‘Merdivenaltı’ ve ‘Kara propaganda’ yakında iflas eder…
15 Ağustos 2011 - Marketing türkiye
Bizim gibi ülkelerde, ve yine bizim gibi ‘rüştünü ispat etmeye çalışan sektörlerde’ şirketleri sadece cirolarına, danışmanlık gelirlerine göre kıyaslamak yeterli değildir. Bizim sektör firmalarını, ödedikleri muhtasar, KDV ve gelir vergilerine göre kıyaslamak daha yerinde olur… Çünkü ‘etik’, lafta değil, ahlaki gevezelikte değil, şeffaf muhasebede başlar…
Türkiye içinden geçmekte olduğu dönüşüm (transformasyon) sürecinde kayıt dışı ekonomi ile, ‘merdivenaltı’ ile mücadele edecektir… Etmek zorundadır… Sadece perakendede kaçak 90 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Yani devlet, yani bizler, yılda en az 15-20 milyar dolar zarara uğramaktayız. Sırf ‘Merdivenaltı tayfası” daha çok kazansın, haksız rekabetini sürdürsün, diye…
Vergisini, KDV’sini adam gibi ödeyen, bu yüzden de maliyetleri bir miktar yukarıda olanla, güne “Nasıl yaparım da muhtasarı, sigortayı, KDV’yi, gelir vergisini ödemem” diye başlayanın, ‘Merdivenaltı uyanıklarının’ aralarındaki haksız rekabet yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.
Merdivenaltı kuytulukları, sigara dumanını, kifayetsiz muhterisleri ve dedikoducuları sever. “Yetersizliği” kendilerinde değil başkalarında arayanları, “değerimi bilemediler” diye yakınanları, “Ne diyorsun; sahi mi?” sorusunu çok sevenleri, yapması gereken işi erteleyip yararsız, kof muhabbetler yapmayı tercih edenleri, zamanını yönetme arzusu duymayanları ama hep çok yakınanları, her daim halinden şikayetçi olanları ve ille de ille sinsileri çok sever merdivenaltları...
Bu tür gölgeli mekânların temiz olmayan kokusunu ilk iki üç dakika içinde alıp da terk etmeyenlerin ortak noktaları, bir dünya görüşü sahibi olmamaları, oluşturma yolunda çaba harcamamaları ve yaşamları boyunca hadi “hakikat”ten vazgeçtim, “gerçeklik” denilen ve akılla kavranması mümkün olabilen olguları, var oluş nedenlerini ve gidişatlarını bir an için bile olsa “merak” etmemeleridir.
“İşin aslı” meselesi, kafalarında yer etmediği için “neden-sonuç” ilişkisi, dolayısıyla akıl da gerektirmeyen dedikodularla oyalanmak ve gerçekliklerden uzak, kendilerinin oluşturduğu yapay bir ilişkiler ağında bata çıka yaşayıp gitmek ve nihayet işini adam gibi yapanlara karşı ‘spin doctor’luk (üç kâğıt) ve ‘kara propaganda’ gibi araçlarla saldırmak, onların tercih ettikleri bir yaşam biçimidir...
Sizin aklınız, mesleğinin kuramcılarını, tarihini, nereden gelip nereye gittiğini, ülkesindeki ve dünyadaki rakiplerini merak etmeyen birinin, iletişimin özüyle ilgileneceğini ve bu özle irtibat kurabileceği kanalların arayışı içinde olabileceğini kesiyor mu?
Merdivenaltı tutsaklarının zararları, sadece kendilerine olsa, şu sıcak Ağustos günlerinde onlarla zaman harcamak abesle iştigal olurdu. “Laf uçar”, deyip geçmek mümkünken, “yazı kalır”ı önemsemenin bir tek nedeni olabilir, o da ‘hoş ve de boş’ yoldan, kendine, geleceğine entelektüel yatırım yapmadan, emek harcamadan, para kazanılabileceğini sanmaya yatkın gençlerden bir ikisinin ve bir ihtimal kurtarılabileceğine inanmak. Başka bir şey değil…
Perde arkasında duran bir merdivenaltıcının nelere kadir olduğunu ölçmek zordur. Merdivenaltıcı, zayıf karakterlidir... Bu, hedef seçtiği kişi ya da kurumu mağdur edemeyeceği anlamına gelmez.
