‘Tarihte özne’ olabilmek için…
11 NİSAN 2012
Çin gezisi, Asya’nın bu dev ülkesinin gelenekle irtibat çabasını da gündeme getirdi. Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, twitter mesajlarında bu çabaya ve Çin’de Konfüçyus’ün devletin kültürel politikaları arasında yeralıyor olmasına dikkat çekmiş…
Bu konudaki en ilginç makaleleri NPQ Türkiye dergisinde yayımladığımızı hatırlıyorum. Örneğin, Pekin’deki Tsinghua Üniversitesi’nde siyaset felsefesi profesörü olark ders veren Amerikalı toplumbilimci Daniel A. Bell, ‘Çin’in liberal demokrasiye alternatifi’ başlıklı yazısında Komünist Parti’nin henüz adını Çin Konfüçyus Partisi’ne çevirmemiş olsa da Konfüçyusçuluğu resmen benimseme yolunda ileri adımlar attığını, özellikle 2008 Olimpiyatları vesilesi nedeniyle verdiği örneklerle gayet güzel anlatıyordu.
NPQ’nun aynı zamanda bir seyyah gibi dünyayı dolaşan editörü Nathan Gardels, Çin’deki büyük değişimi seksenli yıllarda gören bir gazeteci olarak içinde bulunduğumuz yüzyılda ‘küreselleşmenin sahibini ısırdığı’ tespitini yaparken yerden göğe haklıydı. Bir yazısında emperyalizmi ‘kapitalizmin son aşaması’ olarak yorumlayan Lenin’e gönderme yaparak, aslında emperyalizmin aralarında Çin’in de bulunduğu ‘rekabetçi kapitalizm’lerin sırayla boy göstermelerini sağladığına vurgu yapmıştı.
Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu da, Bersay İletişim Enstitüsü’nde 4 Aralık 2008 tarihinde verdiği konferansta ‘Asya Pasifik hattı’na 1991 yılından bu yana dikkat çektiğini ifade etmişti. Hatta ‘Stratejik Derinlik’ adlı kitabında ilgili bölümü yazabilmek amacıyla Malezya’da beş yıl kaldığını söylemişti. Aynı tarihlerde Georgetown Üniversitesi’nden de bir teklif almış olmasına rağmen Malezya’yı tercih etmiş olmasının nedenini de şöyle açıklamıştı:
“Çünkü Malezya, Çin, Hint ve İslam medeniyetlerinin bir arada yaşayabildiği dünya üzerindeki tek yerdir.”
Stratejileri oluştururken medeniyetlerin izini sürebilmek ve yaşayan değerlerle bu değerler temelinde yenilenen kültürlerin siyasete yansımalarını görebilmek... Anlaşılan o ki, küreselleşme sahibini ısırsa da ısırmasa da Konfüçyus yaşıyor ve gelecek tasarımını gelenekle olan irtibatını koparmadan yapan ülkeler, ‘söz sahibi’ ya da Sayın Davutoğlu’nun ifadesiyle ‘tarihte özne olabilen’ ülkeler arasında yerlerini alabiliyorlar. Pazartesi günkü yazımda sözünü ettiğim meseleye bağlı olarak ezcümle şöyle diyelim: Dünüyle irtibatını kesen yarınını istese de öngöremez.
Meral, toplumu dikine kesen ‘üçüncü türden’ biriydi
Uzun yıllar önceysi. 70’lerde Ankara Sanat’ta önce kocası Yaman’ı tanımıştım. Sonra Yaman’ın eşi olarak hayatımıza girdi… Bir insanı tanımak ve ‘okumak’ aslında zamandan ve mekândan bağımsızdır. Aynı ortamda bulunmak ve uzun süredir tanışıyor olmak, bir insanı ‘iyi tanımak’, anlamak ve okumak için ne gereklidir ne de yeterli… Ben Meral Okay’la ATV’de yayınlamış olan Akademi Türkiye yarışması dışında uzun soluklu bir ortam paylaşımı yaşamadım.
Ancak şöyle okudum onu:
Dostlarının sayısının düşmanlarının sayısına neredeyse eşit olmasını bir matahmış gibi savunanlar vardır. Bir de beğenme, beğenmeme; sevme sevmeme; ret ve kabul gibi ikilemlerin dışında kalan, Steven Spielberg’in ‘üçüncü türden’ tanımını çağrıştıran başka bir gruplamadan söz edebiliriz. Bunlar toplumu hem enine hem de dikine keserler. Tüm katmanları, tüm segmentleri, tüm sınıfları, türleri ve hatta hayvanları… Karşısında ruh hastası değilse, kimse bunlara düşman olamaz. Erol Evgin böyle biridir mesela; ya da Ali Kırca, Sezen Aksu, Acun Ilıcalı, Ahmet Özhan, Müşfik Kenter, Barış Manço, Metin Oktay, Lefter, Recep Adanır, Cem Yılmaz vb… Bu insanları, kendilerini ‘üçüncü türden’ gören ‘teflon’ tiplerden ayıran en büyük özellikleri, üretici olmalarıdır. Hem bireysel hem de toplumsal…
Meral Okay da böyle biriydi. Cenneti dünyada da yaşayan ve yaşatanlardan…
Mekânın cennet, ruhun şad olsun sevgili kardeşim.
