‘Taammüden’ iletişim kazası...
24 AĞUSTOS 2003
‘Taammüden’... ‘Bilerek, isteyerek, önceden planlayarak’ demek. Genelde cinayet için kullanılır. ‘Taammüden adam öldürme’ gibi...
Son günlerde Sabah ve Hürriyet arasında yaşananlar, bana ‘taammüden yapılmış iletişim kazası’nı çağrıştırıyor.
İş, iletişim, sanat, siyaset dünyasında (avını yerken zevkten gözleri nemlenen) timsahların göz yaşları: “Kazanını olmayan bu savaşın anlamı yok. Hemen durmalılar...” Oysa hepsinde medyaya karşı bir yerlerden kalmış kuyruk acısı. Hepsi ertesi gün iki gazeteyi birden edinmeye çalışıyor. Pür heyecan... “Bakalım bugün birbirleri için ne yazmışlar?..”
İşi iletişim olanlar, öyle veya böyle tavır alan bir iki tane köşe yazarı dışında, konuya değinmek yanlısı değil. Her an birinde ya da diğerinde çalışma olasılığı var ya...
Sonuç: Derin endişe: “Aman etliye sütlüye dokunmayalım. Bir tarafın tetikçisi olarak algılanırsak, diğerinde bir daha zor iş buluruz...”
Oysa benzer bir kavga kendi dışımızda herhangi bir sektörde ortaya çıksa, örneğin siyasette iki parti kapışsa, hemen erdem ve adalet bekçisi kesiliriz. Dalarız olayların ta göbeğine ve okur adına racon keseriz. “O haklı... Hayır bu haklı... Şu yanlış...”
Pekiyi, insanı insan yapan üç temel öge nerede kaldı? Zekâ, akıl ve vicdan... Sanılıyor ki toz duman içinde zekâ, akıl ve vicdan kaybolur. Tam tersi. Kamu vicdanı denen bir şey var ki, kamuoyundan tamamen farklı ve yanıltılması, yönlendirilmesi, etkilenmesi mümkün değil...
Hürriyet’in şu sıra vizöre aldığı, Sabah ve ATV’nin sahibi Turgay Ciner Bey ile Perşembe günü bu konular üzerine sohbet ediyoruz. 10 yıla yakın süredir tanırım Turgay Bey’i. Hiç bu kadar sakin ve keyifli görmemiştim. “Bir talimat mı verdiniz?” diye soruyorum, “Genel Yayın Yönetmeni’ni hariç tutarsak Hıncal Ağabey dışında bu konulara kimse değinmiyor”...
“Kimseye, şunu yaz bunu yazma diye talimat vermem. İsteyen istediğini yazar. Ben de tüm diğer Sabah okurları gibi okuyorum gazeteyi” diyor. Konu, tanıştığımız günden bu yana anlaşamadığımız noktaya geliyor: “Yahu, niçin NTV, Kanal 7, TV8 gibi tarafsız bir TV kanalına çıkıp, ‘Buyrun bakalım. Sorun ne soracaksanız!’ deyip gerçekleri anlatmıyorsunuz?”... Cevap yıllardır aynı:
“Niye anlatayım? Kim verilere dayanarak yayın yapıyor, kim belden aşağıya vuruyor bu anlaşılır. Kamu vicdanında her şey yerini bulur. Başlangıçta iki taraf birden kaybediyormuş gibi algılansa da, son tahlilde kamu vicdanı kimi sileceğini bilir. 23 yıl önce 22 yaşında bir delikanlı iken, ofisimin alt katındaki bir depoyu kiralayanlar nedeniyle kendi isteğimle ifade vermeye gittiğim sırada çekilmiş fotoğrafın yayınlandığı her sefer, içten içe gülüyorum. Çünkü kamu vicdanı o fotoğrafın bugün neden yayınlandığını anında anlar.” Sonra gülerek devam ediyor: “Ayrıca Fatih Altaylı’ya da ‘Çağır Patronu’nu Teke Tek’e birlikte çıkalım!’ demiştim”...