Merdivenaltıcı’nın vicdani zekâsı ve sorumlulukları gelişmemiştir. Bu da, hedef seçtiği kişi ya da kurumu mağdur edemeyeceği anlamına gelmez.
O, yalanını canlı ve tedavülde tutabilmek için ortaya attığı “yetersizlik isnadı”nı duyurabileceği alanların kuytu köşelerine ulaşmayı deneyecek ve bir başkasından aynı yalanı işittiği an, “Ne diyorsun? Sahi mi?” diyerek ilk kez duyan kişi rolüne soyunacak; kara propogandasının zaferiyle yaşadığı hazla heyecanlanacaktır.
Tüm sektörlerde olduğu gibi bizim sektörde de bu tür göz boyamacı ‘spin doctor’lara ve onların kara propagandalarına karşı durabilmenin ve direnebilmenin tek yolu vardır. Onlar gibi olamamak, onlar gibi davranmamak, ne pahasına olursa olsun, hangi kriz ortamı ile karşılaşılırsa karşılaşılsın, kayıt dışından kayıt içine geçmek, merdiven altından merdiven üstüne çıkmak…
Ya bu yoldan geçilecektir, ya da bu yoldan geçilecektir…
Bizim Y Kuşağı’nın sırrı ne acaba?..
Interpro Medya, Bilişim Zirvesi ’11 ile ilgili etkinliklerden bir tanesi için bir basın bülteni yollamış…
Başlık şöyle: “Michael McQueen ile Y Kuşağı’nın şifreleri çözülüyor”…
İletişim, ilişki yönetimi konularında böyle başlıklara rastladığımda hafifçe irkilirim… Çünkü bu işlerde, kesinlik, yerel değerler, duyarlılıklar, kültürel renklerle şekillenir. Her ülkenin gençliğinin “ortak ruhi şekillenmesi” birbirinden tamamen farklıdır…
İletişim ve ilişki yönetimindeki bu ‘millilik unsuru’ iddiasını ille de bizim 2005’te yayınladığımız “Algılama Yönetimi”adlı kitaptan yola çıkarak tartışmak gerekmiyor. İki araştırmaya bakmak yeterli:
Birincisi; geçen haftalar içinde bu sayfalarda da sözünü ettiğimiz “Dünya Değerler Araştırması”nın tamamı ve içindeki Türkiye ayağı… (Bkz. www.worldvaluessurvey.org veya www.bahcesehir.edu.tr/habergoster/index/hid/664)...
İkincisi; Kültür Üniversitesi’nin Konda’ya yaptırdığı Türkiye Gençlik Araştırması (Bkz. www.haberler.com/turkiye-genclik-arastirmasi-sonuclari-2750946-haberi)...
Peki Michael McQueen Bey’in ‘marka vaadi’ ne oluyormuş:
Şöyle yazıyor bültende:
“Y Kuşağı diye adlandırılan, 1980 sonrasında doğmuş ve teknolojiyi bir yaşam biçimi olarak benimsemiş genç kuşağın dilinden en iyi anlayan isimlerden biri; Y Kuşağı Uzmanı Michael McQueen ilk kez Türkiye’ye geliyor. McQueen, Y kuşağının beklentilerini irdeleyerek onları çalışan olarak verimli kılmaya ve tüketici olarak kazanmaya yönelik ipuçları verecek.”
