Merhaba!
20 aRALIK 2002
İlk kez karşılaştığımıza göre tanışmakta yarar var.
Siz beni bilemeyebilirsiniz. Ben sizi tanıyorum.
Yayıncılık yaptığım yıllardan (1978’den sonra 12 yıl Milliyet Grubu, Sabah Grubu, Güneş Yayıncılık)...
İletişim danışmanlığı yaptığım yıllardan (1990’dan sonra 12 yıl, Bersay İletişim Danışmanlığı)...
TRT ve Kanal7’de yaptığım programlardan (son 4-5 yıl)
Yani işim gereği 24 yıldır sizlerle ilgili okumadığım araştırma kalmadı, desem yeridir.
Buna rağmen sık sık şaşırtırsınız beni. Toynbee, “Türkler Batılıları her zaman şaşırtmışlardır” diye yazmıştı. Ben batılı değilim ama yine de şaşırırım sizlerle ilgili zaman zaman...
Bizim hayatımızın her yanını kaplamış olan vefa, gönül, namus gibi kavramların Batı dillerinde karşılıklarının bulunmaması şaşırtmaz beni; fakat Türkiye’deki pek çok dükkânın adının yabancı dilde olmasına şaşırır dururum...
Yanılmıyorsam bir tek Karaman Belediyesi ile ikinci bir belediye daha müdahale ediyormuş bu işe...
Harry Porter ve Pockemon’un Türkiye’de öteki ülkelerin tersine deliler gibi iş yapmamasını, yerli dizileri yabancı dizilerden daha çok beğenmemizi, Türkiye’de üretilen mütevazı bütçeli reklam filmlerinin yabancı ülkelerde üretilen, astronomik rakamlara mal olmuş ve tercüme edilip gösterilen yapımlara oranla bizi çok daha fazla etkilemesini anlıyorum...
Ama Galatasaray yabancı takımlardan gol yedikçe bizim üst kattaki komşular dahil pek çok Fenerbahçelinin sevinçten tepinmesine aklım ermiyor. Bırakın milliyetçi duyguları, hangi Türk takımı kazanırsa kazansın, ülke puanını yükselttiğinden tüm takımlara yaramaz mı yabancı takımlar karşısında alınan galibiyetler...
Yani anlayacağınız sizlerle ilgili öğrenecek daha çok şeyim var...
Marka olmak ekonomik olmak
26 yıllık dostumuz Sezen Aksu ve sevgili Fatih Terim ile girdiğimiz iş ilişkilerinden her zaman çok şey öğrenmişizdir.
Her ikisi de kendi markalarını korumak için müthiş bir “ekonomi” uygularlar. Amiyane tabirle, birileri bir yerden bir salatalık gösterdiler mi, bilinçli bilinçsiz tuzluğu kaptıkları gibi oraya seğirtmezler.
Belli bir stratejileri vardır. Zaman zaman medya mensuplarını kızdırmayı da göze alarak, iletişimlerini ancak stratejileri gereği kendi bildikleri gibi yönetirler. Bir iki istisnai durum dışında onlarda hatır gönül işe yaramaz. Dostları da bunu bilir. Israrcı olmazlar.
Onlardan şu anki AK Parti iktidarı mensuplarının da öğrenecekleri çok şey var...
Sezen Aksu ve Fatih Terim’den sadece siyasilerimizin değil tüm yöneticilerimizin öğrenecekleri şeyler vardır. Her ikisi de performanslarını yukarıda tutmayı bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir. Bu performansı kimsenin engellemesine izin vermezler.
Her ikisi de ileriye dönük bakışlarında özgün analiz sistemlerine sahiptirler. Sezen, “Türk halkı kadın şarkıcılarda kalın, erkek şarkıcılarda ince sesi beğenir” der ve gerek kendi gerekse yetiştirdiği starlara bu anlayışa göre beste yapardı. Terim, “Türk halkına en uygun sistem”i kendi adını taşıyan not kâğıdına çizdiğinde, “Elmasa benziyor değil mi”, demişti “Ama ancak kendi ekseni etrafında hızla sağa sola dönebilirse parlar” demişti. Elması hiçbir zaman kırdırmamıştır Terim.