Yine anlaşamamıştık. Ben iletişimini gerektiği gibi yönetmediğini iddia etmeye devam ediyordum. O, geçmişteki tüm suçlamaları elinde basın gücü olmadığı yıllarda bile, gerçeklerin kavranmasını bekleyerek nasıl aştıysa, bunları da aşacağını düşünüyordu. Ticari rekabet nedeniyle kendisine yüklenmek istenen hiçbir suçtan, bırakın hüküm giymeyi, yargı önüne dahi çıkmamıştı.
İletişimi, ilişki biçimlerinden ayıran temel unsur, iletişimin iş hedefi odaklı olması ve doğru yönetirseniz, sonucunda çıkarlarınıza uygun iş sonuçları elde etmenizdir. Sizinle ilgili yazılan bir haber karşısında, o haberi yazan gazetenin sahibinin şahsını hedef alarak karalamaya kalkarsanız, bu hangi iş hedefine hizmet eder ki...
Medya tüm sektörler içinde itibarı en düşük olanı. Tirajdan, reklam gelirlerine; sizinle çalışmak isteyecek insan kaynakları kalitesinden, haberlerinizin inanırlığına, yani ürün kalitenize kadar her şey itibarınıza bağlı... Oysa taammüden intihar devam ediyor....
Tavlanın da kitabı var
Yıllardır tavla oynarım. 5 yıl kadar önce internette uluslararası kurallara göre oynamaya başladım. Bir de baktım puanım bir türlü yükselmiyor. O ortamda sonradan çok yakın dost olduğumuz Yunanlı bir bilgisayar uzmanı ile tanıştık: Nikos Delibaltadakis. Diyelim ki 50 oyun oynadık. 49’unu o kazandı... Olacak iş değil.
Nikos her partiden sonra bana soruyordu: “Tavla ile ilgili hiç kitap okudun mu?”... Haydaa! Bende klasik cevap hazır: “Oğlum, biz tavlanın kitabını yazdık. Nesini okuyalım!” Ayrıca tavlanın kitabı mı olurdu?..
İki gün sonra postadan müthiş bir kitap çıktı. Pırıl pırıl baskılı, sert kalın ciltli, son derece kolay anlaşılır bir İngilizce ile yazılmış. Adı moral bozucu: “Backgammon for beginners”... (Yeni başlayanlar için tavla!)
Kendimi aşağılanmış gibi hissetmeme rağmen 2 haftada bitirdim kitabı. Bizim ülke puanımızın hem internette hem de analog müsabakalarda niçin düşük olduğunu o zaman keşfettim. Öncelikle ‘Doubling’i yani vido çekmeyi ve çekilen vidodan kaçmayı bilmiyorduk. Basit stratejik (hücum-savunma) kararlarını iç güdüyle veriyor, ‘split’, köşeleri terketme zamanlaması, hangi stratejide hangi kapı gibi konuları tecrübeyle halletmeye çalışıyor, ihtimal hesabı yapmayı hiç bilmiyorduk.
Cuma günü Sabah’da Emre Aköz’ün nefis bir tavla yazısı vardı. Kaçırdıysanız internetten bulup okuyun. Çok oyun oynandığı takdirde şans faktörünün nerdeyse tamamen ortadan kalktığından söz ediyordu Aköz. Öte yandan tek 5 oynandığı takdirde de bir aceminin bir ustayı rahatlıkla yenebileceğini anlatıyordu.
Kesinlikle haklı. Mehmet Barlas’ın ‘Tavla Türklerin Milli Sporudur’ saptamasına Emre Aköz gibi ben de katılıyorum. Barlas’ın ‘Tavlanın %95’i şans, %5’i ezberlenmiş oyunlardır’ saptamasına ben de Aköz gibi katılmıyorum. Aköz’ün saptamalarına sadece bir tek şey eklemek istiyorum: Tavlada istendiği kadar alaylı ‘usta’ olunsun, ‘okumuş’ bir tavlacı karşısında uzun partilerde tutunmak imkansızdır.
