Mehmet Okur treni kaçmasın
01 Mart 2007 - Marketing Türkiye
Herkesin yavaş yavaş seçim stresine girdiği bu yılın şu ana kadarki en önemli ve en keyifli gündem maddesi Mehmet Okur’un dünya basketbolunun zirvesi olan All-Star’a seçilip burada başarılı bir performans göstermesi.
Her yıl NBA’in en önemli aktivitesi olarak görülen ve bir önceki sezonun en başarılı performansını gösteren basketçilerin yer alabildiği bu maçta oynamak bir sporcunun bireysel anlamda ulaşacağı en üst noktalardan biri. Yani Memo’nun yaptığı işin Galatasaray’ın UEFA Kupası ve Süper Kupayı almasından, Milli Takım’ın 2002’deki Dünya üçüncülüğünden aşağı kalır yanı yok.
Mehmet Okur bu kadar başarılı olunca açıkçası öyle ya da böyle bu başarının temelinde söz hakkı olduğunu düşünenlerin ortaya çıkması ve büyük büyük laflar etmesi beklenirdi. “Mehmet çok çelimsizdi, onu bugünlere ben getirdim”, “NBA’ye gitmeyi aklından bile geçirmiyordu. Biz ittirdik” gibi.
Eşini dostunu bırakın, Okur’u yetiştiren ve bugünlere gelmesinde önemli rolleri olan Tofaş ve Efes Pilsen spor kulüplerinin yöneticileri bile çıkıp bu başarıdan kendilerine pay çıkarmay akalkmadılar. Açıkçası burada kulüp yöneticiliğinden ziyade kurum anlayışı ve ağırbaşlılığı ağır bastı sanki.
Peki Türkiye’den çıkmış böyle bir star’ın ‘marka yönetimi’ ne alemde, diye sormak gerekmiyor mu? Görünen o ki, Türkiye’nin en çok para kazanan sporcularının başında gelen Mehmet Okur, bu kadar şöhreti ve temiz sicilini hiçbir şekilde hak ettiği kadar paraya çeviremiyor.
Liberal ekonomide spor artık en gelişmiş sektörlerden bir olarak görülüyor. Sporcuların gelirini üç ayrı kategoride ele alıyorlar: Maaş, prim ve reklam-sponsorluk gelirşeri...
Marka olmuş ya da olmaya namzet bir sporcu bu kategorilerden birini es geçip diğerlerine ağırlık verme lüksüne sahip değil. Her üç kategoride de var ve başarılı olmalı. Sınırlı bir hedef kitlesi olan golfün süperstarı Tiger Woods’un yılda kazandığı 97.6 milyon doların sadece 10 milyon doları sporculuk başarısından. Geri kalanı Nike, Rolex, GM, American Express gibi sayısız sponsordan.
Sadece o mu, tenisçi Maria Sharapova’nın yıllık anlaşma yaptığı firmalar arasında Motorola, Colgate, Canon gibi devler var. Hiçbiri de “Başka bir firma varsa biz yokuz demiyor”, tersine ticari bir başarı gördükleri için kesenin ağzını açıyor.
Peki, Mehmet Okur’un sponsor sayısı sizce kaç? Resmi sitesindeki duruma bakarsak ne yazık ki sıfır. Bir süre Omo ile reklam ağırlıklı bir işbirliği yapan ve bu konuda sınıfı geçen Okur’un şu anda sponsordan geçilmiyor olması gerekirdi. Hedef kitlelerine özellikle gençlerin idolü olan bir isimle gitmeyi uygun gören ulusal ya da çok uluslu firmalar henüz altın yumurtlayan tavuğu keşfedemedi galiba. Ya da ülkenin sağlam markaları, şöhret – marka – iş hedefi üçgeninde Mehmet Okur fırsatını tam olarak göremiyorlar...
Az hamilelik olmaz
Bazı şeylerin az’ı olmaz. Örneğin hırsızlığın. Ya da örneğin homoseksüelliğin ve tabii ki hamilelik’in...
Businessweek’in 18 Şubat’ta piyasaya çıkan Türkiye edisyonunun 20. sayfasındaki 10 satırlık haberi okuyunca dergi yöneticilerinin yaptıklarının “az hamilelik” benzetmesine cuk oturduğunu görmemek mümkün değildi... Önce habere bakalım. Derginin kulis sayfasında “Gizli Müşteri Olduk” başlığı ile verilen haberde Turkcell’in öğrencilere dönük yeni bir reklam kampanyası hazırladığı ve kampanyada rakiplerinin de en önemli silahı olan “ucuz tarife” uygulamasına başvuracağı belirtilmiş.