“ICT Summit Eurasia – Bilişim Zirvesi ’11’in konuşmacıları arasında genç kuşağın dünya çapında en önemli stratejistlerinden biri olarak tanınan Avustralyalı Michael McQueen de yer alıyor. Son altı yılda, dört kıtada 100 binin üzerinde yöneticiye Y Kuşağı’na ulaşmanın yollarını anlatan McQueen, nesiller arası sınırları ortadan kaldırmanın ipuçlarını verecek. Y Kuşağı profilini masaya yatırarak hem aile içinde, hem iş dünyasında, hem de tüketici olarak onlarla doğru iletişimi kurmanın reçetesini sunacak. Günümüzün 40 yaş üstü yöneticileri ile Y Kuşağı’nın verimli çalışma yollarını ele alacak McQueen, ayrıca Y Kuşağı’nı hedefleyen markaların satış ve pazarlama yöntemlerini bu kuşağın beklentilerini göz önünde tutarak nasıl şekillendirmesi gerektiğini anlatacak.”
“Bilişim Zirvesi ’11’in ikinci gününde de, “Y Kuşağı ve Kurumsal Kültürlerin Zorunlu Dönüşümü” konulu, yarım günlük özel bir workshop (çalıştay) gerçekleştirecek.”
Nasıl?
En çok da ‘Reçete’ sözcüğüne takıldım… Git izle McQueen’i, Y Kuşağı’nı nasıl avucunun içine alacağını bul; ondan sonra gelsin satışlar, paracıklar…
Ben şahsen katılmayı düşünüyorum… Avustralya’dan bakıldığında bizim gençlik bakalım nasıl gözüküyor? Buradan nasıl gözüktüğünü yukarıda sözünü ettiğimiz iki araştırmadan biraz biliyoruz da… Avustralya ve evrensel bakış da çok mühim tabii…
Belagatı güçlü olan kazanır mı?
Bizim milletin ortak davranış özelliklerinin listesini yapmaya kalkışsak, herhalde ağzı laf yapanlara temkinli yaklaştığı yolundaki gözlemi de maddeler arasında koymamız gerekirdi. Güzel konuşarak etkilemek arzusu ya da “fiş-priz” uyumu gibi bu arzunun karşılığını verir biçimde “bin git” laflardan etkilenmek, insana dair evrensel bir özellik olmasına rağmen bizim halkımızın “etkilendiği -ya da etkilediğini- gizleme” duygusunun ağır bastığına da çeşitli vesilelerle tanık olmuşuzdur. Geçenlerde Cem Yılmaz’ın, “Tevazu, bu toprakların pin kodudur” diyen müthiş saptamasını aktarmıştım. “Belagatının gücüyle etkileyen kişi”nin tevazu gereği olarak zaferini gizlemesini anlıyorum da, “etkilenen kişi”lerin hoşlanma duygusunu yansıtmaktaki cimriliğini anlayabilmek kolay değil...
Hele ilişki ve iletişim süreçlerindeki maharete mesleklerinde büyük ihtiyaç duyanlar için “etkilemek ve etkilenmek” sözcüklerinin taşıdığı anlamın gücünün gramla ölçebilecek kadar somut olduğuna hiç çekinmeden bahse girerim.
Etkilemek bir sanattır. Peki ya etkilenmek?
Etkileme becerisini gösteren kişi, hedef kitlesini ya da muhataplarını avucuna almayı başarmış biri olarak, etkilenmeye direnç gösterenleri, dolayısıyla kendi varlığına karşı temkinli yaklaşanları da ikna etmiş demektir.
Management Center Türkiye Genel Müdürü Tanyer Sönmezer dostum, Anglo-Sakson kültürünün gerektirdiği sunum içeriği ile bizim alıştığımız sunum tarzının farklı olduğuna işaret ederek şöyle demiş:
“Kendi coğrafyasından uzaklaşan insanlar Anglo-Sakson kültürüyle eğitilince konuya o kültürle bakıyor ve yerel kültüre sunum yapmaya çalıştığında da verim alamıyor. (...) Bizim coğrafyamızda dikkatin dağılma süresi 7 dakikadır. 7 dakika içinde muhakkak bir aksiyon olmalı. Dikkatin dağılmasını önlemek için görsel değişikliği, ses değişikliği ya da genel anlamda hareket değişikliği gereklidir.” (25.07.2011 tarihli Hürriyet İK eki)
Sunum yapma teknikleri üzerine benim aklıma ilk gelen isimlerden biri olan arkadaşımız Nihal Şirin de eğitimlerinde “Sesiniz ruh halinizi yansıtır. Konuşurken sesinizi dinleyin. Sizin için doğal ses tonunuzda konuşun” der. Bir de sunuma başlamadan önce “psikolojik kontrat imzalamanın önemi”ni şöyle hatırlatır: “Konu vaadinizi çerçeveleyerek söze başlayın.”