Mado’da ürün iyi, iletişim eksik
Geçen hafta Bozcaada’daki Mado mağazasında çalışanların marka bilinci üzerine yazdığım yazı üzerine pek çok e-posta mesajı aldım. En ilginci iletişim eğitimini yeni tamamlamış olan Ayşe Kulu Hanımdan gelmişti. Kısaltarak alıyorum:
“Maraş Dondurması'nın, Roma Dondurması ve marketlerde satılan bütün endüstriyel dondurmalardan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ancak Mado'nun büyük ihracat atılımları, AR-GE konusuna verdiği önem, üretim kalitesine ve geniş cafe ağına rağmen kendini yeteri kadar duyuramadığına inanıyorum. Özellikle Marka görselliği oluşturamamak en büyük eksiklikleri. Farklı Mado cafelerden yaptığınız alışverişlerde farklı ambalajlarla karşılaşıyorsunuz. Mezuniyet Projemin hazırlık aşamasında İstanbul Üniversitesi çevresinde yaptığım araştırmada 18-24 yaş arası gençlerden oluşan 100 kişilik bir grupta 80 kişi markanın herhangi bir logosu olmadığını belirtti. 10 kişi farklı logolar tarif etti. Sadece 10 kişi Mado'nun logosunu doğru olarak belirtti. Mado’ya bağlılığımdan bu konuda bir şeyler yapmaya yöneldim. İlk olarak geçen sene PRCI Staj Programı çerçevesinde projemi Mado üzerine hazırladım. Ayrıca İ.Ü. Mezuniyet Projemi Mado Reklam Kampanyası olarak verdim. Bu konuda yaptığım çalışmaları geçen yaz Mado ile paylaşmak istedim. Ama açıkçası pek ilgilerini çekemedim herhalde... Bence Amerikan ürünleri olan Cola’yı, Hamburger’i, Blue Jean’i Türkleştirmeye çalışacağımıza, bu ülke topraklarına ait Maraş Dondurması'nı dünyaya açmalı ve ‘Bir dünya markası’ haline getirmeye çalışmalıyız.”
‘Aklı hür vicdanı hür’ bir milletiz aslında...
Gazetelerin üçüncü sayfalarına bakarsak, felaketler içinde tesadüfen yaşıyoruz... Bazı aydınlar ‘aptal olduğumuzu’ da söylüyordu... Oysa rakamlar tersini gösteriyor. İstanbul’un dünya metropolleri içinde suç oranı en düşük, en asude kent olduğunu kaçımız biliyor.
Tansaş geçen hafta basın toplantısında açıkladı. ‘İnanılmaz Tüketici Hakları’ kampanyası çerçevesinde, pek çok olanağın yanı sıra, yarısı kullanılmış malları bile eğer şikâyet varsa geri alıyormuş. Bu hakkı kötüye kullananların oranı kaçmış, biliyor musunuz? Binde beş...
Pek çok büyük kentimizdeki otobüslerin üzerinde, duraklardaki ışıklı panolarda reklam yeri pazarlayan Amerikan şirketi Clear Channel’in Genel Müdürü Ömer Faruk Sezgin’e sordum: ”O çağdaş duraklara hasar vermiyorlar mı?” Hiç düşünmeden cevap verdi: “Hayır. Oran binde birin altında. Tam tersine, duraklara bir şey olursa bölge halkı telefon edip haber veriyor bize. Genelde hasarlar otobüslerin durağa yanaşması sırasında ortaya çıkıyor.”
