Melekler yoksa dişi mi?
30 MART 2003
Geçen hafta medyamızın baş tâcı ikinci sayfa haberi. Hülya Avşar – Duygu Asena tartışmasıydı... Bir ara iki veciz kelamla Petek Dinçöz Hanımefendi’nin de katıldığı katma değeri son derece yüksek bu tartışmayı merakla izledim. Hatta daha da ileri gidip İ.Ü. İletişim Fakültesi son sınıfı öğrencilerime de sordum: “Bunun sonunda hangisi itibar kaybına uğrar?”
Hepsi ateş gibi yetişiyor. Çoğunluk bildi cevabı: Duygu Asena!
Pekiyi neden? Yine bildiler: ”Çünkü Avşar’ın söyledikleri halkın değerlerine uygun da ondan!”
Cevap doğru fakat eksikti. Çünkü Duygu Asena’nın da söyledikleri, sayıları Hülya Avşar’ınki kadar çok olmasa da kendi hedef kitlesinin değerlerine uygundu. Asena, sayıları birkaç onbin de olsa, Batı referanslarıyla yetişmiş feministleri kucaklıyordu. (THY Halkla İlişkiler Daire Başkanı arkadaşımız Faik Akın bu ‘bir kaç onbin’ için, işi biraz da abartarak “Entel, bar duduları” der, hayli kızdırırdı sevgili Duygu’yu)
O halde tam doğru yanıt ne? Belki şu olabilir: Geniş kitle açısından bakıldığında Hülya Hanım kısa vadede daha az zararla çıkar bu tartışmadan. Fakat uzun vadede her ikisi de itibar yitirirler... Bilinen sözü hatırlayalım: “İki testiyi birbirine çarparsanız; biri kırılırsa, öteki mutlaka çatlar”...
Ama her ikisinden daha fazla itibar yitirecek bir taraf var. O da medya... Dünya toz duman... İnsanlar sokak ortasında boğazlanıyor... Bir millet itilip kakılıp, şiddetle “özgürleştiriliyor”. Ülkenin ekonomisi belirsizlikler içinde. Hükümet karnından konuşuyor. TÜSİAD, ABD parlamentosundan daha radikal Amerikancı... Medyamızda her gün en az dörtte bir sayfa Hülya-Duygu atışması...
Hani, Fatih Sultan Mehmet dayanmış Bizans kapılarına... Girdi girecek... Bizans kilisesi ulemaları toplanmış tartışıyormuş: “Melekler dişi midir, erkek mi?”...
Fazıl Laurent’a karşı
İki yıl kadar önce Havaalanından yurt dışına çıkarken kendime bir çakmak almıştım. Yves Saint Laurent marka. Gümrüksüz satış yapan mağaza kapı gibi garanti belgesini imzalayıp vermişti. Şehir içindeki şubesinin adresi de belgenin içinde yazıyordu.
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Çebime sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan ‘yarı kellere’ döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Saint Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine ‘ekli belge’ olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. ‘Saatçı Fazıl’, bir an bile tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayalım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdadıma yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gökyüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir ögeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gökyüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Bize ulaşan açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam, Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği her şey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?”, herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Bir zamanlar TRT’de Cevat M. Altar’ın sunduğu “İzahlı Müzik Saati” diye harika bir program vardı. Şimdi de TV’lerde “İzahlı reklamlar” diye bir program herhalde iyi iş yapardı.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaksın... Harika! Bir iletişimci hizmetlisi olarak ne zaman yeni bir şey öğrensem, işte böyle sevinirim. Teşekkürler Olips!
Unutulmaya yüz tutmuş değerler
Lowe Reklam Ajans’ının başarılı patroniçesi ve Reklamcılar Derneği’nin acar Başkanı Nesteren Davutoğlu o mektubu bana yazmasaydı da “Gönderilmemiş Mektuplar”ı mutlaka izleyecektim.
Kadir İnanır ve Türkan Şoray benim kuşağımın starları. Ben starlarıma hep sâdık oldum.