Bir de sunum sırasında aklı yerinden çıkacakmış gibi heyecanlanan arkadaşlarımız vardır ki, pekçok okurumuzun da topluluk karşısında konuşma sıkıntısından muzdarip olduğunu bildiğimden onların ruh halinden özellikle söz etmek istedim. Sahneye çıkmasına beş-on dakika kalmış olan bir arkadaşımız, “Akvaryumda balık gibi hissediyorum kendimi. Sanki herkes sadece sudaki manevralarıma odaklanarak beni izliyor ve artistik hareketler çekemeyeceğimi bildiğim için soluksuz kalmışcasına eksikleniyorum.” demişti. Bu arkadaşımız, Nihal Şirin’in böylesi durumlar için geçerli olan önerisinden çok yararlandığını da anlatmıştı: “Aklını kullanabilen herkes heyecanını yönetebilir. Sizi dinleyenlerle eşitlenerek konuşmaya girin. Ne biz aşağıdayız ve onlar yukarıda; ne de onlar yukarıda ve biz aşağıdayız. Bir de konuya hakim olmadığımızda heyecanlanırız. Konunuza hakim olun...”
Tanyer’e de Nihal’e de katılıyorum. Belki eklemekte yarar olabilir:
Belagatın gücü elbette önemlidir ama bir yere kadardır. En iyi anlatan kazanmaz. Nihal’in sözünü ettiği “konuya hakimiyet”; yani bilgi ve bu bilgiyi aktarırken anlatıcıya hakim olan duygu, sanıldığından daha da önemlidir. Mizah duygusu olmayan bir anlatıcının muhataplarını kavrayabileceğine hiç inanmadım. Çünkü; sahnedeki kişi sadece ard arda sıraladığı cümlelerin anlamlarını aktarmaz; kendisinin ne anlama geldiğini de aktarır.
Türkiye içinden geçmekte olduğu dönüşüm (transformasyon) sürecinde kayıt dışı ekonomi ile, ‘merdivenaltı’ ile mücadele edecektir… Etmek zorundadır… Sadece perakendede kaçak 90 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Yani devlet, yani bizler, yılda en az 15-20 milyar dolar zarara uğramaktayız. Sırf ‘Merdivenaltı tayfası” daha çok kazansın, haksız rekabetini sürdürsün, diye…
Vergisini, KDV’sini adam gibi ödeyen, bu yüzden de maliyetleri bir miktar yukarıda olanla, güne “Nasıl yaparım da muhtasarı, sigortayı, KDV’yi, gelir vergisini ödemem” diye başlayanın, ‘Merdivenaltı uyanıklarının’ aralarındaki haksız rekabet yavaş yavaş ortadan kalkacaktır.
Merdivenaltı kuytulukları, sigara dumanını, kifayetsiz muhterisleri ve dedikoducuları sever. “Yetersizliği” kendilerinde değil başkalarında arayanları, “değerimi bilemediler” diye yakınanları, “Ne diyorsun; sahi mi?” sorusunu çok sevenleri, yapması gereken işi erteleyip yararsız, kof muhabbetler yapmayı tercih edenleri, zamanını yönetme arzusu duymayanları ama hep çok yakınanları, her daim halinden şikayetçi olanları ve ille de ille sinsileri çok sever merdivenaltları...
Bu tür gölgeli mekânların temiz olmayan kokusunu ilk iki üç dakika içinde alıp da terk etmeyenlerin ortak noktaları, bir dünya görüşü sahibi olmamaları, oluşturma yolunda çaba harcamamaları ve yaşamları boyunca hadi “hakikat”ten vazgeçtim, “gerçeklik” denilen ve akılla kavranması mümkün olabilen olguları, var oluş nedenlerini ve gidişatlarını bir an için bile olsa “merak” etmemeleridir.