Hemen hemen her büyük kampanya öncesi yapılan ‘focus grup’ toplantılardan birine büyük ihtimal kimliğini saklayarak katılan dergi muhabiri bu kampanya hakkında bilgi sahibi olmuş. Yani rakiplerini atlatmış. Buraya kadar herşey normal. Şimdi sıkı durun. Bu ülkenin en gözde sektörlerinden birinin lideri konumundaki şirketin sır gibi saklanan kampanyası ile ilgili katıldığı toplantıdan sonra muhabirimiz ne yazmış sizce?
Şunu yazmış: “Turkcell’in öğrencilere kendi aralarında 10 dakikası 1 kontöre konuşabilecekleri ‘Cep Kampüs’ isimli yeni bir fiyat tarifesi hazırladığını öğrendik”. Muhabir ve derginin önünde iki yol vardı: Ya fırsatını bulmuşken haberi bütün ayrıntısı ile vereceklerdi. Ya da etik bir duruş sergileyecekler ve muhabirin“Bu toplantıya kimliğimi gizleyip girdim. Burada şirketin gelecek planları ile ilgili bazı detaylar öğrendim ama gazeteci olmadığımı söylemediğim için bunları yazamam” şeklindeki tavrıyla veya dergi yönetiminin aynı içerikle habere ambargo koyması gündeme gelecekti...
Oysa bu haber nereden bakarsanız bakın tam da ‘az hamilelik’ örneği olmuş... Sadece yazmış olmak için yazılmış bir format kullanılmış sanki. O toplantıya katıldın mı, ya konuyu kapak olmak üzere içeride sayfalarca açıp kampanyayı en ince detayına kadar vereceksiniz; ya da Turkcell kampanyaya start verene kadar susacaksınız... İki sandalyeye oturmak çok tehlikelidir...
Her iletişimci bu galeriyi gezmeli
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin’in yıllardır yaptığı çalışmaları hayranlıkla izlerim. 10 yıl süresince yoğun ajandama rağmen fakültenin üçüncü ve yüksek lisans sınıflarına aksatmadan ders vermemin en büyük sebebi, Suat Hoca’ya verdiğim değer ve onun kıt imkanlara rağmen gerçekleştirdiği mucizeye küçük de olsa katkıda bulunma isteğim.
Gün geçmiyor ki Suat Gezgin’den buram buram yenilikçilik kokan bir gelişme gelmesin... Hocanın son bombası “Osmanlı’dan Bugüne İletişim Galerisi”. Başta Suat Hoca olmak üzere tüm fakültenin bu galeriyi kurmak için nasıl çaba harcadığını, sponsorları ikna etmeye çalıştıklarına yakından tanık oldum. 10 yıllık çalışmanın ürünü olan galeride Türk basın tarihinin 170 yıllık geçmişinden nadide parçalar bulunuyor. İlk Türkçe gazete, ilk mizah gazetesi, ilk dergi gibi yazılı ürünlerin yanısıra fotoğraf makineleri, radyolar, kameralar bugünkü Youtube jenerasyonuna, nereden nereye gelindiğini gösteriyor.
İletişim ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilenen herkesin muhakkak ziyaret etmesi gereken galerinin doğması biraz da sponsorlar Doğuş Holding ve Aydın Doğan Vakfı sayesinde gerçekleşmiş. Akıllarına sağlık...
Ölme kartalım ölme!
Reklamda eğri gagasıyla kocaman bir kartalbaşı var. Kartalın sırtına minik bir kuş konmuş. Metin şu: Kendi büyük, fiyatı küçük. Kartalın üzerinde “kendi büyük” yazısı, kartalın sırtına konmuş küçük kuşun üzerinde de “fiyatı küçük” yazısı yer almış. Altında “Falke Kombiler” diyor; onun da altında karınca duası ile yazılmış, bayilerin listesi var.
Çevremdekilere sordum: Sizce niye kartal görseli kullanılmış? Aldığım genel cevap şu oldu: Hiçbir fikrim yok! Hiçbir fikirleri olmamakta o kadar haklılar ki!
Kartalın yerine at, minik kuşun yerine tay kullansalar da olurmuş sanki... Ama olmaz! Çünkü marka Falke! Falke de Almancada ‘kartal’ demek...
Bunu tüketici anlayacak, resimle marka arasında bağlantı kuracak, gidip bir tane Falke Kombi alacak. Ölme kartalım (!) ölme...