Niyetim Nesteren Hanım’ın yapımcılığını üstendiği film üzerine yazmak değil. Gidin görün. Benim ilgimi çeken Nesteren Davutoğlu’nun kendisi. Onun adanmışlığı, duyarlılığı... Varını yoğunu, onlardan da öte zamanını adamış bu filme. “Gene aynı kararı verir miydim, diye kendime sorduğumda, cevabım ‘Evet!” diyor mektubunda...
‘Neşeli cahiliye devri’ ile kesintiye uğramış, unutulmaya yüz tutmuş ‘değerler’i bize bir kez daha hatırlattığı için kutluyorum Nesteren’i. Sinemadan kazandıklarını sinemaya yatırmadıkları için sektörü geliştirmeyenlere inat, reklamcılıktan kazandıklarını yata, kata, kadına; İsviçre’ye, Kanada’ya, cafcaflı ofislere yatıranlara inat...
Robert Kennedy’ye atfedilen o söz bir kez daha çınladı kulaklarımda:”Bazıları ‘şeyleri’ olduğu gibi görür ve bunları açıklamaya çalışır. Bazıları ise hiç olmayan ‘şeyleri’ düşlerler ve ‘Neden olmasın?’ diye sorarlar. Tarihi yapan işte bu ikinci türden insanlardır...”
Davutoğlu’nun tarih yapacağını iddia etmiyorum. İnandığı işe kendini adama, başladığı işi en iyi şekilde bitirme, iş ciddiyeti ve tutarlılık konusunda hepimize örnek olduğu için candan kutluyorum.
Demek kolay, ya yapmak...
Bir konu ancak bu kadar iyi yönetilebilir. KoçBank kredi kartının mesajı ne kadar net anlaşılıyor değil mi: “Kredi kartları sizi boğazlıyorlar. Kredi kartları bazen birbirlerini de boğazlıyorlar. Onlara olan borcunuzu biz üstlenip, makul taksitlerle sizden almaya razıyız”...
50 kişiyle bir mini anket yaptım. Herkes aynı mesajı almış. Bir de satış hedefleri tuttuysa dört dörtlük iş demektir. Durum böyleyken filmle ilgili, yok Matrix’den arakmış, yok korku filmi gibi imiş, yok rekabete karşı agresifmiş. Hepsi lafı güzaf.
Son dönemde Tansaş başlattı. Burada da konsept aynı. Öyle bir farklılık yakala ki, rakibe fark atsın. İlk sen söyle. Sonra rakibin “Ben de yaptım” derse, sana hizmet etsin. Ardından bunu, işini iyi yapan, kendini değil ürünü sattıran biriyle TV’ye aktar. Demesi kolay, yapması o kadar değil. Bu farklılığı yaratmak için ciddi risk almak, sözünün arkasında durmak için seferber olmak gerek.
Tansaş başardı. Ona şimdi de KoçBank kredi kartı eklendi. KoçBank’ın bu konsepti reklamdan PR’a nasıl taşıyacağını merakla bekliyorum.
Kısa... Kısa...
· Dört tane kitap var önümde. Dördünü de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Reklamcılık Vakfı yayınlarından. Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıradışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkinci Kitap Derin Yayınları’ndan. Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Lütfedip beni de almış kitabına Alâeddin Hoca... Üçüncüsü bir MedyaCat yapımı tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss pek çok vaka analizi almışlar kitaplarına: “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Phoenix Yayınları çıkarmış. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”.
· Zorlu Grubu 50. yılını kutluyor. Kutlamaların başlama vuruşu için Zeki ve Ahmet Nazif Zorlu kardeşler, grubu gelecek 50 yıllara taşıyacağına inandıkları 500 üst düzey yöneticisine bir yemek verdiler. İki kardeş çok ilginç birer konuşma yaptı. “Pamuktan Chip’e” diye tanımladıkları ‘koşu’nun kilometre taşlarını anlattılar. Zeki Bey’in 8 yaşındayken babalarının minicik tezgâhından başlayarak dünyanın dev kuruluşlarından biri haline nasıl geldiklerini anlattığı ilginç öykü, iş hayatındaki herkese ders niteliğindeydi. ‘3+1’ diye özetlenebilir işin sırrı: Ülkeye, kuruma, aileye güven ve dürüstlük...
