‘Popüler sanat’ toplum içindir…
06 MAYIS 2012
O dönemin ‘tutucu - gerici’ taifesinin deyişiyle ‘Marksist – Leninist hatta Maoist’ düşüncenin ‘tasallutu’ altında olduğum yıllarda (45 yıl kadar önce) ben de meseleyi Marksist diyalektiğin gereği ikilem halinde ortaya koyardım: Sanat toplum için midir? Yoksa sanat sanat için midir?
O zamanlar daha henüz ‘bir’in, -diyalektiğe göre her şey zıddını içinde taşıdığından-, ancak ‘iki’ye bölünebileceğine ‘inanırdık’. ‘Düşünmemiz’ değil ‘inanmamız’ beklenirdi bizden zaten. ‘Bir’in ‘sonsuz’a bölünebileceğini, düşünme ve inanma dışında üstüne üstlük bir de ‘duygular dünyasının’ var olduğunu henüz kavrayamamıştık.
Okullardaki münazara yarışmalarında da mesele karşımıza biteviye ikilem halinde konmaz mıydı: Cezalandırma eğitim için doğrudur – yanlıştır; teknoloji faydalıdır – zararlıdır; başkası hakkındaki ilk kanı her zaman doğru çıkar – hayır çıkmaz ve tabii ki en popüleri: Sanat toplum içindir – hayır sanat içindir…
Oysa, ‘bir’in sonsuz seçeneği meselesini, siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonun var olabileceğini kavradığımızdan bu yana soruyu ‘Onun için mi, bunun için mi?’ diye ‘peşinen belirlenmiş’ ikilem halinde sormak yerine, “Ne için?” şeklinde çoklu sonuç almak üzere sorduğunuzda, örneğin şuralara varmak mümkün olabiliyordu: Sanat birey içindir… İnsan ruhunun zenginliği, esenliği içindir… Toplumun ortak ruhi şekillenmesinin bekası içindir… Hele de ‘yüksek sanat’ yaratana yakarmak, yaklaşmak içindir vb…
‘Sanat toplum içindir’, yerine ‘popüler sanat toplum içindir’ derseniz belki anlaşabiliriz aslında… Yoksa imam ve cemaat ilişkisini anlatan o korkunç metaforda olduğu gibi siz “Sanat toplum için yapılmıyorsa değersizdir” şeklinde bir aforizma ile çıkarsanız, cemaat Taksim meydanında kocaman bir ateş yakıp Türk Beşleri’nin CD’lerinden başlayarak tüm Doğu ve Batı klasiklerini cayır cayır yakabilir… 60’larda Çin’de Mao’nun kültür devriminde olduğu gibi…
Medyanın intiharı
Her konuda anlaşmasak da birbirimizi sevdiğimize inandığım Prof. Dr. Ali Atıf Bir Hoca yine arının kovanına sopa sokmuş… Hayır sopa sokmamış. Kovanın üzerine greyder ve de belediyenin 40 tonluk vinci ile yürümüş…
Hoca’ya işin hem pratiğinin hem de teorisinin tam da göbeğinde durmaya çalışan ender akademisyenlerden olduğu için özel saygı beslerim. İletişimin ‘uygulamalı’ bir ilim olduğunu bilir… Ancak bu kez de anlaşacak gibi değiliz:
Bir Hoca medyanın reklam vermeyen kuruluş -ve de herhalde tabii ki kişilerin- haberlerinin medyada yer almaması gerektiği görüşüne katıldığını ve de bir gazetenin bu doğrultuda aldığı kararı desteklediğini yazmış. Örnek olarak da bir beyaz eşya şirketinin gazetelerde yer almış olan haberinden söz etmiş.
Hoca haberin reklam ‘kokan’ bir metin halinde gazeteye girmesini eleştirmekte elbette haklı. Ancak buradan yola çıkarak reklam vermeyen tüm kurum ve kişilerin medya tarafından ‘persona non grata’ (istenmeyen adam) ilan edilmesi gerektiği şeklinde anlaşılacak bir önermeye varması akıl alır gibi değil. Eminim bunu yumuşatacaktır. Bir basın bülteninin haber değeri taşıyıp taşımadığına, gazeteye girip girmeyeceğine karar vermesi gereken kişi Genel Yayın Yönetmeni ve/veya Editör olmalı, gazetenin işletmecisi, reklam müdürü değil. Hoca derslerinde olayı herhalde böyle anlatıyordur…
Oysa Hocanın yazısından da, sözünü ettiği medya kuruluşunun kararından da basit mantıkla şu anlaşılıyor: “Bastır parayı, reklamını ver; haberini yayınlayayım. Yoksa avucunu yalarsın. Haber maber yok!..”