Yabancılık çekmek için ille de fiilen ‘ecnebi’ olmak gerekmiyor... Kalıbımız yerli beynimizin ecnebi olması yeterli...
Her yıl NBA’in en önemli aktivitesi olarak görülen ve bir önceki sezonun en başarılı performansını gösteren basketçilerin yer alabildiği bu maçta oynamak bir sporcunun bireysel anlamda ulaşacağı en üst noktalardan biri. Yani Memo’nun yaptığı işin Galatasaray’ın UEFA Kupası ve Süper Kupayı almasından, Milli Takım’ın 2002’deki Dünya üçüncülüğünden aşağı kalır yanı yok.
Mehmet Okur bu kadar başarılı olunca açıkçası öyle ya da böyle bu başarının temelinde söz hakkı olduğunu düşünenlerin ortaya çıkması ve büyük büyük laflar etmesi beklenirdi. “Mehmet çok çelimsizdi, onu bugünlere ben getirdim”, “NBA’ye gitmeyi aklından bile geçirmiyordu. Biz ittirdik” gibi.
Eşini dostunu bırakın, Okur’u yetiştiren ve bugünlere gelmesinde önemli rolleri olan Tofaş ve Efes Pilsen spor kulüplerinin yöneticileri bile çıkıp bu başarıdan kendilerine pay çıkarmay akalkmadılar. Açıkçası burada kulüp yöneticiliğinden ziyade kurum anlayışı ve ağırbaşlılığı ağır bastı sanki.
Peki Türkiye’den çıkmış böyle bir star’ın ‘marka yönetimi’ ne alemde, diye sormak gerekmiyor mu? Görünen o ki, Türkiye’nin en çok para kazanan sporcularının başında gelen Mehmet Okur, bu kadar şöhreti ve temiz sicilini hiçbir şekilde hak ettiği kadar paraya çeviremiyor.
Liberal ekonomide spor artık en gelişmiş sektörlerden bir olarak görülüyor. Sporcuların gelirini üç ayrı kategoride ele alıyorlar: Maaş, prim ve reklam-sponsorluk gelirşeri...
Marka olmuş ya da olmaya namzet bir sporcu bu kategorilerden birini es geçip diğerlerine ağırlık verme lüksüne sahip değil. Her üç kategoride de var ve başarılı olmalı. Sınırlı bir hedef kitlesi olan golfün süperstarı Tiger Woods’un yılda kazandığı 97.6 milyon doların sadece 10 milyon doları sporculuk başarısından. Geri kalanı Nike, Rolex, GM, American Express gibi sayısız sponsordan.
Sadece o mu, tenisçi Maria Sharapova’nın yıllık anlaşma yaptığı firmalar arasında Motorola, Colgate, Canon gibi devler var. Hiçbiri de “Başka bir firma varsa biz yokuz demiyor”, tersine ticari bir başarı gördükleri için kesenin ağzını açıyor.
Peki, Mehmet Okur’un sponsor sayısı sizce kaç? Resmi sitesindeki duruma bakarsak ne yazık ki sıfır. Bir süre Omo ile reklam ağırlıklı bir işbirliği yapan ve bu konuda sınıfı geçen Okur’un şu anda sponsordan geçilmiyor olması gerekirdi. Hedef kitlelerine özellikle gençlerin idolü olan bir isimle gitmeyi uygun gören ulusal ya da çok uluslu firmalar henüz altın yumurtlayan tavuğu keşfedemedi galiba. Ya da ülkenin sağlam markaları, şöhret – marka – iş hedefi üçgeninde Mehmet Okur fırsatını tam olarak göremiyorlar...
Az hamilelik olmaz
Bazı şeylerin az’ı olmaz. Örneğin hırsızlığın. Ya da örneğin homoseksüelliğin ve tabii ki hamilelik’in...
Businessweek’in 18 Şubat’ta piyasaya çıkan Türkiye edisyonunun 20. sayfasındaki 10 satırlık haberi okuyunca dergi yöneticilerinin yaptıklarının “az hamilelik” benzetmesine cuk oturduğunu görmemek mümkün değildi... Önce habere bakalım. Derginin kulis sayfasında “Gizli Müşteri Olduk” başlığı ile verilen haberde Turkcell’in öğrencilere dönük yeni bir reklam kampanyası hazırladığı ve kampanyada rakiplerinin de en önemli silahı olan “ucuz tarife” uygulamasına başvuracağı belirtilmiş.