“İşin aslı” meselesi, kafalarında yer etmediği için “neden-sonuç” ilişkisi, dolayısıyla akıl da gerektirmeyen dedikodularla oyalanmak ve gerçekliklerden uzak, kendilerinin oluşturduğu yapay bir ilişkiler ağında bata çıka yaşayıp gitmek ve nihayet işini adam gibi yapanlara karşı ‘spin doctor’luk (üç kâğıt) ve ‘kara propaganda’ gibi araçlarla saldırmak, onların tercih ettikleri bir yaşam biçimidir...
Sizin aklınız, mesleğinin kuramcılarını, tarihini, nereden gelip nereye gittiğini, ülkesindeki ve dünyadaki rakiplerini merak etmeyen birinin, iletişimin özüyle ilgileneceğini ve bu özle irtibat kurabileceği kanalların arayışı içinde olabileceğini kesiyor mu?
Merdivenaltı tutsaklarının zararları, sadece kendilerine olsa, şu sıcak Ağustos günlerinde onlarla zaman harcamak abesle iştigal olurdu. “Laf uçar”, deyip geçmek mümkünken, “yazı kalır”ı önemsemenin bir tek nedeni olabilir, o da ‘hoş ve de boş’ yoldan, kendine, geleceğine entelektüel yatırım yapmadan, emek harcamadan, para kazanılabileceğini sanmaya yatkın gençlerden bir ikisinin ve bir ihtimal kurtarılabileceğine inanmak. Başka bir şey değil…
Perde arkasında duran bir merdivenaltıcının nelere kadir olduğunu ölçmek zordur. Merdivenaltıcı, zayıf karakterlidir... Bu, hedef seçtiği kişi ya da kurumu mağdur edemeyeceği anlamına gelmez.
Merdivenaltıcı’nın vicdani zekâsı ve sorumlulukları gelişmemiştir. Bu da, hedef seçtiği kişi ya da kurumu mağdur edemeyeceği anlamına gelmez.
O, yalanını canlı ve tedavülde tutabilmek için ortaya attığı “yetersizlik isnadı”nı duyurabileceği alanların kuytu köşelerine ulaşmayı deneyecek ve bir başkasından aynı yalanı işittiği an, “Ne diyorsun? Sahi mi?” diyerek ilk kez duyan kişi rolüne soyunacak; kara propogandasının zaferiyle yaşadığı hazla heyecanlanacaktır.
Tüm sektörlerde olduğu gibi bizim sektörde de bu tür göz boyamacı ‘spin doctor’lara ve onların kara propagandalarına karşı durabilmenin ve direnebilmenin tek yolu vardır. Onlar gibi olamamak, onlar gibi davranmamak, ne pahasına olursa olsun, hangi kriz ortamı ile karşılaşılırsa karşılaşılsın, kayıt dışından kayıt içine geçmek, merdiven altından merdiven üstüne çıkmak…
Ya bu yoldan geçilecektir, ya da bu yoldan geçilecektir…
Bizim Y Kuşağı’nın sırrı ne acaba?..
Interpro Medya, Bilişim Zirvesi ’11 ile ilgili etkinliklerden bir tanesi için bir basın bülteni yollamış…
Başlık şöyle: “Michael McQueen ile Y Kuşağı’nın şifreleri çözülüyor”…
İletişim, ilişki yönetimi konularında böyle başlıklara rastladığımda hafifçe irkilirim… Çünkü bu işlerde, kesinlik, yerel değerler, duyarlılıklar, kültürel renklerle şekillenir. Her ülkenin gençliğinin “ortak ruhi şekillenmesi” birbirinden tamamen farklıdır…
İletişim ve ilişki yönetimindeki bu ‘millilik unsuru’ iddiasını ille de bizim 2005’te yayınladığımız “Algılama Yönetimi”adlı kitaptan yola çıkarak tartışmak gerekmiyor. İki araştırmaya bakmak yeterli:
Birincisi; geçen haftalar içinde bu sayfalarda da sözünü ettiğimiz “Dünya Değerler Araştırması”nın tamamı ve içindeki Türkiye ayağı… (Bkz. www.worldvaluessurvey.org veya www.bahcesehir.edu.tr/habergoster/index/hid/664)...
