‘Tek umut Türkiye’…
15 NİSAN 2012
Dünkü yazımızı, “Türkiye'nin her anlamda ve alanda en büyük düşmanı feodalitedir. Orta çağ zihniyetidir” diye bitirmişiz. Bugün de oradan başlayıp devam edelim…
Feodalite kırıntılarının son temizleneceği alanı ne ekonomik boyutta aramalı ne de sosyal boyutta… Sökülüp atılacağı son ‘yuvalanma’ kovuğu hiç şüphesiz kültürel alandır…
Bu ‘yuvalanmaya’ en iyi örneklerden biri ‘ritüeller’, ‘tasallut’un simgeleri heykeller gibi ‘ikonlardır’… İşte Kuzey Kore’deki hokkabazlıklar… Bu alanda dünyanın en ilginç örneklerine bu ‘pseudo’ (sözümona) komünist ülkede rastlayabilirsiniz. Resmi adı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti. Komünizm lime lime dağılmadan önce adında bu üç kavram buluna çok ülke vardı. Ve bunlar tabii ki ne Demokrattılar, ne Halk’la bir alakaları vardı, ne de Cumhuriyettiler…
Liderleri Kim Jong-İl’i kaybettiklerinde yas tutma ritüelleri bir alemdi. Dünyada krallar böyle uğurlanmıyordu artık. Önceki gün Kim İl Sung’un 100. Doğum Yıldönümü törenine denk getirilerek uzaya bir de uydu fırlattılar. Daha doğrusu fırlatamadılar. Füze Sarı Deniz üzerinde 20 parçaya ayrılarak sulara gömülmüş. Kuzey Kore’nin itibarı yine yerlerde…
Törenler devam ediyormuş. Kim İl Sung’un dev heykelinin yanı sıra şimdiki lider Kim Jong-Un’un bir süre önce kaybettiği babası Kim Jong-İl’in de aynı boyutlarda heykelinin açılışını yapmışlar. Fotoğraflardaki o haşmetli görüntülere bakarken, bir süre önce vefat eden Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’un ‘Ulis’in Bakışı’ adlı filmindeki o muhteşem sahneyi hatırlamamak mümkün mü? Hani, o devasa Lenin heykelini yerinden söküp de nehirdeki tekneyle taşıdıkları sahneyi …
Bir anlamda putlar ve heykellerde simgesini bulan feodal ‘ikona’ zihniyeti, öte yanda toplumsal ahlakın yok olduğu, ‘dünyada canlılığın sonunu’ salt bireysel maddi çıkar sisteminin yaşaması adına göz göre göre getirmeyi göze almış azgın kapitalizme dayalı post modernizm ve onun kalesi ABD-AB ekseni… Ortada Türkiye… Halit Refiğ’in, ustayı sadece bir yönetmen olarak görmemeyi başaranların gözünden kaçmayan kitabı “Tek Umut Türkiye”ye, adından ötürü ‘banal’ bulmayıp bir kez daha göz atmakta ve diğer yazıları arasında kısa bir yolculuk yapmakta yarar mı var acaba?..
Gelin zorca bir cümle ile bitirelim bu yazıyı. Bugün Pazar. Nasılsa üzerinde düşünecek bolca vakit bulabiliriz:
“Batı’nın ve Doğu’nun açmazlarını ‘görebilen’, geleceği doğru tasarlayabilir. Belki de bu ‘görme’ yetisine, ‘gören’in ülkesine ait ‘ortak ruhi şekillenme’nin vicdanını da eklemek gerekecektir.”
Hız, hazzı esir mi alacak?
Cüneyt Arkın katıldığı bir etkinlikte, dünle bugün arasındaki farkı soran gazeteciye şöyle yanıt vermiş:
“Ben sevgilime şiir yazardım. Elini tutmak bile bir şeydi. Şimdi çok hızlı yaşıyorlar. Fast foot tarzı, ayak üstü yiyorlar. Ayaküstü sevişiyorlar. Ayaküstü çocuk yapıyorlar. Eskiden insanlar yağmurda ıslanır mutlu olurdu.”