Bu yazdıklarımın haber değeri yok ya (!), hiç değilse ben değineyim dedim... İletişimde algılamayı yönetmeye kalkmadan önce hedef kitlenin değerlerini ve kültürünü bilmek lazım ya...
Son günlerde Sabah ve Hürriyet arasında yaşananlar, bana ‘taammüden yapılmış iletişim kazası’nı çağrıştırıyor.
İş, iletişim, sanat, siyaset dünyasında (avını yerken zevkten gözleri nemlenen) timsahların göz yaşları: “Kazanını olmayan bu savaşın anlamı yok. Hemen durmalılar...” Oysa hepsinde medyaya karşı bir yerlerden kalmış kuyruk acısı. Hepsi ertesi gün iki gazeteyi birden edinmeye çalışıyor. Pür heyecan... “Bakalım bugün birbirleri için ne yazmışlar?..”
İşi iletişim olanlar, öyle veya böyle tavır alan bir iki tane köşe yazarı dışında, konuya değinmek yanlısı değil. Her an birinde ya da diğerinde çalışma olasılığı var ya...
Sonuç: Derin endişe: “Aman etliye sütlüye dokunmayalım. Bir tarafın tetikçisi olarak algılanırsak, diğerinde bir daha zor iş buluruz...”
Oysa benzer bir kavga kendi dışımızda herhangi bir sektörde ortaya çıksa, örneğin siyasette iki parti kapışsa, hemen erdem ve adalet bekçisi kesiliriz. Dalarız olayların ta göbeğine ve okur adına racon keseriz. “O haklı... Hayır bu haklı... Şu yanlış...”
Pekiyi, insanı insan yapan üç temel öge nerede kaldı? Zekâ, akıl ve vicdan... Sanılıyor ki toz duman içinde zekâ, akıl ve vicdan kaybolur. Tam tersi. Kamu vicdanı denen bir şey var ki, kamuoyundan tamamen farklı ve yanıltılması, yönlendirilmesi, etkilenmesi mümkün değil...
Hürriyet’in şu sıra vizöre aldığı, Sabah ve ATV’nin sahibi Turgay Ciner Bey ile Perşembe günü bu konular üzerine sohbet ediyoruz. 10 yıla yakın süredir tanırım Turgay Bey’i. Hiç bu kadar sakin ve keyifli görmemiştim. “Bir talimat mı verdiniz?” diye soruyorum, “Genel Yayın Yönetmeni’ni hariç tutarsak Hıncal Ağabey dışında bu konulara kimse değinmiyor”...
“Kimseye, şunu yaz bunu yazma diye talimat vermem. İsteyen istediğini yazar. Ben de tüm diğer Sabah okurları gibi okuyorum gazeteyi” diyor. Konu, tanıştığımız günden bu yana anlaşamadığımız noktaya geliyor: “Yahu, niçin NTV, Kanal 7, TV8 gibi tarafsız bir TV kanalına çıkıp, ‘Buyrun bakalım. Sorun ne soracaksanız!’ deyip gerçekleri anlatmıyorsunuz?”... Cevap yıllardır aynı:
“Niye anlatayım? Kim verilere dayanarak yayın yapıyor, kim belden aşağıya vuruyor bu anlaşılır. Kamu vicdanında her şey yerini bulur. Başlangıçta iki taraf birden kaybediyormuş gibi algılansa da, son tahlilde kamu vicdanı kimi sileceğini bilir. 23 yıl önce 22 yaşında bir delikanlı iken, ofisimin alt katındaki bir depoyu kiralayanlar nedeniyle kendi isteğimle ifade vermeye gittiğim sırada çekilmiş fotoğrafın yayınlandığı her sefer, içten içe gülüyorum. Çünkü kamu vicdanı o fotoğrafın bugün neden yayınlandığını anında anlar.” Sonra gülerek devam ediyor: “Ayrıca Fatih Altaylı’ya da ‘Çağır Patronu’nu Teke Tek’e birlikte çıkalım!’ demiştim”...
