Medya markaları yoluna devam eder
22 NİSAN 2007
Medyada da ciddi markalara pek bir şey olmaz. En fazla el değiştirirler. Yıllar öncesinde kapanmış olan Akis dergisinin hâlâ bir değeri vardır. Yayın hakkı kimde bilmiyorum. Ama bilen varsa sorsun, bakalım kaça devrederler imtiyaz hakkını...
Nokta da iyi bir markadır. Kapandığına bakmayın. Yakında birileri devreye sokar.
Yayın organları gibi yazarlar, yöneticiler ana marka için ‘koşan’ alt markalardır. Fatih Altaylı da güçlü bir markadır. Anlaşamadığımız konular olmuştur. Fatih’in bazı davranış ‘biçimleri’yle kesinlikle hemfikir değilim. Ama bu Fatih’in iyi gazeteci olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Nedenlerini bilmiyorum ama Fatih gibi bir yazar ve yönetici kaybedilmemeliydi. ‘Star’ yönetmek zordur... Denenmeliydi.
Sabah’a gelince... Sabah markasına bir şey olmaz. Turgay Ciner Bey geri alır mı, almaz mı, bilemem (oysa hikayeyi sinemada izlesek son sahnede Turgay Ciner Sabah’ın kapısından içeri tekrar girerdi)... Ama her şıkta TMSF meseleye bir marka yönetimi ciddiyeti ile yaklaşmalı; en azından Star TV’de başarıyla uyguladığı yöntemden vazgeçmemeli.
Bakalım Rifat Bey ne diyecek?
Medya, TOBB Sanayi Daire Başkanı Mustafa Lale ile İstanbul Sanayi Odası’ndan Caner Zanbak’ın Türkiye’nin sanayileşme sürecini geciktireceği gerekçesiyle Kyoto Sözleşmesi’ne karşı olduklarını yazdı. Hem de bu iki beyefendinin ağızlarından çıkanları ‘alıntılayarak’...
Biz de "Lale de kalmayacak Zanbak da" diye bir yazı yazdık. Kyoto, çok kaba özetle, dünyanın sonunu getireceği iddia edilen sera gazlarından (karbondioksit) ve bunun sonucu küresel ısınmadan söz ediyor. Anlaşma gereği bu gazların salınımı 1990’daki seviyenin altına indirilecek. Bu anlaşmayı ABD ve Avustralya’nın yanı sıra, bir de mahallenin elma şekeri ile kandırılmış küçük çocuğu durumundaki Türkiye imzalamamakta ısrar ediyor...
Yakın gelecekteki Başbakan adaylarımdan biri olarak dünya görüşünü ve politikalarını dikkatle izlediğim Rifat Hisarcıklıoğlu’nun başındaki TOBB’a bu ‘arkaik’ yaklaşımı yakıştıramamıştım...
TOBB Basın Danışmanı Murat Oray kardeşimiz aradı. Dedi ki:“Sayın Lale, basında yer aldığı şekliyle, Kyoto Anlaşması’nın imzalanmasına karşı çıkmıyor, Türkiye’nin mevcut statüsü ile anlaşmayı imzalamasına itiraz ediyor. Şu anda Türkiye'nin OECD ülkesi statüsünde anlaşmaya imza atmasının istendiğini belirten arkadaşımız, Türkiye'nin gelişmekte olan ülke statüsü veya özel bir statü ile imza koyması gerektiğini ifade ediyor. Meclis’deki sunumunda da bunu anlatmıştı.”
O sırada Rifat Bey Almanya’da Hannover Fuarı çıkarmasındaydı. Dönüşünde Özlem Gürses’in TV programına (Bildiğin Gibi Değil) teşrif ederlerse; ne diyeceklerini birinci elden öğreniriz. Umarım beni yanıltmazlar...
“Hadi gel bi yoğuşalım!”