İkincisi; Kültür Üniversitesi’nin Konda’ya yaptırdığı Türkiye Gençlik Araştırması (Bkz. www.haberler.com/turkiye-genclik-arastirmasi-sonuclari-2750946-haberi)...
Peki Michael McQueen Bey’in ‘marka vaadi’ ne oluyormuş:
Şöyle yazıyor bültende:
“Y Kuşağı diye adlandırılan, 1980 sonrasında doğmuş ve teknolojiyi bir yaşam biçimi olarak benimsemiş genç kuşağın dilinden en iyi anlayan isimlerden biri; Y Kuşağı Uzmanı Michael McQueen ilk kez Türkiye’ye geliyor. McQueen, Y kuşağının beklentilerini irdeleyerek onları çalışan olarak verimli kılmaya ve tüketici olarak kazanmaya yönelik ipuçları verecek.”
“ICT Summit Eurasia – Bilişim Zirvesi ’11’in konuşmacıları arasında genç kuşağın dünya çapında en önemli stratejistlerinden biri olarak tanınan Avustralyalı Michael McQueen de yer alıyor. Son altı yılda, dört kıtada 100 binin üzerinde yöneticiye Y Kuşağı’na ulaşmanın yollarını anlatan McQueen, nesiller arası sınırları ortadan kaldırmanın ipuçlarını verecek. Y Kuşağı profilini masaya yatırarak hem aile içinde, hem iş dünyasında, hem de tüketici olarak onlarla doğru iletişimi kurmanın reçetesini sunacak. Günümüzün 40 yaş üstü yöneticileri ile Y Kuşağı’nın verimli çalışma yollarını ele alacak McQueen, ayrıca Y Kuşağı’nı hedefleyen markaların satış ve pazarlama yöntemlerini bu kuşağın beklentilerini göz önünde tutarak nasıl şekillendirmesi gerektiğini anlatacak.”
“Bilişim Zirvesi ’11’in ikinci gününde de, “Y Kuşağı ve Kurumsal Kültürlerin Zorunlu Dönüşümü” konulu, yarım günlük özel bir workshop (çalıştay) gerçekleştirecek.”
Nasıl?
En çok da ‘Reçete’ sözcüğüne takıldım… Git izle McQueen’i, Y Kuşağı’nı nasıl avucunun içine alacağını bul; ondan sonra gelsin satışlar, paracıklar…
Ben şahsen katılmayı düşünüyorum… Avustralya’dan bakıldığında bizim gençlik bakalım nasıl gözüküyor? Buradan nasıl gözüktüğünü yukarıda sözünü ettiğimiz iki araştırmadan biraz biliyoruz da… Avustralya ve evrensel bakış da çok mühim tabii…
Belagatı güçlü olan kazanır mı?
Bizim milletin ortak davranış özelliklerinin listesini yapmaya kalkışsak, herhalde ağzı laf yapanlara temkinli yaklaştığı yolundaki gözlemi de maddeler arasında koymamız gerekirdi. Güzel konuşarak etkilemek arzusu ya da “fiş-priz” uyumu gibi bu arzunun karşılığını verir biçimde “bin git” laflardan etkilenmek, insana dair evrensel bir özellik olmasına rağmen bizim halkımızın “etkilendiği -ya da etkilediğini- gizleme” duygusunun ağır bastığına da çeşitli vesilelerle tanık olmuşuzdur. Geçenlerde Cem Yılmaz’ın, “Tevazu, bu toprakların pin kodudur” diyen müthiş saptamasını aktarmıştım. “Belagatının gücüyle etkileyen kişi”nin tevazu gereği olarak zaferini gizlemesini anlıyorum da, “etkilenen kişi”lerin hoşlanma duygusunu yansıtmaktaki cimriliğini anlayabilmek kolay değil...