Oysa Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda getirdiği “kahreden ve yaratan” tanımına bugün en uyan özelliğin adı o: Hız!..
Günümüzde dünya sanki onsuz adım atamaz gibi. Neredeyse beden ruhun önüne geçse de, bu ‘özelliği’ çok çabuk kaparak uygulamaya en müsait olan gençler tarafından da fırtına gibi tüm ilgi alanlarına süratle sokuluyor.
‘En büyük tatmin entelektüel tatmindir’ diyen Bertolt Brecht’in bu müthiş tespitine uygun biçimde, örneğin oturup saatlerce bir bilgeyi dinlemekten duyulan hazzı; ya da Cola’lı içeceğe ‘hayatın geçek tadı’ sloganıyla atfedilen, aslında sadece ‘bedii bedensel’ yükselmenin zirvesi olarak yaşanabilen aşkın hazzı yaşamak varken, ‘hız’ odaklı mutluluk taslakları arar olduk.
Soru şu:
Hız, hazzı esir mi alıyor?
Görünen gerçeklikle asıl olanı arasındaki farkı akla getirip düşünmek lazım.
“Kültür ve değerler” meselesinde ‘değerler’ dediğimiz ve yüzyıllarca nesillerden nesillere geçen temel ahlaki kavramların kolay kolay yerinden oynatılamayacağını, ancak ‘kültürler’in zaman içinde değiştiğini biliyor isek, ‘hız’ın bizlere ne yaptığını da belki anlama şansını elde edebiliriz. Hız’ı bir kültür meselesi olarak yaşar değerlerle karıştırmazsal belki bir ümit ışığı belirebilir.
Keşke, Cüneyt Arkın’a kendini anladığımı anlatabilsem ve keşke hâlâ bir ümit olduğunu söyleyebilsem… Dünyada canlılık büyük tehdit altında. Küresel ısınma dünyanın sonunu getirmek üzere. Karbondioksit emisyonlarındaki artış konusunda geri dönüşü olmayan noktaya çok az kaldı. Eğer ‘Dünyayı kurtaran’ çıkmazsa, kıyamet kaçınılmaz gibi görünüyor…
Ancak buna rağmen ümit var sevgili Cüneyt Arkın… Hâlâ…
Maserati bu işi dikkate almalı
Medyada görünürlüğün, yani ‘publicity’nin iyisi kötüsü olur mu? Olur, hem de nasıl olur. İşte size dünkü Zaman’dan bir başlık: “Küresel krizin sebebi, Maserati kullanan açgözlü brokerlar…”
Bu başlık Maserati’ni algısı için iyi midir, kötü mü? Bu tür haberler pahalı, lüks sayılan mallar için de sık sık yapılır. Ferrari gibi, Porsche gibi, Hermes çanta, Rolex ya da Bulgari saat, Monte Grappa kalem gibi… Bu tanımlar marka için iyi midir kötü mü?..
İstanbul'da İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği (İGİAD) ile Durham Üniversitesi İslam Ekonomisi ve Finansı Merkezi'nin düzenlediği, 'İş Ahlakı ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk' konulu sempozyumda küresel krizin sebeplerinden söz eden Güney Avustralyalı Profesör Mrvyn Lewis, krizin Wall Street'teki bankacıların, kredi derecelendirme kuruluşlarının ve brokerların açgözlülüğünden kaynaklandığını söylerken bu örneği vermiş.
