‘Muhalif Aydın’ olmak zor iş
15 Temmuz 2005 - Marketing Türkiye
Hemen belirtelim. Ben edebiyat eleştirmeni değilim. Orhan Pamuk’un edebi kişiliğini eleştirmek benim haddim değildir. Uzmanlık alanım iletişim. Hoş, iş dünyasında uzmanlık alanı iletişim olmayan herhangi birine rastlamanız de pek kolay değildir aslında. Ama yine de olaylara bakmaya çalıştığım tek pencere o.
Sabah Gazetesi’nde Orhan Pamuk’la ilgili yazdığım yazılarda da öyle yaptım. Pamuk’un kendi markasını çok iyi yönettiğini düşündüğümü belirttim. Roman yazmasının yanısıra ne yapıyordu Orhan Pamuk? Başta ABD ve AB’nin önemli kültür merkezleri olmak üzere Batı’nın entelektüel mahfillerinde konuşmalar yapıyor, Batı basınına bol bol beyanatlar veriyordu. Bu beyanatların, konferansların ses getirenlerinin hiçbiri, altını çiziyorum hiçbiri, edebiyatla, eserleriyle ilgili değildi. Pekiyi neyle ilgiliydi? Türkiye’nin meseleleriyle ilgiliydi. Kıbrıs meselesi, Kürt meselesi, Ermeni meselesiyle, onun deyişiyle “Türkiye’deki kısıtlı demokrasi” ile ilgiliydi. Pekiyi hangi tezleri savunuyordu Pamuk? O ülkelerin hakim zihniyetinin savunduğu tezleri savunuyordu. Çünkü Batı, bu tezleri savunanları bağrına basıyordu. Diğerlerini değil. Bu durum Pamuk’a Frankfurt kitap fuarında verilecek olan ‘Barış Ödülü’nün gerekçesinde de belirtilmişti.
Amatör bir okur olarak romanlarında rastladığım kıvrak zekâlı bir edebiyat ustasına, işi PKK militanlarının yargılandığı mahkemelerde saf tutmaya kadar vardırmış olan bu kaba siyasi tavrı yakıştıramıyordum doğrusu. O halde geriye bir tek olasılık kalıyordu: Batı’nın bizim gibi ülkelerin aydınlarına biçtiği role soyunarak Batı’da nam sürmek için gerekli pazarlama iletişimi koşullarını yerine getirme stratejisi. Hani bir ara entelektüel sinemacılarımızın Batı’da ödül avcılığı adına seçtikleri yol gibi...
Nitekim Ahmet Altan da bir Alman gazetesine verdiği röportajın ikinci kısmında aynı kaygının altını çiziyordu: “Avrupa kendi coğrafyası dışındaki yazarları, onların edebi değerlerinden çok siyasi cesaretleriyle ölçen bir görüntü veriyor..... hiçbir gerçek yazar siyasi cesaretinin edebi değerinin önüne geçmesini istemez, bun utanç verici bulur...”
Orhan Pamuk ile ilgili yazdıklarıma çeşitli tepkiler aldım. “Hay ağzına kalemine sağlık!” diyenlerden, “Sen hep mi ‘böyleydin’ sonradan mı ‘böyle’ oldun?” diye soranlara kadar geniş bir yelpazeye yayılıyordu tepkiler.
O günlerde, ‘www.gazetem.net’ sitesinde pek çok yazısını severek okuduğum Pakize Barışta dostumuzun, yazarları Orhan Pamuk’a sahip çıkmadığı için eleştiren ve entelektüellerin bu duruma müdahale etmesi gerektiği yolunda öneri getiren satırlarına gözüm takılmıştı.
Ataol Behramoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısı da bir başka boyut getiriverdi olaya. Bu ‘pazarlama olayını’ Marketing Türkiye okurlarıyla paylaşmadan geçemezdik artık...
