‘Köşke gitsek ne olacak, gitmesek ne olacak?’
13 HAZİRAN 2012
Lafa bakın Hani, ‘it yese kudurur’ dedikleri türden…
Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyelerini kabul eden Sayın Cumhurbaşkanımız, “Ortak mühür olmalı. Bu çalışma yeni bir Anayasa ile sonuçlanmazsa 15-20 sene daha gündeme gelmez” demiş. Komisyon üyelerinden CHP milletvekili Süheyl Batum da köşkteki ziyarete ‘Cumhurbaşkanı Anayasa’dan aldığı yetkiler konusunda ne yaptı? Gitsek ne olacak, gitmesek ne olacak?’ diyerek ‘gitmemeyi’ tercih etmiş.
Gitmeyince ne olduğunun yanıtını elbette kendisi biliyordur. ‘Giden’ diğer partili arkadaşlarını da ‘boşuna iş yapmış’ duygusuyla izliyor olmalı. Eğer Süheyl Bey haklıysa, örneğin CHP’li Sayın Atilla Kart’ın, ‘Başkanlık sistemi’ konusunda Başbakan’a gönderme yaparak ‘Toplumun talebiymiş gibi bazı dayatmalar Komisyon’un önüne getiriliyor’ demesini de ‘öylesine söylenmiş bir ifade’ olarak algılamamız gerekmez mi? Ya da Sayın Kart, çok değerli bir cümle kuruyordur ama bulunduğu mekân nedeniyle, söylediğini kimse ‘duymayacaktır’...
Siyasetçinin hedef kitlesi, kendilerini Meclis’e taşıyan vatandaş olduğuna göre, arada sırada da olsa ‘davranışlarımız vatandaş indinde nasıl değerlendirilir?’ diye sormaları kendilerinden beklenmelidir. Her nedense bu basit soru, Meclis’e taşındıktan sonra siyasetçi için birdenbire ‘davranışlarımız temsil ettiğimiz düşüncenin mensubu olan çevreler indinde nasıl değerlendirilir?’ şekline bürünür. Kendi hareket alanlarını kısıtlamanın en belirgin ruh hallerinden biridir bu.
2014’de iki büyük seçim var ve mevcut Anayasa ile bu seçimlere girilecek olması düşüncesinden rahatsız olmayan bir siyaset tablosuyla karşı karşıyayız.
CHP ve MHP’nin somut olarak geleceğe dair bu memlekete neyi vaad ettiklerini bir anlayabilsek? Sayın Kılıçdaroğlu, Kürt meselesindeki atağını, ‘Cumhurbaşkanına gitsem ne olur, gitmesem ne olur?’ diye düşünen milletvekillerine rağmen, örneğin Anayasa çalışmalarına da sirayet ettirebilse ne iyi olurdu.
Anayasa konusunda sevgili Hakkı Devrim’in 2010 Ağustos’unda Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki sohbet toplantısında biraz da espriyle söylediği şu sözlere hak mı vermek lazım acaba?
“Ankara’daki zevatın kanun maddesi yazabilmesi, benim kalp ameliyatı yapabilmem gibi bir şey.”
O zevat da neyi ameliyat etmeleri gerektiğini bilemiyor. Bildikleri konularda da anlaşamıyor.
Hepimiz selülitliyiz…
Faniliği tartışılmayan bedenlerimizin, zaman zaman ölümsüz ruhları dövecek kadar güç ve mana kazandığı dünyamızda bir fetiş haline getirilmesi sistemin kaçınılmaz gerekliliklerinden biri…
Sağlıktan, güzelliğe; kozmetik dünyasından eğlence endüstrisine uzanan çok geniş bir alanda neredeyse bir iş hedefi gibi önümüze konulan ‘sıkı beden’ tanımı, tüm insanların içinde az ya da çok yer eden bir ‘kompleks kaynağı’... En güzelimiz bile, bedenini olandan daha fazla sıkılaştıramadığı için mutsuz. En yakışıklımız bile, karnındaki kastan baklavayı daha belirgin hale getiremediği için mutsuz.
Ayşe Böhürler, ‘beden üzerinden ticaret’ derken, Deniz Ülke Hocam, ‘Doğum izlerimiz gururumuzdur’ cümlesiyle ulaşılması gereken bir hedef gibi çizilen hayali ölçülere, oranlara karşı çıkıyorlar. Selülitlerini ortaya koyan fotoğrafı, ‘kadına karşı bir şiddet’ olarak değerlendiren Gülben Ergen’i de gayet iyi anladığımı ifade etmeliyim.
Birkaç yıl kadar önceydi… Bir konser öncesi karşılaştığımız bir arkadaşımızın selamlaşma cümlesi olan ‘Bu ne göbek böyle! Amma kilo almışsın!’ı işittiğimde ve ardından verdiğim abuk sabuk ‘rövanşist’ yanıt sırasında neler hissettiysem eminim Gülben Hanım da bir süreliğine bile olsa, aynı ‘kara’ duygunun esiri olacak ve elbette benden farklı olarak bulunduğu üretim alanının duyarlılığı gereği daha da çok hislenecektir. Bu arada, son 6 ayda 20 kilo verebildiysem, bu işte o ‘duyguların’ etkisini inkâr edemem tabii ki...
Beden yaş alır ve bozulur. Beden gençleşir yine bozulur. Şişmanlar bozulur, kilo verirsin yine bozulur. Beden bu; şekilden şekile girer...
Sürdürülebilirliği sağlayanın ‘öz’ olduğunu bilmek kimseyi rahatlatmıyor ne yazık ki. Benzerlerimizin çoğalması belki biraz içimize su serpebilir.