Bu markaların erişilmez gibi konumlanması başka bir şeydir; lüksün, şımarıklığın, tüketim ahlakının simgesi olarak konumlanması başka bir şey… Bu nedenle ortada Maserati’nin belki ciddiye değil ama dikkate alması gereken bir husus vardır. Tabii Türkiye’deki Maserati sahiplerinin arabalarına hiç de hak etmedikleri bir şekilde ahlak ve etik dışı bir iş yapar gibi gizli kapaklı binmek durumunda kalmalarını istemiyorlarsa…
Feodalite kırıntılarının son temizleneceği alanı ne ekonomik boyutta aramalı ne de sosyal boyutta… Sökülüp atılacağı son ‘yuvalanma’ kovuğu hiç şüphesiz kültürel alandır…
Bu ‘yuvalanmaya’ en iyi örneklerden biri ‘ritüeller’, ‘tasallut’un simgeleri heykeller gibi ‘ikonlardır’… İşte Kuzey Kore’deki hokkabazlıklar… Bu alanda dünyanın en ilginç örneklerine bu ‘pseudo’ (sözümona) komünist ülkede rastlayabilirsiniz. Resmi adı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti. Komünizm lime lime dağılmadan önce adında bu üç kavram buluna çok ülke vardı. Ve bunlar tabii ki ne Demokrattılar, ne Halk’la bir alakaları vardı, ne de Cumhuriyettiler…
Liderleri Kim Jong-İl’i kaybettiklerinde yas tutma ritüelleri bir alemdi. Dünyada krallar böyle uğurlanmıyordu artık. Önceki gün Kim İl Sung’un 100. Doğum Yıldönümü törenine denk getirilerek uzaya bir de uydu fırlattılar. Daha doğrusu fırlatamadılar. Füze Sarı Deniz üzerinde 20 parçaya ayrılarak sulara gömülmüş. Kuzey Kore’nin itibarı yine yerlerde…
Törenler devam ediyormuş. Kim İl Sung’un dev heykelinin yanı sıra şimdiki lider Kim Jong-Un’un bir süre önce kaybettiği babası Kim Jong-İl’in de aynı boyutlarda heykelinin açılışını yapmışlar. Fotoğraflardaki o haşmetli görüntülere bakarken, bir süre önce vefat eden Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’un ‘Ulis’in Bakışı’ adlı filmindeki o muhteşem sahneyi hatırlamamak mümkün mü? Hani, o devasa Lenin heykelini yerinden söküp de nehirdeki tekneyle taşıdıkları sahneyi …
Bir anlamda putlar ve heykellerde simgesini bulan feodal ‘ikona’ zihniyeti, öte yanda toplumsal ahlakın yok olduğu, ‘dünyada canlılığın sonunu’ salt bireysel maddi çıkar sisteminin yaşaması adına göz göre göre getirmeyi göze almış azgın kapitalizme dayalı post modernizm ve onun kalesi ABD-AB ekseni… Ortada Türkiye… Halit Refiğ’in, ustayı sadece bir yönetmen olarak görmemeyi başaranların gözünden kaçmayan kitabı “Tek Umut Türkiye”ye, adından ötürü ‘banal’ bulmayıp bir kez daha göz atmakta ve diğer yazıları arasında kısa bir yolculuk yapmakta yarar mı var acaba?..
Gelin zorca bir cümle ile bitirelim bu yazıyı. Bugün Pazar. Nasılsa üzerinde düşünecek bolca vakit bulabiliriz:
“Batı’nın ve Doğu’nun açmazlarını ‘görebilen’, geleceği doğru tasarlayabilir. Belki de bu ‘görme’ yetisine, ‘gören’in ülkesine ait ‘ortak ruhi şekillenme’nin vicdanını da eklemek gerekecektir.”
Hız, hazzı esir mi alacak?
Cüneyt Arkın katıldığı bir etkinlikte, dünle bugün arasındaki farkı soran gazeteciye şöyle yanıt vermiş:
“Ben sevgilime şiir yazardım. Elini tutmak bile bir şeydi. Şimdi çok hızlı yaşıyorlar. Fast foot tarzı, ayak üstü yiyorlar. Ayaküstü sevişiyorlar. Ayaküstü çocuk yapıyorlar. Eskiden insanlar yağmurda ıslanır mutlu olurdu.”