Behramoğlu’nun “Muhalif aydın olamama reçetesi” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“80 darbesinin ardından 81 başlarında ''Ne Yağmur... Ne Şiirler'' adlı (daha önce yayımlanmış) şiir kitabımın yeni basımının toplatılmasına ve ''imha''sına karar verildi... Gözaltına alındım. 1. Şube'de bir gece kaldıktan sonra ertesi gün, oraya getirilen kitap paketlerini, bir sivil polisle Selimiye Kışlası'na taşıdık... Bir hafta kaldığım Selimiye'den zatürree eşiğinde bir akciğer üşütmesiyle çıktım.
1982 Mart'ında Barış Derneği Davası'nda tutuklandık ve tüm tutuklular o yılı cezaevinde geçirdik. 1984 Kasım'ında ''gıyaben'' 8.5 yıl hapis ve ayrıca sürgün cezasına çarptırılmış olarak gizlice ülke dışına çıkabildim. Cezaevinde bulunduğum sırada bundan başka, işkencede öldürülen bir gençle ilgili olarak verdiğim demeçten ötürü ''hükümetin manevi kişiliği''ni aşağılamak suçlamasıyla bir yıl hapis cezasına çarptırılmıştım.
Fransa'da bulunduğum 1985 yılında Türkiye'de bir başka siyasal davadan beş yıl hapis cezasına daha çarptırıldım...
Bütün bu mahkûmiyetler birkaç yıl sonra Yargıtay kararıyla sona erecek olsa da sözünü ettiğim tarihlerde durum buydu...
...Fransa'da bulunduğum ilk günlerde ''Amnesty International'' in bir toplantısına davet edildim. Bana ''Türk hapishaneleri''ndeki (Türkiye'deki hapishaneler, ya da 12 Eylül'ün hapishaneleri değil, Türk hapishaneleri) durumu sordular. Onlara ''hapishane'' sözcüğünün önüne bir ulusun adının sıfat olarak getirilmesini doğru bulmadığımı söyledim. Tam o sırada ‘Fransız hapishaneleri'nde bir ayaklanma vardı. Bir mahkûm parmağını keserek Fransız İçişleri Bakanı'na göndermişti. Fransız gazetelerinde okuduğum bu bilgilerden söz ettim. Aralarında tartıştılar. Konu böylece "Türk" sözcüğüyle vurgulanan ''hapishane'' kavramından bir başka boyuta taşınmıştı...
Yine o günlerde Helsinki parlamentosunda, ''Helsinki Watch Comitte'' adlı kuruluşun düzenlediği toplantıda, Türkiye'den bir siyasal göçmen olarak, hazırladığım uzunca yazıyı okudum... Bu yazıda, 12 Eylül rejiminin suçları sayılıp dökülüyor, fakat aynı zamanda Türkiye'nin çağdaş kimliğinin de altı çiziliyordu. Konuşma sonrasında, orada bulunan gazetecilerden News Week muhabiri Nagorsky adında biri, yanıma gelerek konuşmamdan hoşlanmadığını söyledi. Hoşlanmayışının nedeni bu konuşmada Türkiye'nin çağdaş kimliğinden de söz edilmiş olmasıydı. Adından Slav asıllı olduğu anlaşılan bu Amerikalı gazeteci belki de benimle bir konuşma yapmayı tasarlamış, fakat benim konuşmamı dinledikten sonra bundan vazgeçmişti...
Buna benzer bir olayı Fransa'da yaşayacaktım. Türkiye hapishanelerindeki işkenceler konusunda bir ''Katolik gazetesi'' için benimle konuşma yapmak üzere telefonla randevu isteyen bir gazeteci, yapacağımız konuşmada siyasal bir göçmen olarak Fransa'da yaşadığım sıkıntılardan da söz etmek istediğimi söylediğimde, konuşmayı yapmaktan vazgeçmişti...
Turgut Özal başbakan olarak Fransa'ya geldiğinde, Fransız Komünist Partisi'nin yayın organı l'Humanité'de ''Paris'te Türk Kanunu'' başlıklı bir haber çıktı. Özal'ın korumaları Fransız gazetecileri tartaklamıştı. Gazeteye bir mektup yazarak, bu olay sözgelimi Yunanistan'daki faşist cuntayla ilgili olsaydı, habere ''Paris'te Grek Kanunu'' diye bir başlık atar mıydınız, yoksa ''Paris'te albayların kanunu'' vb. türünden bir başlık mı koyardınız diye sordum... Yanıt alamadım. (Bu mektubun metni, ''İki Ateş Arasında'' adlı kitabımdadır.)