· Çevremdekilerle iddiaya girdim: BJK-Lazio maçı Irak Savaşı’ndan daha çok izlenecek. İddiayı kazandım ama halkımızın ortak ruhî şekillenmesini tanıma konusunda bir miktar yanılmışım. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Tüm izleyicilerde o akşam ‘raiting’ sıralaması şöyle: 1. Zerda (15) 2. BJK-Lazio (14) 3. Hayat Bilgisi (11) 4. ATV Ana Haber (8.3) Bunun sorumlusu necip Türk milleti değil tabiî ki. Siyasi iletişimi yönetemeyenler utansın.
· İpek Kâğıt Genel Müdürü A. Baki Gökçümen ile Pazarlama ve Satış Hizmetleri Müdürü Müjde Şahin bir önceki hafta yayınlanmış olan yazımızla ilgili bir mektup göndermişler. Bir araştırmadan söz ediyorlar. Buna göre “Süper Anne” reklam filmi hedef kitlenin %95’i tarafından hatırlanmış. %85’i tarafından beğenilmiş. En akılda kalan görüntüler ise, annenin duvara tırmandığı, masayı tersten sildiği sahnelermiş. %83 ise ilk alış verişte Selpak Havlu satın alabileceklerini söylemiş. Kadınların reklamlarda yanlış konumlandırılmalarını sorgulayanların bilgilerine sunulur.
1. KoçBank Kredi Kartı
2. Tansaş ‘Tüketici Hakları’
3. Turkcell ‘Biz üniversiteliyiz’
4. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
5. ECA
6. Coca-Cola ‘Herkes için’
7. Audi
8. Duru ’22 saniye’
9. Nike (Çöp adam)
10. Pepsi (Araya giren pankart)
Hepsi ateş gibi yetişiyor. Çoğunluk bildi cevabı: Duygu Asena!
Pekiyi neden? Yine bildiler: ”Çünkü Avşar’ın söyledikleri halkın değerlerine uygun da ondan!”
Cevap doğru fakat eksikti. Çünkü Duygu Asena’nın da söyledikleri, sayıları Hülya Avşar’ınki kadar çok olmasa da kendi hedef kitlesinin değerlerine uygundu. Asena, sayıları birkaç onbin de olsa, Batı referanslarıyla yetişmiş feministleri kucaklıyordu. (THY Halkla İlişkiler Daire Başkanı arkadaşımız Faik Akın bu ‘bir kaç onbin’ için, işi biraz da abartarak “Entel, bar duduları” der, hayli kızdırırdı sevgili Duygu’yu)
O halde tam doğru yanıt ne? Belki şu olabilir: Geniş kitle açısından bakıldığında Hülya Hanım kısa vadede daha az zararla çıkar bu tartışmadan. Fakat uzun vadede her ikisi de itibar yitirirler... Bilinen sözü hatırlayalım: “İki testiyi birbirine çarparsanız; biri kırılırsa, öteki mutlaka çatlar”...
Ama her ikisinden daha fazla itibar yitirecek bir taraf var. O da medya... Dünya toz duman... İnsanlar sokak ortasında boğazlanıyor... Bir millet itilip kakılıp, şiddetle “özgürleştiriliyor”. Ülkenin ekonomisi belirsizlikler içinde. Hükümet karnından konuşuyor. TÜSİAD, ABD parlamentosundan daha radikal Amerikancı... Medyamızda her gün en az dörtte bir sayfa Hülya-Duygu atışması...
Hani, Fatih Sultan Mehmet dayanmış Bizans kapılarına... Girdi girecek... Bizans kilisesi ulemaları toplanmış tartışıyormuş: “Melekler dişi midir, erkek mi?”...
Fazıl Laurent’a karşı
İki yıl kadar önce Havaalanından yurt dışına çıkarken kendime bir çakmak almıştım. Yves Saint Laurent marka. Gümrüksüz satış yapan mağaza kapı gibi garanti belgesini imzalayıp vermişti. Şehir içindeki şubesinin adresi de belgenin içinde yazıyordu.