Aksu da Terim de yaptıkları işin ekonomisi ile son derce ilgilidirler. Çok parlak oldukları ve herkesin beğenisini kazandığı halde ilgili firmaları satış hedeflerine ulaştırmayan ve biraz da bu yüzden bazılarının batmalarına neden olan reklam filmleri gibi işler yapmazlar yani... Terim, şuursuzca paraca harcayarak elde edilecek başarıları hedeflemez, Sezen Aksu ekonomik başarının, ancak itibarla birlikte bir anlam taşıyacağına inanır.
GÜÇ KİRLENMESİ
İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşım Erol Evgin, şöhretinin doruk noktasındaydı. Açıkhava Tiyatrosunda konseri vardı. Konser sonrası ailece Tarabya’daki Kıyı Restoranda balık yemeye gidecektik. Eşlerimiz önden gitti. Ben de kuliste bekliyordum. Konser bitti. Alkış devam etti. Erol bir şarkı daha söyledi. Sonra kulise geldi. Devam eden alkışı dinlemeye başladı. “Hadisene” dedim. “Bis yaptın işte”... “Dur!” dedi, alkışları dinlemeye devam ederken, “Bir noktası var bunun. Onu kaçırırsan sonra ‘Yuh’a döner...”
Yıllar sonra “liderlerde güç kirlenmesi” üzerine kafa patlatmaya başladığımda hep bu anı gelmiştir aklıma.
Özellikle liderlerin, hele de şu sıra AK Parti iktidarı önde gelenlerinin dikkat etmesi gereken çok önemli bir nokta bu. AKP’liler, şimdiden “güç kirlenmesi” , “yüz eskimesi”, “mesaj karmaşası” fazına girdiler bile.
Nazım Hikmet “Taranta Babu’ya Mektuplar” adlı eserinde “Mussolini çok konuşuyor Taranta Babu. Çok korktuğu için çok konuşuyor” diye yazmış... Tabii insan sadece korktuğu için değil, zaman zaman da iletişimi yönetmeyi bilmediği için de çok konuşur, ya da hiç konuşmaz. “Mesaj kirlenmesi” girdabına bir girdiniz mi, algılatmak istediğiniz hiç bir şeyi doğru dürüst algılatamazsınız...
Pastavilla sosu yiyin!
Yukarıdaki başlığı Pastavilla’nın şu sıra etrafta asılı ışıklı poster panolarını desteklemek için attık. Çünkü o afişler Pastavilla’yı da sosunu da sattırmaz.
Pastavilla halktan her kesimin satın alabileceği bir ürün. Yolda giderken halk kafasını kaldırıp bir bakacak...
”Ana!”... Karşısında Marlon Brando...
Hangi filmden acaba, diye soracak kendi kendine.
Yıllarca önce oynamış “Baba” filminden olduğunu hatırlayacak.
O filmde hangi roldeydi Brando, diye soracak bu kez...
Evet, mafya Babası Don Carleone rolündeydi, diye hatırlayacak...
Pekiyi, aslen nereliydi Don Carleone, diye düşünecek...
Sicilyadan ABD’ye göç ettiğini anımsayacak...
Sicilya’da ne yenirdi yahu, diye bir kez daha düşünecek...
Ve sonuca kolayca varacak: Spagetti...
O halde hemen gidip bir Pastavilla sosu alayım, diye karar verecek... Çünkü bu bir sos reklamı. Sonra da alacak ve hakikaten tadı bence enfes olan Pastavilla’nın tiryakisi olacak...
Halkımızın hafızasını bu kadar zorlamak şart mıdır? Kendimizin aklına yatan her şeyin hedef kitlenin aklına yatmayabileceğini bilseydik, bir çok iletişim harcamasını boşuna yapmayı engelleyebilirdik.
Nerede Çelik’in Çilek’i?...
“Önce Ateş edip sonra nişan alma!” derdi yayıncılık hocam Haresh Shah...
Bomba gibi bir sembol yakaladı Arçelik: ÇELİK!
Hem teknolojik, hem beşeri... Hem evrensel hem de Türk... 7’den 70’e herkes bir anda gönül verdi Çelik’e... Böyle bir sembol hangi üründe var Türkiye’de...