Üzülme Gülben, hepimiz selülitliyiz.
Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyelerini kabul eden Sayın Cumhurbaşkanımız, “Ortak mühür olmalı. Bu çalışma yeni bir Anayasa ile sonuçlanmazsa 15-20 sene daha gündeme gelmez” demiş. Komisyon üyelerinden CHP milletvekili Süheyl Batum da köşkteki ziyarete ‘Cumhurbaşkanı Anayasa’dan aldığı yetkiler konusunda ne yaptı? Gitsek ne olacak, gitmesek ne olacak?’ diyerek ‘gitmemeyi’ tercih etmiş.
Gitmeyince ne olduğunun yanıtını elbette kendisi biliyordur. ‘Giden’ diğer partili arkadaşlarını da ‘boşuna iş yapmış’ duygusuyla izliyor olmalı. Eğer Süheyl Bey haklıysa, örneğin CHP’li Sayın Atilla Kart’ın, ‘Başkanlık sistemi’ konusunda Başbakan’a gönderme yaparak ‘Toplumun talebiymiş gibi bazı dayatmalar Komisyon’un önüne getiriliyor’ demesini de ‘öylesine söylenmiş bir ifade’ olarak algılamamız gerekmez mi? Ya da Sayın Kart, çok değerli bir cümle kuruyordur ama bulunduğu mekân nedeniyle, söylediğini kimse ‘duymayacaktır’...
Siyasetçinin hedef kitlesi, kendilerini Meclis’e taşıyan vatandaş olduğuna göre, arada sırada da olsa ‘davranışlarımız vatandaş indinde nasıl değerlendirilir?’ diye sormaları kendilerinden beklenmelidir. Her nedense bu basit soru, Meclis’e taşındıktan sonra siyasetçi için birdenbire ‘davranışlarımız temsil ettiğimiz düşüncenin mensubu olan çevreler indinde nasıl değerlendirilir?’ şekline bürünür. Kendi hareket alanlarını kısıtlamanın en belirgin ruh hallerinden biridir bu.
2014’de iki büyük seçim var ve mevcut Anayasa ile bu seçimlere girilecek olması düşüncesinden rahatsız olmayan bir siyaset tablosuyla karşı karşıyayız.
CHP ve MHP’nin somut olarak geleceğe dair bu memlekete neyi vaad ettiklerini bir anlayabilsek? Sayın Kılıçdaroğlu, Kürt meselesindeki atağını, ‘Cumhurbaşkanına gitsem ne olur, gitmesem ne olur?’ diye düşünen milletvekillerine rağmen, örneğin Anayasa çalışmalarına da sirayet ettirebilse ne iyi olurdu.
Anayasa konusunda sevgili Hakkı Devrim’in 2010 Ağustos’unda Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki sohbet toplantısında biraz da espriyle söylediği şu sözlere hak mı vermek lazım acaba?
“Ankara’daki zevatın kanun maddesi yazabilmesi, benim kalp ameliyatı yapabilmem gibi bir şey.”
O zevat da neyi ameliyat etmeleri gerektiğini bilemiyor. Bildikleri konularda da anlaşamıyor.
Hepimiz selülitliyiz…
Faniliği tartışılmayan bedenlerimizin, zaman zaman ölümsüz ruhları dövecek kadar güç ve mana kazandığı dünyamızda bir fetiş haline getirilmesi sistemin kaçınılmaz gerekliliklerinden biri…
Sağlıktan, güzelliğe; kozmetik dünyasından eğlence endüstrisine uzanan çok geniş bir alanda neredeyse bir iş hedefi gibi önümüze konulan ‘sıkı beden’ tanımı, tüm insanların içinde az ya da çok yer eden bir ‘kompleks kaynağı’... En güzelimiz bile, bedenini olandan daha fazla sıkılaştıramadığı için mutsuz. En yakışıklımız bile, karnındaki kastan baklavayı daha belirgin hale getiremediği için mutsuz.
Ayşe Böhürler, ‘beden üzerinden ticaret’ derken, Deniz Ülke Hocam, ‘Doğum izlerimiz gururumuzdur’ cümlesiyle ulaşılması gereken bir hedef gibi çizilen hayali ölçülere, oranlara karşı çıkıyorlar. Selülitlerini ortaya koyan fotoğrafı, ‘kadına karşı bir şiddet’ olarak değerlendiren Gülben Ergen’i de gayet iyi anladığımı ifade etmeliyim.
Birkaç yıl kadar önceydi… Bir konser öncesi karşılaştığımız bir arkadaşımızın selamlaşma cümlesi olan ‘Bu ne göbek böyle! Amma kilo almışsın!’ı işittiğimde ve ardından verdiğim abuk sabuk ‘rövanşist’ yanıt sırasında neler hissettiysem eminim Gülben Hanım da bir süreliğine bile olsa, aynı ‘kara’ duygunun esiri olacak ve elbette benden farklı olarak bulunduğu üretim alanının duyarlılığı gereği daha da çok hislenecektir. Bu arada, son 6 ayda 20 kilo verebildiysem, bu işte o ‘duyguların’ etkisini inkâr edemem tabii ki...
Beden yaş alır ve bozulur. Beden gençleşir yine bozulur. Şişmanlar bozulur, kilo verirsin yine bozulur. Beden bu; şekilden şekile girer...
Sürdürülebilirliği sağlayanın ‘öz’ olduğunu bilmek kimseyi rahatlatmıyor ne yazık ki. Benzerlerimizin çoğalması belki biraz içimize su serpebilir.
Üzülme Gülben, hepimiz selülitliyiz.