Aynı günlerde makam şoförü arkadaşımız Şenol Bey, Üsküdar’daki Saatçı* Fazıl’dan Momentus marka bir saat almış. Ne garanti belgesi var, ne de parlak, afili kutusu... Adam kartını vermiş sadece.
Çebime sokup çıkarırken benim çakmağın üzerindeki sırça kısa zamanda soyuldu. Saçı tam dökülmediği için daha da itici bir hal alan ‘yarı kellere’ döndü. Biliyorsunuz bu durumda en doğru yol saçları 3 numaraya vurdurmaktır, oradan alıp buraya atarak kelliği örtmeye çalışmak değil...
Biz çakmağı 3 numaraya vurduramayacağımıza göre, belgede yazan adrese gönderdik. Mağaza dekor açısından süpermiş. Havasından geçilmiyormuş. Görevliler de çok net konuşmuşlar: “Kullanıcı hatası. Yapabileceğimiz bir şey yok.”..
Bilinçli bir tüketici olarak çakmağın her iki yüzünün dijital kamera ile fotoğrafını çektirdim. Yves Saint Laurent’in web sitesinden e-posta adresini buldum. Fotoğrafları müşteri ilişkileri servisine ‘ekli belge’ olarak gönderdim. Sonra beklemeye başladım. Onlar da kararlı bir şekilde sessizliklerini sürdürdüler.
Şenol Bey, Saatçı Fazıl’dan aldığı saatin alt kapağını geçenlerde düşürmüş. Bir daha da bulamamış. Ücreti neyse ödeyip, yeni bir kapak taktırmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuş. ‘Saatçı Fazıl’, bir an bile tereddüt etmeden saati değiştirmiş ve kendisine yepyeni bir Momentus vermiş...
Müşteri değeri ve müşteri ilişkilerini doğru yönetmenin ne kadar önemli olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek görmüyorum. Son gelişme ile noktalayalım bu konuyu: Yves Saint Laurent bildiğiniz gibi battı. Üsküdarlı Saatçı Fazıl da Kadıköy’de şube açmış...
*Firma kendisine “Saatçı” demeyi uygun bulmuş, “Saatçi” değil. Onun için öyle yazdım...
Olips’den iletişim dersi
Olips’i severek yerim. Hele otel salonlarında can sıkıcı bir konuşma izlemek zorundaysam... Masalara çanaklar içinde serpiştirilmiş Olips’ler uyanık kalmak için can simidi gibi imdadıma yetişirler. Bir de otomobil sporlarına verdikleri destek ve sponsorlukları nedeniyle ayrı bir yeri vardır gönlümde.
Olips’in arkasındaki marka Kent. Kent’in bayramlarda yayınlanan o duygusal reklamlarını da her zaman “doğru” bulmuşumdur. Hedef kitleye ve iş hedefine uygunluğu tartışılmaz doğrusu.
Olips’in son reklamını gördüğümüzde ailece şaşırdık. Hepimizi bir hüzün kapladı. Çocuğun annesi ölmüş. Gökyüzünden oğluna sesleniyor. Taa oralardan oğlunun sağlığı ile ilgileniyor... Bazılarımız “Yok canım olmaz. Kadıncağız ölmemiştir. Böyle ölümcül bir ögeyi reklamda kullanmış olamazlar” diye itiraz ediyor. Bazılarımız ise “Baksana kadın melek olmuş gökyüzünden konuşuyor” diye karşı çıkıyor.
Tam birbirimizi yemek üzereydik ki, İdea Halkla İlişkiler’den Sevinç Çakmaz hanım imdadımıza yetişti. Bize ulaşan açıklaması şöyle:
“Sayın Ali Saydam, Reklam sektöründeki deneyim ve yorumlarınıza verdiğimiz önemden dolayı; geçtiğimiz günlerde yayınlanmaya başlayan Kent - Olips reklam filminin senaryosunun vermek istediği ana mesajı ekte sizinle paylaşmak istedik.