Oysa Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda getirdiği “kahreden ve yaratan” tanımına bugün en uyan özelliğin adı o: Hız!..
Günümüzde dünya sanki onsuz adım atamaz gibi. Neredeyse beden ruhun önüne geçse de, bu ‘özelliği’ çok çabuk kaparak uygulamaya en müsait olan gençler tarafından da fırtına gibi tüm ilgi alanlarına süratle sokuluyor.
‘En büyük tatmin entelektüel tatmindir’ diyen Bertolt Brecht’in bu müthiş tespitine uygun biçimde, örneğin oturup saatlerce bir bilgeyi dinlemekten duyulan hazzı; ya da Cola’lı içeceğe ‘hayatın geçek tadı’ sloganıyla atfedilen, aslında sadece ‘bedii bedensel’ yükselmenin zirvesi olarak yaşanabilen aşkın hazzı yaşamak varken, ‘hız’ odaklı mutluluk taslakları arar olduk.
Soru şu:
Hız, hazzı esir mi alıyor?
Görünen gerçeklikle asıl olanı arasındaki farkı akla getirip düşünmek lazım.
“Kültür ve değerler” meselesinde ‘değerler’ dediğimiz ve yüzyıllarca nesillerden nesillere geçen temel ahlaki kavramların kolay kolay yerinden oynatılamayacağını, ancak ‘kültürler’in zaman içinde değiştiğini biliyor isek, ‘hız’ın bizlere ne yaptığını da belki anlama şansını elde edebiliriz. Hız’ı bir kültür meselesi olarak yaşar değerlerle karıştırmazsal belki bir ümit ışığı belirebilir.
Keşke, Cüneyt Arkın’a kendini anladığımı anlatabilsem ve keşke hâlâ bir ümit olduğunu söyleyebilsem… Dünyada canlılık büyük tehdit altında. Küresel ısınma dünyanın sonunu getirmek üzere. Karbondioksit emisyonlarındaki artış konusunda geri dönüşü olmayan noktaya çok az kaldı. Eğer ‘Dünyayı kurtaran’ çıkmazsa, kıyamet kaçınılmaz gibi görünüyor…
Ancak buna rağmen ümit var sevgili Cüneyt Arkın… Hâlâ…
Maserati bu işi dikkate almalı
Medyada görünürlüğün, yani ‘publicity’nin iyisi kötüsü olur mu? Olur, hem de nasıl olur. İşte size dünkü Zaman’dan bir başlık: “Küresel krizin sebebi, Maserati kullanan açgözlü brokerlar…”
Bu başlık Maserati’ni algısı için iyi midir, kötü mü? Bu tür haberler pahalı, lüks sayılan mallar için de sık sık yapılır. Ferrari gibi, Porsche gibi, Hermes çanta, Rolex ya da Bulgari saat, Monte Grappa kalem gibi… Bu tanımlar marka için iyi midir kötü mü?..
İstanbul'da İktisadi Girişim ve İş Ahlakı Derneği (İGİAD) ile Durham Üniversitesi İslam Ekonomisi ve Finansı Merkezi'nin düzenlediği, 'İş Ahlakı ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk' konulu sempozyumda küresel krizin sebeplerinden söz eden Güney Avustralyalı Profesör Mrvyn Lewis, krizin Wall Street'teki bankacıların, kredi derecelendirme kuruluşlarının ve brokerların açgözlülüğünden kaynaklandığını söylerken bu örneği vermiş.
Bu markaların erişilmez gibi konumlanması başka bir şeydir; lüksün, şımarıklığın, tüketim ahlakının simgesi olarak konumlanması başka bir şey… Bu nedenle ortada Maserati’nin belki ciddiye değil ama dikkate alması gereken bir husus vardır. Tabii Türkiye’deki Maserati sahiplerinin arabalarına hiç de hak etmedikleri bir şekilde ahlak ve etik dışı bir iş yapar gibi gizli kapaklı binmek durumunda kalmalarını istemiyorlarsa…