‘Türkiye Markası’ değeri gerçek mi safsata mı?
14 KASIM 2011
Marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance, Türkiye’nin marka değerini 373 milyar dolar olarak belirlemis. En değerli 20 ülke markası arasında 19. sırada yer alıyor olmamızın anlamı üzerinde düşünmek lazım. Avrupa’da ise bu rakamla Avusturya ve Danimarka gibi ülkeleri de geride bırakarak ‘10. en değerli ülke markası’ oluyormuşuz.
Peki, ülkelerin ‘marka değeri’ neye göre belirleniyormuş? Parametrelerin tamamı ‘elle tutulur gözle görünür, ölçülebilir, maddi veriler’: Ekonomik göstergeler, Gayri Safi Milli Hasıla, işsizlik oranı, rekabet gücü, risk durumu (kredi geri ödeme vb), toplam ihracat, bankacılık sistemi, sağlık hizmetleri performansı. Sonra da bu parametreler kuruşlandırılıyor herhalde ki, ortaya 378 milyar dolar gibi bir rakam çıkıyor.
Ancak bu, bastır 400 milyarı Türkiye’yi satın al demek değil, herhalde… O yüzden dikkatli okunmalı.
Marka, daha çok ‘algı’ odaklı bir konudur. Kapitalizmin en karmaşık, en gelişmiş soyutlamalarından türetilmiş, ‘tavşanın suyunun suyu’ bir yapı olarak 20. Yüzyıla damgasını vurmuş bir ‘inceliktir’... Sadece ölçülebilir somut parametrelerle açıklanamaz. Marka, esas itibariyle bir ürün, hizmet ya da kurumun ‘kerameti’ maddi ve en az onun kadar öncelikle duygusal parametrelerden ‘menkul’, olağanüstü bir ‘fıtrat’ olayıdır...
Örneğin, ‘Türkiye’nin marka vaadi’ ve bu vaadi gerçekleştirme konusunda yarattığı ‘güven ortamı’ en önemli ‘fıtrat’ olaylarından biridir… Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in üçüncüsünü bu yıl içinde açıkladığı, “Dünya Değerler Araştırması”nın Türkiye ‘ayağı’ndaki algı verileri ve bunların dünya ile kıyaslanmasında ‘fıtrat’ dediğimiz yapının izlerine rastlamak mümkün.
Marka değerinin en önemli yanı ile ilgili bilgi veren o araştırmaya bakıldığında Türkiye’nin ilk 20’nin mi yoksa son 20’nin içinde mi yer aldığı daha da netlik kazanır. Kendimizi kandırmak istemiyorsak, marka meselesini çok boyutlu ele almak durumundayız. Yoksa Türkiye’nin marka konumlandırması, vaadi ve marka değeri yönetimi konusunda ağır hatalar yaparız.
Bu konuda racon kesmesi çok yerinde olacak kurum belli: Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü. Kurumun başında bulunan değerli bilim adamı Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın ‘Türkiye ve Marka’ konusunda bir çalışmayı –ki mutlaka olmalı- ya açıklaması ya da bir an önce elindeki kadroya yaptırması çok iyi olur. Yoksa korkarım “Türkiye markası” denince akılda sadece Brand Finance’ın rakamları ve 19’uncu sıra kalacaktır. Bu durum bana “Türkçe’de şapkalar kalktı” şeklindeki safsatanın yıllarca geçerliliğini sürdürmesini hatırlatıyor…
Daha çok sosyal demokrat arkadaşların kümelendiği bir yayınevi, yıllar önce piyasaya Türkçe İmla Kılavuzu adıyla bir derleme sürmüştü…“Türkçe’de şapkalar kalktı” ifadesi işte o kılavuzdan kaynağını alır. Konunun tek otoritesi Türk Dil Kurumu yıllarca yırtınmasına ve kuralı çok net ortaya koymasına rağmen, iletişimi adam gibi yönetmediği için, o ‘şapkalar kalktı’ saçmalığı bazı cahillerce geçerli kural olarak hâlâ kabul görmektedir. Eğer gerekli iletişim sürdürülmez, tavır alınmazsa, Türkiye’nin dünyanın 19’uncu büyük markası olduğu safsatası da aynı şekilde derinlik kazanamayan ‘beyinlere’ yerleşebilir.
Talihsiz bir durum
Hele de birbirlerinin peşine yayınlanmıyorlar mı; tam bir “güler misin, ağlar mısın” durumu. Yeryüzünde başka müzik kalmamış gibi, Turkcell ve Uludağ gidip halkımızın o düğün şarkısını bulup kedilerine uyarlamışlar.
Biri, “Yakışır sofraya… Uludağ Limonata…” diye el çırpıyor, diğeri “Bugün konuştuğun kadar, ertesi gün bedava” diye çırpınıyor…
Talihsiz bir durum. Bu kadar popüler bir müziği adapte etmeye kalkarsan sıradanlığa; oradan da ‘taklit’miş gibi algılanacak bir duruma düşmek isten bile değil. Gel de üç kuruş daha harcayıp özgün cıngıl besteletenleri takdir etme…
Örneğin, Derimod’un “Ben erkeğimin hangi halini severim” cıngılıyla pişti olmak mümkün mü?.. Elbette hayır…
O halde?..