Alarko’nun reklamını ilk gördüğüm andan itibaren bir korku filmi tadında beynimin içini kemiriyor: Yoğuşmalı Kombi... Yoğuşmanın ne demek olduğunu ben bilmiyorum. Benden sonraki kuşaklara sordum. Onlar da bilmiyor.
Üşenmiyorum. Türk Dil Kurumu’nun web sitesindeki sözlüğüne giriyorum. Önce yoğuşmak ne demek onu bulacağım. Gerisi sonraki iş... Yok...
Bu sefer Google’dan tarıyorum.
Nihayet!... Orada çıkan sözlüklerde var. Türk Tesisat Mühendisleri Derneği’nin web sitesi, İnşaat Mühendisliği Hakkında Her Şey adlı elektronik sözlük ve İngilizce – Türkçe sözlük. Şöyle diyorlar: “Gaz halinden sıvı haline sıcaklık veya basınç değişiminden dolayı olan geçiş...” Hiç yabancı değil, değil mi?..
Ya Ekşi Sözlük ne diyor: “1. Kulak memesi kıvamına gelerek Nirvana benzeri bir ruh haline ulaşmak... 2. İşteş bir fiil olması hasebiyle, karşılıklı bir süreci imler... Kendi kendine yoğuşulmaz, Okey’e dördüncü sendromu yaratır hulâsa:
- hadi gel, bi' yoğuşalım Vecdet..
- daha demin yoğuştuk be abicim, neyse tamam, 5 elde biter ama bak..”
Tamam yoğuşmak bu... Peki ‘yoğuşmalı’ ne demek?.. Reklamda anlatılıyor ama ben anlamadım...
Bir reklamın insanı bu kadar zorlaması ne kadar doğru?.. Oysa ürün iddialı. Örneğin küresel ısınmaya neden olan karbondioksit salınımını (emisyon) düşük seviyede tutmayı başarıyormuş. Sadece bu bile benim Alarko Yoğuşmalı Kombi’yi tercih etmeme neden olabilir...
Bana iyi geldiyse, tehlikeli...
Anavatan Partisi şu sıra atakta. Siyasi iletişim arenasını çok iyi kullanıyor. Umarız, tıknefes olup erken yorulmazlar. Çünkü siyasi iletişimde mesafeyi ve enerjiyi (özellikle de parasal kaynakları) doğru orantılamak lazım. Son 100 metre çok önemli...
Erkan Mumcu siyasi iletişimi iyi bilir. Bilir de uygular mı?.. Bu, soru işareti işte... Son reklam filmi gayet iyi. İstanbul Mecidiyeköy’deki duvar boyu afiş de öyle. Niçin çoklamazlar, başka semt ve binalara da yönelmezler bilinmez. “Telaş etme. Sabırlı ol, bekle. O da olacak!” dediğini duyar gibiyim. Ama öyle değil. Çoklamazsan, çarpan değil bölen etkisi yapar bu tür işler...
Mumcu’nun kendisi bir avantaj zaten. Onu kullanıyorlar. “Ben sizi taraf değil yeni bir hayat seçmeye çağırıyorum” mesajını da çok beğendim. Ben beğendiysem kötü... Genel seçmen kitlesini temsil etmiyorum. Filmde Mumcu’nun arkasındaki gereksiz kalabalık ve ‘zengin entelektüeli’ atmosferi endişemi doğruluyor.
İnşallah biçime takılmazlar
Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar bir yanda, Reagan ve Gorbaçov öteki yanda... Ne alaka?..
Şu alaka: Ağar ve Mumcu birlik işareti verdiler, ertesi gün de kalkıp tek tek konuşmaya başladılar ya. İşte anılarım beni bunun üzerine alıp Helsinki’deki tarihi buluşmaya götürdü.