Bu konudaki en ilginç makaleleri NPQ Türkiye dergisinde yayımladığımızı hatırlıyorum. Örneğin, Pekin’deki Tsinghua Üniversitesi’nde siyaset felsefesi profesörü olark ders veren Amerikalı toplumbilimci Daniel A. Bell, ‘Çin’in liberal demokrasiye alternatifi’ başlıklı yazısında Komünist Parti’nin henüz adını Çin Konfüçyus Partisi’ne çevirmemiş olsa da Konfüçyusçuluğu resmen benimseme yolunda ileri adımlar attığını, özellikle 2008 Olimpiyatları vesilesi nedeniyle verdiği örneklerle gayet güzel anlatıyordu.
NPQ’nun aynı zamanda bir seyyah gibi dünyayı dolaşan editörü Nathan Gardels, Çin’deki büyük değişimi seksenli yıllarda gören bir gazeteci olarak içinde bulunduğumuz yüzyılda ‘küreselleşmenin sahibini ısırdığı’ tespitini yaparken yerden göğe haklıydı. Bir yazısında emperyalizmi ‘kapitalizmin son aşaması’ olarak yorumlayan Lenin’e gönderme yaparak, aslında emperyalizmin aralarında Çin’in de bulunduğu ‘rekabetçi kapitalizm’lerin sırayla boy göstermelerini sağladığına vurgu yapmıştı.
Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu da, Bersay İletişim Enstitüsü’nde 4 Aralık 2008 tarihinde verdiği konferansta ‘Asya Pasifik hattı’na 1991 yılından bu yana dikkat çektiğini ifade etmişti. Hatta ‘Stratejik Derinlik’ adlı kitabında ilgili bölümü yazabilmek amacıyla Malezya’da beş yıl kaldığını söylemişti. Aynı tarihlerde Georgetown Üniversitesi’nden de bir teklif almış olmasına rağmen Malezya’yı tercih etmiş olmasının nedenini de şöyle açıklamıştı:
“Çünkü Malezya, Çin, Hint ve İslam medeniyetlerinin bir arada yaşayabildiği dünya üzerindeki tek yerdir.”
Stratejileri oluştururken medeniyetlerin izini sürebilmek ve yaşayan değerlerle bu değerler temelinde yenilenen kültürlerin siyasete yansımalarını görebilmek... Anlaşılan o ki, küreselleşme sahibini ısırsa da ısırmasa da Konfüçyus yaşıyor ve gelecek tasarımını gelenekle olan irtibatını koparmadan yapan ülkeler, ‘söz sahibi’ ya da Sayın Davutoğlu’nun ifadesiyle ‘tarihte özne olabilen’ ülkeler arasında yerlerini alabiliyorlar. Pazartesi günkü yazımda sözünü ettiğim meseleye bağlı olarak ezcümle şöyle diyelim: Dünüyle irtibatını kesen yarınını istese de öngöremez.
Meral, toplumu dikine kesen ‘üçüncü türden’ biriydi
Uzun yıllar önceysi. 70’lerde Ankara Sanat’ta önce kocası Yaman’ı tanımıştım. Sonra Yaman’ın eşi olarak hayatımıza girdi… Bir insanı tanımak ve ‘okumak’ aslında zamandan ve mekândan bağımsızdır. Aynı ortamda bulunmak ve uzun süredir tanışıyor olmak, bir insanı ‘iyi tanımak’, anlamak ve okumak için ne gereklidir ne de yeterli… Ben Meral Okay’la ATV’de yayınlamış olan Akademi Türkiye yarışması dışında uzun soluklu bir ortam paylaşımı yaşamadım.
Ancak şöyle okudum onu:
Dostlarının sayısının düşmanlarının sayısına neredeyse eşit olmasını bir matahmış gibi savunanlar vardır. Bir de beğenme, beğenmeme; sevme sevmeme; ret ve kabul gibi ikilemlerin dışında kalan, Steven Spielberg’in ‘üçüncü türden’ tanımını çağrıştıran başka bir gruplamadan söz edebiliriz. Bunlar toplumu hem enine hem de dikine keserler. Tüm katmanları, tüm segmentleri, tüm sınıfları, türleri ve hatta hayvanları… Karşısında ruh hastası değilse, kimse bunlara düşman olamaz. Erol Evgin böyle biridir mesela; ya da Ali Kırca, Sezen Aksu, Acun Ilıcalı, Ahmet Özhan, Müşfik Kenter, Barış Manço, Metin Oktay, Lefter, Recep Adanır, Cem Yılmaz vb… Bu insanları, kendilerini ‘üçüncü türden’ gören ‘teflon’ tiplerden ayıran en büyük özellikleri, üretici olmalarıdır. Hem bireysel hem de toplumsal…
Meral Okay da böyle biriydi. Cenneti dünyada da yaşayan ve yaşatanlardan…
Mekânın cennet, ruhun şad olsun sevgili kardeşim.