Pekiyi, nerede kampanyanın başladığı anda bütün alınlıkları değişmiş bayiler... Nerede kalemlik, silgilik, kalemtıraşlık Çelik’ler?... Nerede Doktor Çelik, Mühendis Çelik... Öğretmen Çelik... Futbolcu Çelik... Çelik’in gördüğünde yüzünün hafifçe kızardığı müstakbel sevgilisi Çilek (İsim babası benim, ona göre)... Nerede çizgi roman kahramanı Çelik... Çizgi film “Çelik ailesi”...
“Yavaş yavaş olacak hepsi” diyorlar... Çağımızda “Büyük balık küçük balığı değil, hızlı balık yavaş balığı yutuyor”...
Şu Çelik’i birincil işi olarak görecek bir kuruma verseler, 3 yılda Arçelik kadar ciro yapmazsa ben de Ali Saydam değilim...
Son günlerin ‘İletişim Kazası’
“Ben öyle demek istememiştim”... “Maksadını aşan bir açıklamaydı”... “Sözlerimiz yanlış anlaşıldı”... “Sehven o ifade kullanılmıştır”... “Biz yapmadık, alakamız yoktur”...“Biz o reklamı yayınlamak istememiştik, ajans göndermiş filmi”... “O gece kiminle beraber olduğunu söyle, bak aramızdaki ilişki nasıl daha iyi olacak”... “Vallahi haberim yok!”...
Bu cümleleri çoğaltmak mümkün. Her gün en az bir ikisini yaşadığımız ‘İletişim Kazaları’ndan sonra ya da önce bu cümleler dökülür ağızlardan... Ya da, çoğunlukla kaş yaparken göz çıkarmaya namzet “Kamuoyuna duyurulur” türünden tam sayfa ilanlar...
Bir kaç haftadır AK parti cephesinde iletişim kazasından geçilmiyor. Sebep, aşırı alkol değil, ama biraz aşırı hız, biraz dikkatsizlik, bir tutam da iletişimi planlayamamak... Fakat bizce son günlerin en hoş iletişim kazası bir STK’nın “Biz Sayın Tayyip Erdoğan’ın Avrupa gezilerini finanse etmedik” diye yolladığı basın bildirisi, ya da verdiği demeç...
Bir kere, AB entegrasyonu için böyle bir şey yapmak, temsil edilen çıkar gruplarına karşı bu STK’nın asli görevi olarak kabul edilebilir, hatta takdir görebilirdi. İkincisi, öküz altında buzağı aramaya yatkın halkımızı tetiklemenin ne alemi var. Üçüncüsü, konudan habersiz onca insanın aklında durduk yerde soru işareti yaratmanın sırası mı?
“Ortalıkta kriz olasılığı varsa, önce hasar tespiti yap, iletişimin ona göre yönet” derler, “Yoksa kendi krizini kendin yaratırsın”...
Zor iş
Kredi kartı, ya da üzerinde chip (Yonga) bulunan kartların reklamı yapmak hakikaten zor iş. Onları anlıyorum. Eninde sonunda insanlara “Bol bol alışveriş yapın ki biz de kazanalım” diyeceksin... Yani doğrudan, anlamlı anlamsız tüketime teşvik. Onu daha kibarca yapmaya çalışanlar var: “Puan topla!”...
Belki de eşyanın tabiatı gereği, çekilmez hale gelebiliyor bu reklamlar bazen.
Hani şişman, kıvırcık saçlı tüketici ailesi vardı... Belki de biraz kendi tombişliğimizden, görünce bir tuhaf oluyorduk onları... Allahtan kaldırdılar. Hele, zevkten havalarda uçar bir vaziyette mor noktaları toplayan o sarışın kıza ne demeli... Anında başka kanala... Nokta’ya Fransızca’da ‘puan’ deniyor ya... Reklam da puanları toplayın diyecek ya... İşte kız onun için topluyormuş o mor noktaları... Anladınız değil mi?.. Belli bir kıvraklık gerekli, bu muhteşem bağlantıyı kurmak için.
Ya şu tankerlerin üstüne atlayıp püskürtme boyayla üç tane işaret yapan bilim kurgu akrobatları ne demek istiyorlar... Yani ‘mesajları’ ne? Mesaj, 6 yaşındaki çocuğun anlayacağı kadar basit olmalı, derler. İşte onu, filmin sonunda davudî dış sesin kelamını değil, filmin mesajını çıkaran varsa bana e-posta ile yollasın. Ben de burada haftaya yazayım.