Helsinki’ye Dünya PR Kongresi için gittiğimizde Finli arkadaşlar bize Gorbaçov’la Reagan’ın Soğuk Savaşı bitiren toplantılarını yaptıkları kongre merkezini uzun uzun gezdirdiler. Bu tür olaylarda pek sık karşılaştığımız gibi, bizim Lütfi Kırdar’ın yanında pek bir ahım şahım hali yoktu; ama onlar kongre salonunun iletişimini yapmakta ustaydılar.
Anlatılanlar içinde en ilginç olanı ise toplantının altı ay gecikmesinin sebebi. Heyetler altı ay toplantı odasındaki masanın biçimi üzerine tartışmışlar...
Onlar hiç değilse sonunda toplantıyı yapmayı başarmışlar. Mumcu ve Ağar ne yapar sizce?..
Amerikancılara uyarı
Uluslararası medyada CIA’in borazanı olarak bilinen CNN’in kurucusu Ted Turner bu hafta CBS’te David Letterman’ın konuğu idi. Altını çizdiği üç ana konu vardı: “Bir: Küresel ısınma sonucu insanlık, hemen önlem alınmazsa (Kyoto) bir iki yıl içinde geri dönülemeyecek noktaya gelecek (Lale ve Zanbak beylerin kulakları çınlasın). İki: Irak Savaşı tarihte verilmiş en aptal karardı. ABD Irak’tan hemen çekilmelidir. Çekilmezse maliyet çok daha yüksek olacaktır. Üç: Erkekler yönetimi kadınlara bırakmalıdır. Bunun için bir dönem seçimlerde erkeklerin aday olmasının yasaklanması yeterlidir...” Turner’dan diğer inciler şöyle: “Bizde 28.000 varken, bıraksınlar İran’ın da 10 tane nükleer bombası olsun... Küba’yı kapitalist yapmak çok kolaydı. Düşman yerine arkadaş olacak ve adaya turistleri salacaktık. Böylece onlar da bizim gibi materyalist olacaktı. İş bitecekti...”
Nasıl? Turner’ın yaşı mı çok ilerledi; yoksa ABD ve CIA resmi ideolojisi tornistan mı yapıyor? Bu sorunun yanıtını Türkiye’deki ABD takipçilerinin hemen vermesi gerekir; yoksa altlarından halı çekiliyor gibi olur... Bizden uyarması...
Nokta da iyi bir markadır. Kapandığına bakmayın. Yakında birileri devreye sokar.
Yayın organları gibi yazarlar, yöneticiler ana marka için ‘koşan’ alt markalardır. Fatih Altaylı da güçlü bir markadır. Anlaşamadığımız konular olmuştur. Fatih’in bazı davranış ‘biçimleri’yle kesinlikle hemfikir değilim. Ama bu Fatih’in iyi gazeteci olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Nedenlerini bilmiyorum ama Fatih gibi bir yazar ve yönetici kaybedilmemeliydi. ‘Star’ yönetmek zordur... Denenmeliydi.
Sabah’a gelince... Sabah markasına bir şey olmaz. Turgay Ciner Bey geri alır mı, almaz mı, bilemem (oysa hikayeyi sinemada izlesek son sahnede Turgay Ciner Sabah’ın kapısından içeri tekrar girerdi)... Ama her şıkta TMSF meseleye bir marka yönetimi ciddiyeti ile yaklaşmalı; en azından Star TV’de başarıyla uyguladığı yöntemden vazgeçmemeli.
Bakalım Rifat Bey ne diyecek?
Medya, TOBB Sanayi Daire Başkanı Mustafa Lale ile İstanbul Sanayi Odası’ndan Caner Zanbak’ın Türkiye’nin sanayileşme sürecini geciktireceği gerekçesiyle Kyoto Sözleşmesi’ne karşı olduklarını yazdı. Hem de bu iki beyefendinin ağızlarından çıkanları ‘alıntılayarak’...