Peki, ülkelerin ‘marka değeri’ neye göre belirleniyormuş? Parametrelerin tamamı ‘elle tutulur gözle görünür, ölçülebilir, maddi veriler’: Ekonomik göstergeler, Gayri Safi Milli Hasıla, işsizlik oranı, rekabet gücü, risk durumu (kredi geri ödeme vb), toplam ihracat, bankacılık sistemi, sağlık hizmetleri performansı. Sonra da bu parametreler kuruşlandırılıyor herhalde ki, ortaya 378 milyar dolar gibi bir rakam çıkıyor.
Ancak bu, bastır 400 milyarı Türkiye’yi satın al demek değil, herhalde… O yüzden dikkatli okunmalı.
Marka, daha çok ‘algı’ odaklı bir konudur. Kapitalizmin en karmaşık, en gelişmiş soyutlamalarından türetilmiş, ‘tavşanın suyunun suyu’ bir yapı olarak 20. Yüzyıla damgasını vurmuş bir ‘inceliktir’... Sadece ölçülebilir somut parametrelerle açıklanamaz. Marka, esas itibariyle bir ürün, hizmet ya da kurumun ‘kerameti’ maddi ve en az onun kadar öncelikle duygusal parametrelerden ‘menkul’, olağanüstü bir ‘fıtrat’ olayıdır...
Örneğin, ‘Türkiye’nin marka vaadi’ ve bu vaadi gerçekleştirme konusunda yarattığı ‘güven ortamı’ en önemli ‘fıtrat’ olaylarından biridir… Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in üçüncüsünü bu yıl içinde açıkladığı, “Dünya Değerler Araştırması”nın Türkiye ‘ayağı’ndaki algı verileri ve bunların dünya ile kıyaslanmasında ‘fıtrat’ dediğimiz yapının izlerine rastlamak mümkün.
Marka değerinin en önemli yanı ile ilgili bilgi veren o araştırmaya bakıldığında Türkiye’nin ilk 20’nin mi yoksa son 20’nin içinde mi yer aldığı daha da netlik kazanır. Kendimizi kandırmak istemiyorsak, marka meselesini çok boyutlu ele almak durumundayız. Yoksa Türkiye’nin marka konumlandırması, vaadi ve marka değeri yönetimi konusunda ağır hatalar yaparız.
Bu konuda racon kesmesi çok yerinde olacak kurum belli: Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü. Kurumun başında bulunan değerli bilim adamı Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın ‘Türkiye ve Marka’ konusunda bir çalışmayı –ki mutlaka olmalı- ya açıklaması ya da bir an önce elindeki kadroya yaptırması çok iyi olur. Yoksa korkarım “Türkiye markası” denince akılda sadece Brand Finance’ın rakamları ve 19’uncu sıra kalacaktır. Bu durum bana “Türkçe’de şapkalar kalktı” şeklindeki safsatanın yıllarca geçerliliğini sürdürmesini hatırlatıyor…
Daha çok sosyal demokrat arkadaşların kümelendiği bir yayınevi, yıllar önce piyasaya Türkçe İmla Kılavuzu adıyla bir derleme sürmüştü…“Türkçe’de şapkalar kalktı” ifadesi işte o kılavuzdan kaynağını alır. Konunun tek otoritesi Türk Dil Kurumu yıllarca yırtınmasına ve kuralı çok net ortaya koymasına rağmen, iletişimi adam gibi yönetmediği için, o ‘şapkalar kalktı’ saçmalığı bazı cahillerce geçerli kural olarak hâlâ kabul görmektedir. Eğer gerekli iletişim sürdürülmez, tavır alınmazsa, Türkiye’nin dünyanın 19’uncu büyük markası olduğu safsatası da aynı şekilde derinlik kazanamayan ‘beyinlere’ yerleşebilir.
Talihsiz bir durum
Hele de birbirlerinin peşine yayınlanmıyorlar mı; tam bir “güler misin, ağlar mısın” durumu. Yeryüzünde başka müzik kalmamış gibi, Turkcell ve Uludağ gidip halkımızın o düğün şarkısını bulup kedilerine uyarlamışlar.
Biri, “Yakışır sofraya… Uludağ Limonata…” diye el çırpıyor, diğeri “Bugün konuştuğun kadar, ertesi gün bedava” diye çırpınıyor…
Talihsiz bir durum. Bu kadar popüler bir müziği adapte etmeye kalkarsan sıradanlığa; oradan da ‘taklit’miş gibi algılanacak bir duruma düşmek isten bile değil. Gel de üç kuruş daha harcayıp özgün cıngıl besteletenleri takdir etme…
Örneğin, Derimod’un “Ben erkeğimin hangi halini severim” cıngılıyla pişti olmak mümkün mü?.. Elbette hayır…
O halde?..