Hemen hemen her büyük kampanya öncesi yapılan ‘focus grup’ toplantılardan birine büyük ihtimal kimliğini saklayarak katılan dergi muhabiri bu kampanya hakkında bilgi sahibi olmuş. Yani rakiplerini atlatmış. Buraya kadar herşey normal. Şimdi sıkı durun. Bu ülkenin en gözde sektörlerinden birinin lideri konumundaki şirketin sır gibi saklanan kampanyası ile ilgili katıldığı toplantıdan sonra muhabirimiz ne yazmış sizce?
Şunu yazmış: “Turkcell’in öğrencilere kendi aralarında 10 dakikası 1 kontöre konuşabilecekleri ‘Cep Kampüs’ isimli yeni bir fiyat tarifesi hazırladığını öğrendik”. Muhabir ve derginin önünde iki yol vardı: Ya fırsatını bulmuşken haberi bütün ayrıntısı ile vereceklerdi. Ya da etik bir duruş sergileyecekler ve muhabirin“Bu toplantıya kimliğimi gizleyip girdim. Burada şirketin gelecek planları ile ilgili bazı detaylar öğrendim ama gazeteci olmadığımı söylemediğim için bunları yazamam” şeklindeki tavrıyla veya dergi yönetiminin aynı içerikle habere ambargo koyması gündeme gelecekti...
Oysa bu haber nereden bakarsanız bakın tam da ‘az hamilelik’ örneği olmuş... Sadece yazmış olmak için yazılmış bir format kullanılmış sanki. O toplantıya katıldın mı, ya konuyu kapak olmak üzere içeride sayfalarca açıp kampanyayı en ince detayına kadar vereceksiniz; ya da Turkcell kampanyaya start verene kadar susacaksınız... İki sandalyeye oturmak çok tehlikelidir...
Her iletişimci bu galeriyi gezmeli
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Suat Gezgin’in yıllardır yaptığı çalışmaları hayranlıkla izlerim. 10 yıl süresince yoğun ajandama rağmen fakültenin üçüncü ve yüksek lisans sınıflarına aksatmadan ders vermemin en büyük sebebi, Suat Hoca’ya verdiğim değer ve onun kıt imkanlara rağmen gerçekleştirdiği mucizeye küçük de olsa katkıda bulunma isteğim.
Gün geçmiyor ki Suat Gezgin’den buram buram yenilikçilik kokan bir gelişme gelmesin... Hocanın son bombası “Osmanlı’dan Bugüne İletişim Galerisi”. Başta Suat Hoca olmak üzere tüm fakültenin bu galeriyi kurmak için nasıl çaba harcadığını, sponsorları ikna etmeye çalıştıklarına yakından tanık oldum. 10 yıllık çalışmanın ürünü olan galeride Türk basın tarihinin 170 yıllık geçmişinden nadide parçalar bulunuyor. İlk Türkçe gazete, ilk mizah gazetesi, ilk dergi gibi yazılı ürünlerin yanısıra fotoğraf makineleri, radyolar, kameralar bugünkü Youtube jenerasyonuna, nereden nereye gelindiğini gösteriyor.
İletişim ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilenen herkesin muhakkak ziyaret etmesi gereken galerinin doğması biraz da sponsorlar Doğuş Holding ve Aydın Doğan Vakfı sayesinde gerçekleşmiş. Akıllarına sağlık...
Ölme kartalım ölme!
Reklamda eğri gagasıyla kocaman bir kartalbaşı var. Kartalın sırtına minik bir kuş konmuş. Metin şu: Kendi büyük, fiyatı küçük. Kartalın üzerinde “kendi büyük” yazısı, kartalın sırtına konmuş küçük kuşun üzerinde de “fiyatı küçük” yazısı yer almış. Altında “Falke Kombiler” diyor; onun da altında karınca duası ile yazılmış, bayilerin listesi var.
Çevremdekilere sordum: Sizce niye kartal görseli kullanılmış? Aldığım genel cevap şu oldu: Hiçbir fikrim yok! Hiçbir fikirleri olmamakta o kadar haklılar ki!
Kartalın yerine at, minik kuşun yerine tay kullansalar da olurmuş sanki... Ama olmaz! Çünkü marka Falke! Falke de Almancada ‘kartal’ demek...
Bunu tüketici anlayacak, resimle marka arasında bağlantı kuracak, gidip bir tane Falke Kombi alacak. Ölme kartalım (!) ölme...
Yabancılık çekmek için ille de fiilen ‘ecnebi’ olmak gerekmiyor... Kalıbımız yerli beynimizin ecnebi olması yeterli...