Biz de "Lale de kalmayacak Zanbak da" diye bir yazı yazdık. Kyoto, çok kaba özetle, dünyanın sonunu getireceği iddia edilen sera gazlarından (karbondioksit) ve bunun sonucu küresel ısınmadan söz ediyor. Anlaşma gereği bu gazların salınımı 1990’daki seviyenin altına indirilecek. Bu anlaşmayı ABD ve Avustralya’nın yanı sıra, bir de mahallenin elma şekeri ile kandırılmış küçük çocuğu durumundaki Türkiye imzalamamakta ısrar ediyor...
Yakın gelecekteki Başbakan adaylarımdan biri olarak dünya görüşünü ve politikalarını dikkatle izlediğim Rifat Hisarcıklıoğlu’nun başındaki TOBB’a bu ‘arkaik’ yaklaşımı yakıştıramamıştım...
TOBB Basın Danışmanı Murat Oray kardeşimiz aradı. Dedi ki:“Sayın Lale, basında yer aldığı şekliyle, Kyoto Anlaşması’nın imzalanmasına karşı çıkmıyor, Türkiye’nin mevcut statüsü ile anlaşmayı imzalamasına itiraz ediyor. Şu anda Türkiye'nin OECD ülkesi statüsünde anlaşmaya imza atmasının istendiğini belirten arkadaşımız, Türkiye'nin gelişmekte olan ülke statüsü veya özel bir statü ile imza koyması gerektiğini ifade ediyor. Meclis’deki sunumunda da bunu anlatmıştı.”
O sırada Rifat Bey Almanya’da Hannover Fuarı çıkarmasındaydı. Dönüşünde Özlem Gürses’in TV programına (Bildiğin Gibi Değil) teşrif ederlerse; ne diyeceklerini birinci elden öğreniriz. Umarım beni yanıltmazlar...
“Hadi gel bi yoğuşalım!”
Alarko’nun reklamını ilk gördüğüm andan itibaren bir korku filmi tadında beynimin içini kemiriyor: Yoğuşmalı Kombi... Yoğuşmanın ne demek olduğunu ben bilmiyorum. Benden sonraki kuşaklara sordum. Onlar da bilmiyor.
Üşenmiyorum. Türk Dil Kurumu’nun web sitesindeki sözlüğüne giriyorum. Önce yoğuşmak ne demek onu bulacağım. Gerisi sonraki iş... Yok...
Bu sefer Google’dan tarıyorum.
Nihayet!... Orada çıkan sözlüklerde var. Türk Tesisat Mühendisleri Derneği’nin web sitesi, İnşaat Mühendisliği Hakkında Her Şey adlı elektronik sözlük ve İngilizce – Türkçe sözlük. Şöyle diyorlar: “Gaz halinden sıvı haline sıcaklık veya basınç değişiminden dolayı olan geçiş...” Hiç yabancı değil, değil mi?..
Ya Ekşi Sözlük ne diyor: “1. Kulak memesi kıvamına gelerek Nirvana benzeri bir ruh haline ulaşmak... 2. İşteş bir fiil olması hasebiyle, karşılıklı bir süreci imler... Kendi kendine yoğuşulmaz, Okey’e dördüncü sendromu yaratır hulâsa:
- hadi gel, bi' yoğuşalım Vecdet..
- daha demin yoğuştuk be abicim, neyse tamam, 5 elde biter ama bak..”
Tamam yoğuşmak bu... Peki ‘yoğuşmalı’ ne demek?.. Reklamda anlatılıyor ama ben anlamadım...
Bir reklamın insanı bu kadar zorlaması ne kadar doğru?.. Oysa ürün iddialı. Örneğin küresel ısınmaya neden olan karbondioksit salınımını (emisyon) düşük seviyede tutmayı başarıyormuş. Sadece bu bile benim Alarko Yoğuşmalı Kombi’yi tercih etmeme neden olabilir...
Bana iyi geldiyse, tehlikeli...
