Meğer ‘yemek’ yemiyormuşuz…
09 nİSAN 2010
Siz Feriköy’de ve Kartal’da organik gıda pazarı olduğunu biliyor muydunuz?
Ya da pek çok süpermarket’in organik gıda reyonu bulundurduğunu…
Arada çok büyük fiyat farkları bulunmadığını… Organik gıdaya talep artıkça, fiyatların daha da ucuzlayacağını… Çeşidin artacağını…
Slowfood’un (yavaş beslenme) amblemini de (stilize edilmiş sümüklüböcek) kullanan ve “Fikir Sahibi Damaklar” adıyla biraraya gelen grubun, adam gibi yemek yeme kültürünü yeniden kazanmamız için çok önemli ve de keyifli işler yaptığını…
Pek çok “proses edilmiş” (süreçten geçmiş) gıdanın üzerindeki etiketlerden ‘içindekiler’ notlarını okumanın mini puntolar nedeniyle neredeyse mümkün olmadığını… “Fikir Sahibi Damaklar” adlı grubun bu notların daha iyi okunması için pratik büyüteçler dağıttığını…
O notları okuyanların yiyecek seçiminde çok daha ‘akıllı’ davranacaklarını… Anneanne, babaanne yemeklerinin sağlığını ve lezzet alışkanlığını unutmamamız gerektiğini… Lüfersiz bir İstanbul’un düşünülemeyeceğini… Lüferlerin neslinin tükenmemesi için birey olarak yapılabilecek çok önemli şeyler olduğunu… Bunun için bir imza kampanyası (http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com) başlatıldığını (ben katıldım) biliyor muydunuz?
Siz biliyordunuz belki. Ben yeni öğrendim. Bir pişmanlık sardı her bir yanımı…
Tüm bunları ve yemek yeme alışkanlıklarımıza dair daha pek çok şeyi şöyle öğrendim:
Ana hedefi, başarılı fakat maddi durumu müsait olmayan iletişim fakültesi mezunlarına Türkiye’de ve daha az oranda da yurt dışında yüksek lisans bursu vermek olan ve tüm kârını bu işe ayıran Bersay İletişim Enstitüsü’nün “İletişimde Mükemmellik Seminerleri”, ikinci yıl programını tamamlanmak üzere… Bu haftaki bölümde Mehmet Gürs’ü dinledik...
Büyük olasılıkla tüm katılımcıların, ama şahsen benim bir anda yeme içme dünyamı alt üst ediverdi. Yargılarımı, bakış açımı, dünya görüşümü etkiledi…
Kendi ifadesine göre ilk kez böyle bir konuşma yapıyormuş…
Mehmet Gürs katılımcılara şöyle takdim edildi:
13 Aralık 1969 Finlandiya doğumlu. Asena Gürs ile evli. Bir oğlu var. İsveçce, İngilizce ve Fransızca biliyor. 1985-1989 yılları arasında Academie de Grenoble Istanbul’da “Biologie et Sciences de la Nature”; 1990-1993 yılları arasında da Amerika’da Johnson and Wales Univertsity’de Hotel, “Restaurant and Institutional Management” okumuş.
NTV’de Downtown televizyon yemek programı yapmış. Downtown Cookbook’u yayınlamış. Meğerse bu kitap, Türkiye’de yayınlanan ilk restoran kitabıymış. 2001’de Downtown ile en iyi restoran ödülünü (Timeout İstanbul) almış.
İtalya’da Slow Food-Salone del Gusto’da konuk şef olmuş. En İyi Şef Özel Başarı Ödülü’nü almış. NTV’de 13 bölümlük bir yemek programı yapmış: Lokantadan Eve...
Diğer yandan işadamı kimliğiyle de pekçok anlamlı işe imza atmış: 1996’da İstanbul Yiyecek İçecek’i kurmuş. 1996-2002 arasında Downtown’da kurucu ortak olmuş. Aynı zamanda şeflik yapmış. 2001’de NuTeras, 2002’de Burc Beach, Caterer, Lokanta’yı, 2003’te Numnum’ı, 2005’te Mikla’yı, 2006’da Erguvan’ı hizmete açmış.