Bu medyanın intiharıdır… Çünkü medyanın birincil ve tek görevi para kazanmak değildir. Öncelikle haber ve yorum vermektir. Tirajını böyle artırmak. Artan tirajla da reklam ve para kazanmaktır. Bu yüzden medya ‘kamu hizmeti’ veren kuruluşlar arasında kabul edilir. Devletin verdiği, maddi bir faydası kalmasa da ‘Sarı basın kartının’ anlamı da budur.
Özetle burada çözüm, reklam versin vermesin, kuruluşların haber değeri taşımayan bültenlerin gazete sayfalarında yer almasının engellenmesidir. Yoksa para karşılığı haber şeklinde algılanabilecek ‘hareketler’ değil…
Üzülmeyiniz Ayşe ve Elif Hanımlar
Türkiye’de her sektör kendisini artık dünyanın en gelişmiş ülkelerinin sektörleriyle kıyaslamaktadır. (Benchmarking) “Ne yapalım orası Amerika kardeşim” muhabbeti ve deve kuşu tavrı sona ermiştir. Dünyanın en büyük 18. Ekonomisi ise isen her şeyini herkesle kıyaslamalısın. Ekonomim şöyle muazzam ancak kültürüm ne yazık ki dandik diyemezsin…
Bu bağlamda Forbes’un verdiği, en çok kazanan Türk Yazarları listesini yine aynı derginin İngilizce baskısında verilmiş olan ABD sıralamasıyla birlikte incelemekte yarar var:
O zamanlar daha henüz ‘bir’in, -diyalektiğe göre her şey zıddını içinde taşıdığından-, ancak ‘iki’ye bölünebileceğine ‘inanırdık’. ‘Düşünmemiz’ değil ‘inanmamız’ beklenirdi bizden zaten. ‘Bir’in ‘sonsuz’a bölünebileceğini, düşünme ve inanma dışında üstüne üstlük bir de ‘duygular dünyasının’ var olduğunu henüz kavrayamamıştık.
Okullardaki münazara yarışmalarında da mesele karşımıza biteviye ikilem halinde konmaz mıydı: Cezalandırma eğitim için doğrudur – yanlıştır; teknoloji faydalıdır – zararlıdır; başkası hakkındaki ilk kanı her zaman doğru çıkar – hayır çıkmaz ve tabii ki en popüleri: Sanat toplum içindir – hayır sanat içindir…
Oysa, ‘bir’in sonsuz seçeneği meselesini, siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonun var olabileceğini kavradığımızdan bu yana soruyu ‘Onun için mi, bunun için mi?’ diye ‘peşinen belirlenmiş’ ikilem halinde sormak yerine, “Ne için?” şeklinde çoklu sonuç almak üzere sorduğunuzda, örneğin şuralara varmak mümkün olabiliyordu: Sanat birey içindir… İnsan ruhunun zenginliği, esenliği içindir… Toplumun ortak ruhi şekillenmesinin bekası içindir… Hele de ‘yüksek sanat’ yaratana yakarmak, yaklaşmak içindir vb…
‘Sanat toplum içindir’, yerine ‘popüler sanat toplum içindir’ derseniz belki anlaşabiliriz aslında… Yoksa imam ve cemaat ilişkisini anlatan o korkunç metaforda olduğu gibi siz “Sanat toplum için yapılmıyorsa değersizdir” şeklinde bir aforizma ile çıkarsanız, cemaat Taksim meydanında kocaman bir ateş yakıp Türk Beşleri’nin CD’lerinden başlayarak tüm Doğu ve Batı klasiklerini cayır cayır yakabilir… 60’larda Çin’de Mao’nun kültür devriminde olduğu gibi…
Medyanın intiharı
Her konuda anlaşmasak da birbirimizi sevdiğimize inandığım Prof. Dr. Ali Atıf Bir Hoca yine arının kovanına sopa sokmuş… Hayır sopa sokmamış. Kovanın üzerine greyder ve de belediyenin 40 tonluk vinci ile yürümüş…
Hoca’ya işin hem pratiğinin hem de teorisinin tam da göbeğinde durmaya çalışan ender akademisyenlerden olduğu için özel saygı beslerim. İletişimin ‘uygulamalı’ bir ilim olduğunu bilir… Ancak bu kez de anlaşacak gibi değiliz:
Bir Hoca medyanın reklam vermeyen kuruluş -ve de herhalde tabii ki kişilerin- haberlerinin medyada yer almaması gerektiği görüşüne katıldığını ve de bir gazetenin bu doğrultuda aldığı kararı desteklediğini yazmış. Örnek olarak da bir beyaz eşya şirketinin gazetelerde yer almış olan haberinden söz etmiş.