''İki Ateş Arasında'' Paris'te kurucusu olduğum ''Anka'' adlı derginin ilk sayısı için yazdığım giriş yazısının adıdır ve ilk cümlesi anımsadığımca ve özetle şöyledir: ''Demokrasi ve insan hakları için savaşım veren Türk aydını iki ateş arasındadır: Kendi ülkesinde hedef olduğu demokrasi karşıtı baskılar ve yabancı ülkelerde Türkiye'ye karşı önyargılar...''
Buraya kadar yazdıklarım, Türkiyeli bir ''muhalif aydın'' olarak yaşamınız demokrasi ve insan hakları için savaşımla ve bu savaşımın (kimi kez yaşamınızla ödediğiniz) nice sıkıntılı sonuçlarıyla geçiyor olsa da Batı ülkelerinde neden yeterince ''muhalif aydın'' sayılamayacağınızın kendi deneyimlerimden örneklerle bir özeti ve isteniyorsa eğer ''reçetesi''dir..
Onların gözünde ''muhalif aydın'' olmanın ''reçete''si ise, yapıtınızla ve eyleminizle gerçekten öncü ve muhalif olmanız değil; ülkenizin tüm demokratik kazanımlarını, çağdaş kimliğini, bu uğurda verilmiş savaşımları, yaşanmış özverileri bir çırpıda yadsıyarak, kendinizi ülkenizden ve ülkenizin insanından soyutlayarak, Batılının bilincine ve bilinçaltına, Türklerin zalim ve aptal, Türkiye'nin ise yaşanılamayacak kadar berbat bir ülke olduğuna ilişkin açık ya da örtülü mesajlar göndermektir.”
Ataol Behramoğlu’nun satırlarını okurken ne hikmetse aklıma kendisini tamamen haksız yere 15 yıl hapislerde süründürmüş olan devletine karşı ağzından kaleminden tek yergi sözcüğü çıkmamış olan Kemal Tahir geldi. Öylesine... Serbest çağrışım işte...
Sabah Gazetesi’nde Orhan Pamuk’la ilgili yazdığım yazılarda da öyle yaptım. Pamuk’un kendi markasını çok iyi yönettiğini düşündüğümü belirttim. Roman yazmasının yanısıra ne yapıyordu Orhan Pamuk? Başta ABD ve AB’nin önemli kültür merkezleri olmak üzere Batı’nın entelektüel mahfillerinde konuşmalar yapıyor, Batı basınına bol bol beyanatlar veriyordu. Bu beyanatların, konferansların ses getirenlerinin hiçbiri, altını çiziyorum hiçbiri, edebiyatla, eserleriyle ilgili değildi. Pekiyi neyle ilgiliydi? Türkiye’nin meseleleriyle ilgiliydi. Kıbrıs meselesi, Kürt meselesi, Ermeni meselesiyle, onun deyişiyle “Türkiye’deki kısıtlı demokrasi” ile ilgiliydi. Pekiyi hangi tezleri savunuyordu Pamuk? O ülkelerin hakim zihniyetinin savunduğu tezleri savunuyordu. Çünkü Batı, bu tezleri savunanları bağrına basıyordu. Diğerlerini değil. Bu durum Pamuk’a Frankfurt kitap fuarında verilecek olan ‘Barış Ödülü’nün gerekçesinde de belirtilmişti.
Amatör bir okur olarak romanlarında rastladığım kıvrak zekâlı bir edebiyat ustasına, işi PKK militanlarının yargılandığı mahkemelerde saf tutmaya kadar vardırmış olan bu kaba siyasi tavrı yakıştıramıyordum doğrusu. O halde geriye bir tek olasılık kalıyordu: Batı’nın bizim gibi ülkelerin aydınlarına biçtiği role soyunarak Batı’da nam sürmek için gerekli pazarlama iletişimi koşullarını yerine getirme stratejisi. Hani bir ara entelektüel sinemacılarımızın Batı’da ödül avcılığı adına seçtikleri yol gibi...
