sonra dinletmek için kapılarını çaldığımda orada olmadıklarını farkettim. Bugüne kadar da bir daha onlardan haber alamadım."
Kendisi için böylesine muhteşem bir şarkının yapıldığından habersiz ve kuvvetli bir ihtimalle “aşkın hayatta kaldığı bir dünya” arayışında hüsrana uğramış bir Almaz hayal ettik sonradan... Belki de yanılıyorduk; bu şarkıdan haberdar olup da Randy Crawford’a ulaşamamış ya da ulaşmak istememiş, ancak her konserde birilerinin gönlüne yumruk gibi oturduğunu bilen bir Almaz yaşıyordur. Kimbilir?
Öyle an’lar vardır ki, örneğin haklı olmanın hiç mi hiç öneminin kalmadığı dakikalardır bunlar...
Kendinizi çok mu haklı hissediyorsunuz ve üstüne üstlük sizi anlaması gerekenlerin de gözlerinizin içine boş boş baktığını mı düşünüyorsunuz? Kendinize bir hoşluk yapın ve Youtube’dan, kaybolup gittiğini sandığınız Almaz’ı izleyin... Aşkın hayatta kaldığı bir dünyanın var olamadığına inananlar özellikle… Yanıldıklarını ‘görmeseler’ de ‘hissedeceklerdir’!
Telefondaki arkadaşımız ve o bunaltıcı sıcaklıktaki Açıkhava gecesinde biz, ‘hissettik’…
En stresli ikinci meslek: PR uzmanlığı!..
Forbes dergisinde de yer almış. ABD ve Kanada’da iş arama – bulma konusunda ‘online’ hizmet veren CareerCast.com adlı veritabanı sitesi, meslekler ve stres yükleri arasındaki ilişkiyi gözler önüne seren bir araştırmanın sonuçlarını yayınlamış. Buna göre listedeki ilk 10 şöyle sıralanıyormuş:
1. Ticari hava yolu şirketleri pilotları; 2. Şirketlerin PR görevlileri (şimdilerde Kurumsal İletişim Direktörü de deniyor); 3. Kurumların üst düzey yöneticileri; 4. Foto muhabirleri 5. Haber spikerleri; 6. Reklam ajanslarındaki müşteri temsilcileri; 7. Mimarlar; 8. Brokerler; 9. Acil sağlık hizmeti veren teknisyenler; 10. Emlak danışmanları… (Araştırma detayları için bkz. www. CareerCast.com)
Acı patlıcanı kırağı çalmaz…
Mesleğe adımımı attığım yıllarda akademisyen bir dostum uyarmıştı: “Bak oğlum, en riskli mesleğe soyunuyorsun. En erken yaştan ölüme gazetecilerde rastlanıyormuş.” Ben de sormuştum: “En uzun yaşayanlar hangisi?..” Arkadaşım “Filozoflar!” demişti…
Bende yorum hazırdı: “Hiç üzülme; bizim ülkedeki herkes gibi her gazeteci de aynı zamanda filozoftur… ‘Artı’, ‘eksi’yi götürür. Ortada bir yerde buluşulur…”
Araştırmalarla insanın kendi subjektif görüşleri çatışınca araştırmaları ‘aşağılamak’ çok sık karşılaştığımız bir alışkanlıktır… Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in 1991’den bu yana 5 kez yürüttüğü uluslararası bir çalışmanın parçası olan Türkiye Değerler Araştırması’nın sonuçlarının “Sadece 1.600 denekle yapılmış” diye aşağılanmasını da bu subjektivizm çerçevesinde anlamak mümkündür…
Üniversite birinci sınıf öğrencisi bile bilir ki, bu tür araştırmalarda Türkiye geneli bilimsel olarak %3-5 gibi bir yanılma payı ile 800 – 1.200 denekle rahatlıkla temsil edilebilir. 1600 deneğe bile gerek yoktur. Aynı subjektif yerden bakıldığında “Yukarıdaki stres araştırması Anglosaksonlar için geçerlidir… Bizde stres mitres olmaz” ya da “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” ya da “Benim dayım çocukluğundan beri sigara içer; ama kanser olmadı. Sigaranın kanser yaptığı palavra!”, ya da “Küresel ısınma ve iklim değişikliği solcuların uydurduğu bir provokasyondur” vb. şeklinde son derece bilimsel(!) sonuçlara varılabilir…