Hele ilişki ve iletişim süreçlerindeki maharete mesleklerinde büyük ihtiyaç duyanlar için “etkilemek ve etkilenmek” sözcüklerinin taşıdığı anlamın gücünün gramla ölçebilecek kadar somut olduğuna hiç çekinmeden bahse girerim.
Etkilemek bir sanattır. Peki ya etkilenmek?
Etkileme becerisini gösteren kişi, hedef kitlesini ya da muhataplarını avucuna almayı başarmış biri olarak, etkilenmeye direnç gösterenleri, dolayısıyla kendi varlığına karşı temkinli yaklaşanları da ikna etmiş demektir.
Management Center Türkiye Genel Müdürü Tanyer Sönmezer dostum, Anglo-Sakson kültürünün gerektirdiği sunum içeriği ile bizim alıştığımız sunum tarzının farklı olduğuna işaret ederek şöyle demiş:
“Kendi coğrafyasından uzaklaşan insanlar Anglo-Sakson kültürüyle eğitilince konuya o kültürle bakıyor ve yerel kültüre sunum yapmaya çalıştığında da verim alamıyor. (...) Bizim coğrafyamızda dikkatin dağılma süresi 7 dakikadır. 7 dakika içinde muhakkak bir aksiyon olmalı. Dikkatin dağılmasını önlemek için görsel değişikliği, ses değişikliği ya da genel anlamda hareket değişikliği gereklidir.” (25.07.2011 tarihli Hürriyet İK eki)
Sunum yapma teknikleri üzerine benim aklıma ilk gelen isimlerden biri olan arkadaşımız Nihal Şirin de eğitimlerinde “Sesiniz ruh halinizi yansıtır. Konuşurken sesinizi dinleyin. Sizin için doğal ses tonunuzda konuşun” der. Bir de sunuma başlamadan önce “psikolojik kontrat imzalamanın önemi”ni şöyle hatırlatır: “Konu vaadinizi çerçeveleyerek söze başlayın.”
Bir de sunum sırasında aklı yerinden çıkacakmış gibi heyecanlanan arkadaşlarımız vardır ki, pekçok okurumuzun da topluluk karşısında konuşma sıkıntısından muzdarip olduğunu bildiğimden onların ruh halinden özellikle söz etmek istedim. Sahneye çıkmasına beş-on dakika kalmış olan bir arkadaşımız, “Akvaryumda balık gibi hissediyorum kendimi. Sanki herkes sadece sudaki manevralarıma odaklanarak beni izliyor ve artistik hareketler çekemeyeceğimi bildiğim için soluksuz kalmışcasına eksikleniyorum.” demişti. Bu arkadaşımız, Nihal Şirin’in böylesi durumlar için geçerli olan önerisinden çok yararlandığını da anlatmıştı: “Aklını kullanabilen herkes heyecanını yönetebilir. Sizi dinleyenlerle eşitlenerek konuşmaya girin. Ne biz aşağıdayız ve onlar yukarıda; ne de onlar yukarıda ve biz aşağıdayız. Bir de konuya hakim olmadığımızda heyecanlanırız. Konunuza hakim olun...”
Tanyer’e de Nihal’e de katılıyorum. Belki eklemekte yarar olabilir:
Belagatın gücü elbette önemlidir ama bir yere kadardır. En iyi anlatan kazanmaz. Nihal’in sözünü ettiği “konuya hakimiyet”; yani bilgi ve bu bilgiyi aktarırken anlatıcıya hakim olan duygu, sanıldığından daha da önemlidir. Mizah duygusu olmayan bir anlatıcının muhataplarını kavrayabileceğine hiç inanmadım. Çünkü; sahnedeki kişi sadece ard arda sıraladığı cümlelerin anlamlarını aktarmaz; kendisinin ne anlama geldiğini de aktarır.