Nitekim Ahmet Altan da bir Alman gazetesine verdiği röportajın ikinci kısmında aynı kaygının altını çiziyordu: “Avrupa kendi coğrafyası dışındaki yazarları, onların edebi değerlerinden çok siyasi cesaretleriyle ölçen bir görüntü veriyor..... hiçbir gerçek yazar siyasi cesaretinin edebi değerinin önüne geçmesini istemez, bun utanç verici bulur...”
Orhan Pamuk ile ilgili yazdıklarıma çeşitli tepkiler aldım. “Hay ağzına kalemine sağlık!” diyenlerden, “Sen hep mi ‘böyleydin’ sonradan mı ‘böyle’ oldun?” diye soranlara kadar geniş bir yelpazeye yayılıyordu tepkiler.
O günlerde, ‘www.gazetem.net’ sitesinde pek çok yazısını severek okuduğum Pakize Barışta dostumuzun, yazarları Orhan Pamuk’a sahip çıkmadığı için eleştiren ve entelektüellerin bu duruma müdahale etmesi gerektiği yolunda öneri getiren satırlarına gözüm takılmıştı.
Ataol Behramoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısı da bir başka boyut getiriverdi olaya. Bu ‘pazarlama olayını’ Marketing Türkiye okurlarıyla paylaşmadan geçemezdik artık...
Behramoğlu’nun “Muhalif aydın olamama reçetesi” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“80 darbesinin ardından 81 başlarında ''Ne Yağmur... Ne Şiirler'' adlı (daha önce yayımlanmış) şiir kitabımın yeni basımının toplatılmasına ve ''imha''sına karar verildi... Gözaltına alındım. 1. Şube'de bir gece kaldıktan sonra ertesi gün, oraya getirilen kitap paketlerini, bir sivil polisle Selimiye Kışlası'na taşıdık... Bir hafta kaldığım Selimiye'den zatürree eşiğinde bir akciğer üşütmesiyle çıktım.
1982 Mart'ında Barış Derneği Davası'nda tutuklandık ve tüm tutuklular o yılı cezaevinde geçirdik. 1984 Kasım'ında ''gıyaben'' 8.5 yıl hapis ve ayrıca sürgün cezasına çarptırılmış olarak gizlice ülke dışına çıkabildim. Cezaevinde bulunduğum sırada bundan başka, işkencede öldürülen bir gençle ilgili olarak verdiğim demeçten ötürü ''hükümetin manevi kişiliği''ni aşağılamak suçlamasıyla bir yıl hapis cezasına çarptırılmıştım.
Fransa'da bulunduğum 1985 yılında Türkiye'de bir başka siyasal davadan beş yıl hapis cezasına daha çarptırıldım...
Bütün bu mahkûmiyetler birkaç yıl sonra Yargıtay kararıyla sona erecek olsa da sözünü ettiğim tarihlerde durum buydu...
...Fransa'da bulunduğum ilk günlerde ''Amnesty International'' in bir toplantısına davet edildim. Bana ''Türk hapishaneleri''ndeki (Türkiye'deki hapishaneler, ya da 12 Eylül'ün hapishaneleri değil, Türk hapishaneleri) durumu sordular. Onlara ''hapishane'' sözcüğünün önüne bir ulusun adının sıfat olarak getirilmesini doğru bulmadığımı söyledim. Tam o sırada ‘Fransız hapishaneleri'nde bir ayaklanma vardı. Bir mahkûm parmağını keserek Fransız İçişleri Bakanı'na göndermişti. Fransız gazetelerinde okuduğum bu bilgilerden söz ettim. Aralarında tartıştılar. Konu böylece "Türk" sözcüğüyle vurgulanan ''hapishane'' kavramından bir başka boyuta taşınmıştı...