Erol’un annesi ölü değil; öbür dünyadan da konuşmuyor. Söylediği her şey, “Yine incecik çıkmışsın!”, “Sıktın mı portakal suyunu?” “Şeker mi yiyorsun sabah sabah?”, herkesin kendi annesinden sıkça duyduğu, hatta beyinlere kazınmış, bu dünyaya ait sözler. Neden gökyüzünde belirip bulutların arasından konuştuğuna gelince, bunun birkaç farklı yorumu olabilir… Sembolik bir yaklaşımla, Erol çocukluktan çıkmış olsa da, annesinin hâlâ, her adımda yanında olduğunu, onu izlediğini gösteriyor. Psikoanalitik bir yaklaşımla, anne Erol’a doğruları gösteren bir üst benlik vazifesinde. Sinematik bir yaklaşımla, izleyenler için, Woody Allen’ın New York Üçlemesi adlı filmdeki hikayesine gönderme yapıyor. Ve reklamsal bir yaklaşımla da, annenin Erol’u direkt karşısına alıp konuşmasından çok daha ilginç!”
Sevinç Hanımdan Allah razı olsun. Böylece bu reklam filminin ne demek istediğini öğrenmiş olduk.
Bir zamanlar TRT’de Cevat M. Altar’ın sunduğu “İzahlı Müzik Saati” diye harika bir program vardı. Şimdi de TV’lerde “İzahlı reklamlar” diye bir program herhalde iyi iş yapardı.
Reklam filminin ne demek istediğini, mesajını en yalın ve net bir şekilde iletmesi gerektiğini, iletişimin birinci kuralı olarak bellemiştik. Bu şekilde ikinci kuralı da öğrenmiş bulunuyoruz. Önce reklam filmini TV kanallarından yayınlayacaksın. Arkasından herkese açıklama gönderip filmde ne denmek istendiğini anlatacaksın... Harika! Bir iletişimci hizmetlisi olarak ne zaman yeni bir şey öğrensem, işte böyle sevinirim. Teşekkürler Olips!
Unutulmaya yüz tutmuş değerler
Lowe Reklam Ajans’ının başarılı patroniçesi ve Reklamcılar Derneği’nin acar Başkanı Nesteren Davutoğlu o mektubu bana yazmasaydı da “Gönderilmemiş Mektuplar”ı mutlaka izleyecektim.
Kadir İnanır ve Türkan Şoray benim kuşağımın starları. Ben starlarıma hep sâdık oldum.
Niyetim Nesteren Hanım’ın yapımcılığını üstendiği film üzerine yazmak değil. Gidin görün. Benim ilgimi çeken Nesteren Davutoğlu’nun kendisi. Onun adanmışlığı, duyarlılığı... Varını yoğunu, onlardan da öte zamanını adamış bu filme. “Gene aynı kararı verir miydim, diye kendime sorduğumda, cevabım ‘Evet!” diyor mektubunda...
‘Neşeli cahiliye devri’ ile kesintiye uğramış, unutulmaya yüz tutmuş ‘değerler’i bize bir kez daha hatırlattığı için kutluyorum Nesteren’i. Sinemadan kazandıklarını sinemaya yatırmadıkları için sektörü geliştirmeyenlere inat, reklamcılıktan kazandıklarını yata, kata, kadına; İsviçre’ye, Kanada’ya, cafcaflı ofislere yatıranlara inat...
Robert Kennedy’ye atfedilen o söz bir kez daha çınladı kulaklarımda:”Bazıları ‘şeyleri’ olduğu gibi görür ve bunları açıklamaya çalışır. Bazıları ise hiç olmayan ‘şeyleri’ düşlerler ve ‘Neden olmasın?’ diye sorarlar. Tarihi yapan işte bu ikinci türden insanlardır...”
Davutoğlu’nun tarih yapacağını iddia etmiyorum. İnandığı işe kendini adama, başladığı işi en iyi şekilde bitirme, iş ciddiyeti ve tutarlılık konusunda hepimize örnek olduğu için candan kutluyorum.
Demek kolay, ya yapmak...
Bir konu ancak bu kadar iyi yönetilebilir. KoçBank kredi kartının mesajı ne kadar net anlaşılıyor değil mi: “Kredi kartları sizi boğazlıyorlar. Kredi kartları bazen birbirlerini de boğazlıyorlar. Onlara olan borcunuzu biz üstlenip, makul taksitlerle sizden almaya razıyız”...