Salondaki herkesin dikkatini, aramızdaki hanımefendilerin ise tüm erkek konuklara inat, özel ilgisini çeken bu delikanlıya dikkat etmek gerek… Onun adını sık sık duyacağız herhalde… Organik beslenme meselesiyle müthiş bir ‘konu yönetimi’ örneğini sergiliyor…
Konu yemekten açılmışken, CNBC-e Business’in bu ayki satısında jürisinde hasbelkader benim de bulunduğum bir seçimin sonuçları yayınlandı: “İstanbul’un en iyi business restoranları”… İlk 10’un arkasına bir tane Ankara bir adet de İzmir’den seçilmiş restoranlar eklenmiş… Sonuçlarda sürpriz yok. Ancak başka bir sürpriz var: Listenin hemen arkasındaki Ali Boratav’ın yazısı. Boratav’ın, “İş yemeğinde yemeğe ihanet!” başlıklı yazısının ana fikri şu: “Yemek bir keyiftir, iş ise çoklukla hayatın zorunluluk tarafını ifade eder.”… İçeriğine tam olarak katılmasam da yazı ilginç… Okunmalı…
Ya da pek çok süpermarket’in organik gıda reyonu bulundurduğunu…
Arada çok büyük fiyat farkları bulunmadığını… Organik gıdaya talep artıkça, fiyatların daha da ucuzlayacağını… Çeşidin artacağını…
Slowfood’un (yavaş beslenme) amblemini de (stilize edilmiş sümüklüböcek) kullanan ve “Fikir Sahibi Damaklar” adıyla biraraya gelen grubun, adam gibi yemek yeme kültürünü yeniden kazanmamız için çok önemli ve de keyifli işler yaptığını…
Pek çok “proses edilmiş” (süreçten geçmiş) gıdanın üzerindeki etiketlerden ‘içindekiler’ notlarını okumanın mini puntolar nedeniyle neredeyse mümkün olmadığını… “Fikir Sahibi Damaklar” adlı grubun bu notların daha iyi okunması için pratik büyüteçler dağıttığını…
O notları okuyanların yiyecek seçiminde çok daha ‘akıllı’ davranacaklarını… Anneanne, babaanne yemeklerinin sağlığını ve lezzet alışkanlığını unutmamamız gerektiğini… Lüfersiz bir İstanbul’un düşünülemeyeceğini… Lüferlerin neslinin tükenmemesi için birey olarak yapılabilecek çok önemli şeyler olduğunu… Bunun için bir imza kampanyası (http://fikirsahibidamaklar.blogspot.com) başlatıldığını (ben katıldım) biliyor muydunuz?
Siz biliyordunuz belki. Ben yeni öğrendim. Bir pişmanlık sardı her bir yanımı…
Tüm bunları ve yemek yeme alışkanlıklarımıza dair daha pek çok şeyi şöyle öğrendim:
Ana hedefi, başarılı fakat maddi durumu müsait olmayan iletişim fakültesi mezunlarına Türkiye’de ve daha az oranda da yurt dışında yüksek lisans bursu vermek olan ve tüm kârını bu işe ayıran Bersay İletişim Enstitüsü’nün “İletişimde Mükemmellik Seminerleri”, ikinci yıl programını tamamlanmak üzere… Bu haftaki bölümde Mehmet Gürs’ü dinledik...
Büyük olasılıkla tüm katılımcıların, ama şahsen benim bir anda yeme içme dünyamı alt üst ediverdi. Yargılarımı, bakış açımı, dünya görüşümü etkiledi…
Kendi ifadesine göre ilk kez böyle bir konuşma yapıyormuş…
Mehmet Gürs katılımcılara şöyle takdim edildi:
13 Aralık 1969 Finlandiya doğumlu. Asena Gürs ile evli. Bir oğlu var. İsveçce, İngilizce ve Fransızca biliyor. 1985-1989 yılları arasında Academie de Grenoble Istanbul’da “Biologie et Sciences de la Nature”; 1990-1993 yılları arasında da Amerika’da Johnson and Wales Univertsity’de Hotel, “Restaurant and Institutional Management” okumuş.
NTV’de Downtown televizyon yemek programı yapmış. Downtown Cookbook’u yayınlamış. Meğerse bu kitap, Türkiye’de yayınlanan ilk restoran kitabıymış. 2001’de Downtown ile en iyi restoran ödülünü (Timeout İstanbul) almış.
İtalya’da Slow Food-Salone del Gusto’da konuk şef olmuş. En İyi Şef Özel Başarı Ödülü’nü almış. NTV’de 13 bölümlük bir yemek programı yapmış: Lokantadan Eve...
Diğer yandan işadamı kimliğiyle de pekçok anlamlı işe imza atmış: 1996’da İstanbul Yiyecek İçecek’i kurmuş. 1996-2002 arasında Downtown’da kurucu ortak olmuş. Aynı zamanda şeflik yapmış. 2001’de NuTeras, 2002’de Burc Beach, Caterer, Lokanta’yı, 2003’te Numnum’ı, 2005’te Mikla’yı, 2006’da Erguvan’ı hizmete açmış.
Salondaki herkesin dikkatini, aramızdaki hanımefendilerin ise tüm erkek konuklara inat, özel ilgisini çeken bu delikanlıya dikkat etmek gerek… Onun adını sık sık duyacağız herhalde… Organik beslenme meselesiyle müthiş bir ‘konu yönetimi’ örneğini sergiliyor…
Konu yemekten açılmışken, CNBC-e Business’in bu ayki satısında jürisinde hasbelkader benim de bulunduğum bir seçimin sonuçları yayınlandı: “İstanbul’un en iyi business restoranları”… İlk 10’un arkasına bir tane Ankara bir adet de İzmir’den seçilmiş restoranlar eklenmiş… Sonuçlarda sürpriz yok. Ancak başka bir sürpriz var: Listenin hemen arkasındaki Ali Boratav’ın yazısı. Boratav’ın, “İş yemeğinde yemeğe ihanet!” başlıklı yazısının ana fikri şu: “Yemek bir keyiftir, iş ise çoklukla hayatın zorunluluk tarafını ifade eder.”… İçeriğine tam olarak katılmasam da yazı ilginç… Okunmalı…