Yine anlaşamamıştık. Ben iletişimini gerektiği gibi yönetmediğini iddia etmeye devam ediyordum. O, geçmişteki tüm suçlamaları elinde basın gücü olmadığı yıllarda bile, gerçeklerin kavranmasını bekleyerek nasıl aştıysa, bunları da aşacağını düşünüyordu. Ticari rekabet nedeniyle kendisine yüklenmek istenen hiçbir suçtan, bırakın hüküm giymeyi, yargı önüne dahi çıkmamıştı.
İletişimi, ilişki biçimlerinden ayıran temel unsur, iletişimin iş hedefi odaklı olması ve doğru yönetirseniz, sonucunda çıkarlarınıza uygun iş sonuçları elde etmenizdir. Sizinle ilgili yazılan bir haber karşısında, o haberi yazan gazetenin sahibinin şahsını hedef alarak karalamaya kalkarsanız, bu hangi iş hedefine hizmet eder ki...
Medya tüm sektörler içinde itibarı en düşük olanı. Tirajdan, reklam gelirlerine; sizinle çalışmak isteyecek insan kaynakları kalitesinden, haberlerinizin inanırlığına, yani ürün kalitenize kadar her şey itibarınıza bağlı... Oysa taammüden intihar devam ediyor....
Tavlanın da kitabı var
Yıllardır tavla oynarım. 5 yıl kadar önce internette uluslararası kurallara göre oynamaya başladım. Bir de baktım puanım bir türlü yükselmiyor. O ortamda sonradan çok yakın dost olduğumuz Yunanlı bir bilgisayar uzmanı ile tanıştık: Nikos Delibaltadakis. Diyelim ki 50 oyun oynadık. 49’unu o kazandı... Olacak iş değil.
Nikos her partiden sonra bana soruyordu: “Tavla ile ilgili hiç kitap okudun mu?”... Haydaa! Bende klasik cevap hazır: “Oğlum, biz tavlanın kitabını yazdık. Nesini okuyalım!” Ayrıca tavlanın kitabı mı olurdu?..
İki gün sonra postadan müthiş bir kitap çıktı. Pırıl pırıl baskılı, sert kalın ciltli, son derece kolay anlaşılır bir İngilizce ile yazılmış. Adı moral bozucu: “Backgammon for beginners”... (Yeni başlayanlar için tavla!)
Kendimi aşağılanmış gibi hissetmeme rağmen 2 haftada bitirdim kitabı. Bizim ülke puanımızın hem internette hem de analog müsabakalarda niçin düşük olduğunu o zaman keşfettim. Öncelikle ‘Doubling’i yani vido çekmeyi ve çekilen vidodan kaçmayı bilmiyorduk. Basit stratejik (hücum-savunma) kararlarını iç güdüyle veriyor, ‘split’, köşeleri terketme zamanlaması, hangi stratejide hangi kapı gibi konuları tecrübeyle halletmeye çalışıyor, ihtimal hesabı yapmayı hiç bilmiyorduk.
Cuma günü Sabah’da Emre Aköz’ün nefis bir tavla yazısı vardı. Kaçırdıysanız internetten bulup okuyun. Çok oyun oynandığı takdirde şans faktörünün nerdeyse tamamen ortadan kalktığından söz ediyordu Aköz. Öte yandan tek 5 oynandığı takdirde de bir aceminin bir ustayı rahatlıkla yenebileceğini anlatıyordu.
Kesinlikle haklı. Mehmet Barlas’ın ‘Tavla Türklerin Milli Sporudur’ saptamasına Emre Aköz gibi ben de katılıyorum. Barlas’ın ‘Tavlanın %95’i şans, %5’i ezberlenmiş oyunlardır’ saptamasına ben de Aköz gibi katılmıyorum. Aköz’ün saptamalarına sadece bir tek şey eklemek istiyorum: Tavlada istendiği kadar alaylı ‘usta’ olunsun, ‘okumuş’ bir tavlacı karşısında uzun partilerde tutunmak imkansızdır.