50 kişiyle bir mini anket yaptım. Herkes aynı mesajı almış. Bir de satış hedefleri tuttuysa dört dörtlük iş demektir. Durum böyleyken filmle ilgili, yok Matrix’den arakmış, yok korku filmi gibi imiş, yok rekabete karşı agresifmiş. Hepsi lafı güzaf.
Son dönemde Tansaş başlattı. Burada da konsept aynı. Öyle bir farklılık yakala ki, rakibe fark atsın. İlk sen söyle. Sonra rakibin “Ben de yaptım” derse, sana hizmet etsin. Ardından bunu, işini iyi yapan, kendini değil ürünü sattıran biriyle TV’ye aktar. Demesi kolay, yapması o kadar değil. Bu farklılığı yaratmak için ciddi risk almak, sözünün arkasında durmak için seferber olmak gerek.
Tansaş başardı. Ona şimdi de KoçBank kredi kartı eklendi. KoçBank’ın bu konsepti reklamdan PR’a nasıl taşıyacağını merakla bekliyorum.
Kısa... Kısa...
· Dört tane kitap var önümde. Dördünü de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Reklamcılık Vakfı yayınlarından. Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıradışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkinci Kitap Derin Yayınları’ndan. Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Lütfedip beni de almış kitabına Alâeddin Hoca... Üçüncüsü bir MedyaCat yapımı tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss pek çok vaka analizi almışlar kitaplarına: “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Phoenix Yayınları çıkarmış. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”.
· Zorlu Grubu 50. yılını kutluyor. Kutlamaların başlama vuruşu için Zeki ve Ahmet Nazif Zorlu kardeşler, grubu gelecek 50 yıllara taşıyacağına inandıkları 500 üst düzey yöneticisine bir yemek verdiler. İki kardeş çok ilginç birer konuşma yaptı. “Pamuktan Chip’e” diye tanımladıkları ‘koşu’nun kilometre taşlarını anlattılar. Zeki Bey’in 8 yaşındayken babalarının minicik tezgâhından başlayarak dünyanın dev kuruluşlarından biri haline nasıl geldiklerini anlattığı ilginç öykü, iş hayatındaki herkese ders niteliğindeydi. ‘3+1’ diye özetlenebilir işin sırrı: Ülkeye, kuruma, aileye güven ve dürüstlük...
· Çevremdekilerle iddiaya girdim: BJK-Lazio maçı Irak Savaşı’ndan daha çok izlenecek. İddiayı kazandım ama halkımızın ortak ruhî şekillenmesini tanıma konusunda bir miktar yanılmışım. Bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Tüm izleyicilerde o akşam ‘raiting’ sıralaması şöyle: 1. Zerda (15) 2. BJK-Lazio (14) 3. Hayat Bilgisi (11) 4. ATV Ana Haber (8.3) Bunun sorumlusu necip Türk milleti değil tabiî ki. Siyasi iletişimi yönetemeyenler utansın.
· İpek Kâğıt Genel Müdürü A. Baki Gökçümen ile Pazarlama ve Satış Hizmetleri Müdürü Müjde Şahin bir önceki hafta yayınlanmış olan yazımızla ilgili bir mektup göndermişler. Bir araştırmadan söz ediyorlar. Buna göre “Süper Anne” reklam filmi hedef kitlenin %95’i tarafından hatırlanmış. %85’i tarafından beğenilmiş. En akılda kalan görüntüler ise, annenin duvara tırmandığı, masayı tersten sildiği sahnelermiş. %83 ise ilk alış verişte Selpak Havlu satın alabileceklerini söylemiş. Kadınların reklamlarda yanlış konumlandırılmalarını sorgulayanların bilgilerine sunulur.
1. KoçBank Kredi Kartı
2. Tansaş ‘Tüketici Hakları’
3. Turkcell ‘Biz üniversiteliyiz’
4. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
5. ECA
6. Coca-Cola ‘Herkes için’
7. Audi
8. Duru ’22 saniye’
9. Nike (Çöp adam)
10. Pepsi (Araya giren pankart)