Anavatan Partisi şu sıra atakta. Siyasi iletişim arenasını çok iyi kullanıyor. Umarız, tıknefes olup erken yorulmazlar. Çünkü siyasi iletişimde mesafeyi ve enerjiyi (özellikle de parasal kaynakları) doğru orantılamak lazım. Son 100 metre çok önemli...
Erkan Mumcu siyasi iletişimi iyi bilir. Bilir de uygular mı?.. Bu, soru işareti işte... Son reklam filmi gayet iyi. İstanbul Mecidiyeköy’deki duvar boyu afiş de öyle. Niçin çoklamazlar, başka semt ve binalara da yönelmezler bilinmez. “Telaş etme. Sabırlı ol, bekle. O da olacak!” dediğini duyar gibiyim. Ama öyle değil. Çoklamazsan, çarpan değil bölen etkisi yapar bu tür işler...
Mumcu’nun kendisi bir avantaj zaten. Onu kullanıyorlar. “Ben sizi taraf değil yeni bir hayat seçmeye çağırıyorum” mesajını da çok beğendim. Ben beğendiysem kötü... Genel seçmen kitlesini temsil etmiyorum. Filmde Mumcu’nun arkasındaki gereksiz kalabalık ve ‘zengin entelektüeli’ atmosferi endişemi doğruluyor.
İnşallah biçime takılmazlar
Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar bir yanda, Reagan ve Gorbaçov öteki yanda... Ne alaka?..
Şu alaka: Ağar ve Mumcu birlik işareti verdiler, ertesi gün de kalkıp tek tek konuşmaya başladılar ya. İşte anılarım beni bunun üzerine alıp Helsinki’deki tarihi buluşmaya götürdü.
Helsinki’ye Dünya PR Kongresi için gittiğimizde Finli arkadaşlar bize Gorbaçov’la Reagan’ın Soğuk Savaşı bitiren toplantılarını yaptıkları kongre merkezini uzun uzun gezdirdiler. Bu tür olaylarda pek sık karşılaştığımız gibi, bizim Lütfi Kırdar’ın yanında pek bir ahım şahım hali yoktu; ama onlar kongre salonunun iletişimini yapmakta ustaydılar.
Anlatılanlar içinde en ilginç olanı ise toplantının altı ay gecikmesinin sebebi. Heyetler altı ay toplantı odasındaki masanın biçimi üzerine tartışmışlar...
Onlar hiç değilse sonunda toplantıyı yapmayı başarmışlar. Mumcu ve Ağar ne yapar sizce?..
Amerikancılara uyarı
Uluslararası medyada CIA’in borazanı olarak bilinen CNN’in kurucusu Ted Turner bu hafta CBS’te David Letterman’ın konuğu idi. Altını çizdiği üç ana konu vardı: “Bir: Küresel ısınma sonucu insanlık, hemen önlem alınmazsa (Kyoto) bir iki yıl içinde geri dönülemeyecek noktaya gelecek (Lale ve Zanbak beylerin kulakları çınlasın). İki: Irak Savaşı tarihte verilmiş en aptal karardı. ABD Irak’tan hemen çekilmelidir. Çekilmezse maliyet çok daha yüksek olacaktır. Üç: Erkekler yönetimi kadınlara bırakmalıdır. Bunun için bir dönem seçimlerde erkeklerin aday olmasının yasaklanması yeterlidir...” Turner’dan diğer inciler şöyle: “Bizde 28.000 varken, bıraksınlar İran’ın da 10 tane nükleer bombası olsun... Küba’yı kapitalist yapmak çok kolaydı. Düşman yerine arkadaş olacak ve adaya turistleri salacaktık. Böylece onlar da bizim gibi materyalist olacaktı. İş bitecekti...”
Nasıl? Turner’ın yaşı mı çok ilerledi; yoksa ABD ve CIA resmi ideolojisi tornistan mı yapıyor? Bu sorunun yanıtını Türkiye’deki ABD takipçilerinin hemen vermesi gerekir; yoksa altlarından halı çekiliyor gibi olur... Bizden uyarması...