Yine o günlerde Helsinki parlamentosunda, ''Helsinki Watch Comitte'' adlı kuruluşun düzenlediği toplantıda, Türkiye'den bir siyasal göçmen olarak, hazırladığım uzunca yazıyı okudum... Bu yazıda, 12 Eylül rejiminin suçları sayılıp dökülüyor, fakat aynı zamanda Türkiye'nin çağdaş kimliğinin de altı çiziliyordu. Konuşma sonrasında, orada bulunan gazetecilerden News Week muhabiri Nagorsky adında biri, yanıma gelerek konuşmamdan hoşlanmadığını söyledi. Hoşlanmayışının nedeni bu konuşmada Türkiye'nin çağdaş kimliğinden de söz edilmiş olmasıydı. Adından Slav asıllı olduğu anlaşılan bu Amerikalı gazeteci belki de benimle bir konuşma yapmayı tasarlamış, fakat benim konuşmamı dinledikten sonra bundan vazgeçmişti...
Buna benzer bir olayı Fransa'da yaşayacaktım. Türkiye hapishanelerindeki işkenceler konusunda bir ''Katolik gazetesi'' için benimle konuşma yapmak üzere telefonla randevu isteyen bir gazeteci, yapacağımız konuşmada siyasal bir göçmen olarak Fransa'da yaşadığım sıkıntılardan da söz etmek istediğimi söylediğimde, konuşmayı yapmaktan vazgeçmişti...
Turgut Özal başbakan olarak Fransa'ya geldiğinde, Fransız Komünist Partisi'nin yayın organı l'Humanité'de ''Paris'te Türk Kanunu'' başlıklı bir haber çıktı. Özal'ın korumaları Fransız gazetecileri tartaklamıştı. Gazeteye bir mektup yazarak, bu olay sözgelimi Yunanistan'daki faşist cuntayla ilgili olsaydı, habere ''Paris'te Grek Kanunu'' diye bir başlık atar mıydınız, yoksa ''Paris'te albayların kanunu'' vb. türünden bir başlık mı koyardınız diye sordum... Yanıt alamadım. (Bu mektubun metni, ''İki Ateş Arasında'' adlı kitabımdadır.)
''İki Ateş Arasında'' Paris'te kurucusu olduğum ''Anka'' adlı derginin ilk sayısı için yazdığım giriş yazısının adıdır ve ilk cümlesi anımsadığımca ve özetle şöyledir: ''Demokrasi ve insan hakları için savaşım veren Türk aydını iki ateş arasındadır: Kendi ülkesinde hedef olduğu demokrasi karşıtı baskılar ve yabancı ülkelerde Türkiye'ye karşı önyargılar...''
Buraya kadar yazdıklarım, Türkiyeli bir ''muhalif aydın'' olarak yaşamınız demokrasi ve insan hakları için savaşımla ve bu savaşımın (kimi kez yaşamınızla ödediğiniz) nice sıkıntılı sonuçlarıyla geçiyor olsa da Batı ülkelerinde neden yeterince ''muhalif aydın'' sayılamayacağınızın kendi deneyimlerimden örneklerle bir özeti ve isteniyorsa eğer ''reçetesi''dir..
Onların gözünde ''muhalif aydın'' olmanın ''reçete''si ise, yapıtınızla ve eyleminizle gerçekten öncü ve muhalif olmanız değil; ülkenizin tüm demokratik kazanımlarını, çağdaş kimliğini, bu uğurda verilmiş savaşımları, yaşanmış özverileri bir çırpıda yadsıyarak, kendinizi ülkenizden ve ülkenizin insanından soyutlayarak, Batılının bilincine ve bilinçaltına, Türklerin zalim ve aptal, Türkiye'nin ise yaşanılamayacak kadar berbat bir ülke olduğuna ilişkin açık ya da örtülü mesajlar göndermektir.”
Ataol Behramoğlu’nun satırlarını okurken ne hikmetse aklıma kendisini tamamen haksız yere 15 yıl hapislerde süründürmüş olan devletine karşı ağzından kaleminden tek yergi sözcüğü çıkmamış olan Kemal Tahir geldi. Öylesine... Serbest çağrışım işte...