Mado’da ürün iyi, iletişim eksik
Geçen hafta Bozcaada’daki Mado mağazasında çalışanların marka bilinci üzerine yazdığım yazı üzerine pek çok e-posta mesajı aldım. En ilginci iletişim eğitimini yeni tamamlamış olan Ayşe Kulu Hanımdan gelmişti. Kısaltarak alıyorum:
“Maraş Dondurması'nın, Roma Dondurması ve marketlerde satılan bütün endüstriyel dondurmalardan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ancak Mado'nun büyük ihracat atılımları, AR-GE konusuna verdiği önem, üretim kalitesine ve geniş cafe ağına rağmen kendini yeteri kadar duyuramadığına inanıyorum. Özellikle Marka görselliği oluşturamamak en büyük eksiklikleri. Farklı Mado cafelerden yaptığınız alışverişlerde farklı ambalajlarla karşılaşıyorsunuz. Mezuniyet Projemin hazırlık aşamasında İstanbul Üniversitesi çevresinde yaptığım araştırmada 18-24 yaş arası gençlerden oluşan 100 kişilik bir grupta 80 kişi markanın herhangi bir logosu olmadığını belirtti. 10 kişi farklı logolar tarif etti. Sadece 10 kişi Mado'nun logosunu doğru olarak belirtti. Mado’ya bağlılığımdan bu konuda bir şeyler yapmaya yöneldim. İlk olarak geçen sene PRCI Staj Programı çerçevesinde projemi Mado üzerine hazırladım. Ayrıca İ.Ü. Mezuniyet Projemi Mado Reklam Kampanyası olarak verdim. Bu konuda yaptığım çalışmaları geçen yaz Mado ile paylaşmak istedim. Ama açıkçası pek ilgilerini çekemedim herhalde... Bence Amerikan ürünleri olan Cola’yı, Hamburger’i, Blue Jean’i Türkleştirmeye çalışacağımıza, bu ülke topraklarına ait Maraş Dondurması'nı dünyaya açmalı ve ‘Bir dünya markası’ haline getirmeye çalışmalıyız.”
‘Aklı hür vicdanı hür’ bir milletiz aslında...
Gazetelerin üçüncü sayfalarına bakarsak, felaketler içinde tesadüfen yaşıyoruz... Bazı aydınlar ‘aptal olduğumuzu’ da söylüyordu... Oysa rakamlar tersini gösteriyor. İstanbul’un dünya metropolleri içinde suç oranı en düşük, en asude kent olduğunu kaçımız biliyor.
Tansaş geçen hafta basın toplantısında açıkladı. ‘İnanılmaz Tüketici Hakları’ kampanyası çerçevesinde, pek çok olanağın yanı sıra, yarısı kullanılmış malları bile eğer şikâyet varsa geri alıyormuş. Bu hakkı kötüye kullananların oranı kaçmış, biliyor musunuz? Binde beş...
Pek çok büyük kentimizdeki otobüslerin üzerinde, duraklardaki ışıklı panolarda reklam yeri pazarlayan Amerikan şirketi Clear Channel’in Genel Müdürü Ömer Faruk Sezgin’e sordum: ”O çağdaş duraklara hasar vermiyorlar mı?” Hiç düşünmeden cevap verdi: “Hayır. Oran binde birin altında. Tam tersine, duraklara bir şey olursa bölge halkı telefon edip haber veriyor bize. Genelde hasarlar otobüslerin durağa yanaşması sırasında ortaya çıkıyor.”
Bu yazdıklarımın haber değeri yok ya (!), hiç değilse ben değineyim dedim... İletişimde algılamayı yönetmeye kalkmadan önce hedef kitlenin değerlerini ve kültürünü bilmek lazım ya...