Hoca haberin reklam ‘kokan’ bir metin halinde gazeteye girmesini eleştirmekte elbette haklı. Ancak buradan yola çıkarak reklam vermeyen tüm kurum ve kişilerin medya tarafından ‘persona non grata’ (istenmeyen adam) ilan edilmesi gerektiği şeklinde anlaşılacak bir önermeye varması akıl alır gibi değil. Eminim bunu yumuşatacaktır. Bir basın bülteninin haber değeri taşıyıp taşımadığına, gazeteye girip girmeyeceğine karar vermesi gereken kişi Genel Yayın Yönetmeni ve/veya Editör olmalı, gazetenin işletmecisi, reklam müdürü değil. Hoca derslerinde olayı herhalde böyle anlatıyordur…
Oysa Hocanın yazısından da, sözünü ettiği medya kuruluşunun kararından da basit mantıkla şu anlaşılıyor: “Bastır parayı, reklamını ver; haberini yayınlayayım. Yoksa avucunu yalarsın. Haber maber yok!..”
Bu medyanın intiharıdır… Çünkü medyanın birincil ve tek görevi para kazanmak değildir. Öncelikle haber ve yorum vermektir. Tirajını böyle artırmak. Artan tirajla da reklam ve para kazanmaktır. Bu yüzden medya ‘kamu hizmeti’ veren kuruluşlar arasında kabul edilir. Devletin verdiği, maddi bir faydası kalmasa da ‘Sarı basın kartının’ anlamı da budur.
Özetle burada çözüm, reklam versin vermesin, kuruluşların haber değeri taşımayan bültenlerin gazete sayfalarında yer almasının engellenmesidir. Yoksa para karşılığı haber şeklinde algılanabilecek ‘hareketler’ değil…
Üzülmeyiniz Ayşe ve Elif Hanımlar
Türkiye’de her sektör kendisini artık dünyanın en gelişmiş ülkelerinin sektörleriyle kıyaslamaktadır. (Benchmarking) “Ne yapalım orası Amerika kardeşim” muhabbeti ve deve kuşu tavrı sona ermiştir. Dünyanın en büyük 18. Ekonomisi ise isen her şeyini herkesle kıyaslamalısın. Ekonomim şöyle muazzam ancak kültürüm ne yazık ki dandik diyemezsin…
Bu bağlamda Forbes’un verdiği, en çok kazanan Türk Yazarları listesini yine aynı derginin İngilizce baskısında verilmiş olan ABD sıralamasıyla birlikte incelemekte yarar var:
Adamların 10’uncu sırasında yer alan bir tek yazarın bizim ilk 10’da yer alan bütün yazarların tamamının neredeyse dört kat fazla kazanmasına üzülmemek ancak durumun farkına varmakta yarar var.
Benim kitaplar edebiyat dışı alanda 15 – 20 bin’le en üst sıralarda yer alıyor diye sevinmiştim. Benim Alman meslektaşım Christian demişti ki, “Üzülme dostum ama bizde kitapların ilk baskısında karar önderlerine 30 bin kadar promosyon diye dağıtıyoruz”…
Siz de üzülmeyin Ayşe ve Elif Hanımlar. Siz de bizim starlarımızsınız… Biz ayrıca hızla ‘gelişiyoruz’ değil mi?
Benim kitaplar edebiyat dışı alanda 15 – 20 bin’le en üst sıralarda yer alıyor diye sevinmiştim. Benim Alman meslektaşım Christian demişti ki, “Üzülme dostum ama bizde kitapların ilk baskısında karar önderlerine 30 bin kadar promosyon diye dağıtıyoruz”…
Siz de üzülmeyin Ayşe ve Elif Hanımlar. Siz de bizim starlarımızsınız… Biz ayrıca hızla ‘gelişiyoruz’ değil mi?