İnsanların satın alma kararlarının arkasındaki nedenin özellikle 1990’larda sonra ‘duygusal fayda’ olduğunu sağır sultan duydu. Şu banka kartları reklamları biraz daha çocuksu bir saflıkta (naif), biraz daha az ‘gıcık’ olamaz mı?...
Bir akıl ve duygu ürünü
İsviçre Sigorta’nın her iki reklam filmini hayranlıkla izledim. Birincisi, çizgilerle anlatıyordu her şeyi. Hani evi su basıyor. Dış ses soruyor: “Sizce ne kadar zamanda ödeniyor hasar”. Sonra da “İşte bu kadar zamanda” diye yanıtlıyor. Ve bir el kurşun kalem silgisiyle su basmış evi silip eski halinde yeniden çiziyor. Finalde de “iyi hizmet” gibi bir alt yazı ile bitiyor film.
Hem mesajı net, hem son derece duygusal, hem de çok yalın ve akılcı. Üstüne üstlük belli ki son derece ucuza malolmuş. Yani ekonomik.
İsviçre Sigorta’nın son reklam filminde ise bu kez bir hacıyatmaz var... “Hiç bir şey sizin sırtınızı yere getiremez” gibi bir mesajı var. Yine mesaj son derece net anlaşılıyor. Aynı çocuksu saflık, aynı yalınlık. Büyük bir olasılıkla birincisinden daha da ucuza mal olmuş.
Derslerde vaka analizi olarak kullanmak üzere üçüncüyü merakla bekliyorum
Siz beni bilemeyebilirsiniz. Ben sizi tanıyorum.
Yayıncılık yaptığım yıllardan (1978’den sonra 12 yıl Milliyet Grubu, Sabah Grubu, Güneş Yayıncılık)...
İletişim danışmanlığı yaptığım yıllardan (1990’dan sonra 12 yıl, Bersay İletişim Danışmanlığı)...
TRT ve Kanal7’de yaptığım programlardan (son 4-5 yıl)
Yani işim gereği 24 yıldır sizlerle ilgili okumadığım araştırma kalmadı, desem yeridir.
Buna rağmen sık sık şaşırtırsınız beni. Toynbee, “Türkler Batılıları her zaman şaşırtmışlardır” diye yazmıştı. Ben batılı değilim ama yine de şaşırırım sizlerle ilgili zaman zaman...
Bizim hayatımızın her yanını kaplamış olan vefa, gönül, namus gibi kavramların Batı dillerinde karşılıklarının bulunmaması şaşırtmaz beni; fakat Türkiye’deki pek çok dükkânın adının yabancı dilde olmasına şaşırır dururum...
Yanılmıyorsam bir tek Karaman Belediyesi ile ikinci bir belediye daha müdahale ediyormuş bu işe...
Harry Porter ve Pockemon’un Türkiye’de öteki ülkelerin tersine deliler gibi iş yapmamasını, yerli dizileri yabancı dizilerden daha çok beğenmemizi, Türkiye’de üretilen mütevazı bütçeli reklam filmlerinin yabancı ülkelerde üretilen, astronomik rakamlara mal olmuş ve tercüme edilip gösterilen yapımlara oranla bizi çok daha fazla etkilemesini anlıyorum...
Ama Galatasaray yabancı takımlardan gol yedikçe bizim üst kattaki komşular dahil pek çok Fenerbahçelinin sevinçten tepinmesine aklım ermiyor. Bırakın milliyetçi duyguları, hangi Türk takımı kazanırsa kazansın, ülke puanını yükselttiğinden tüm takımlara yaramaz mı yabancı takımlar karşısında alınan galibiyetler...
Yani anlayacağınız sizlerle ilgili öğrenecek daha çok şeyim var...
Marka olmak ekonomik olmak
26 yıllık dostumuz Sezen Aksu ve sevgili Fatih Terim ile girdiğimiz iş ilişkilerinden her zaman çok şey öğrenmişizdir.
Her ikisi de kendi markalarını korumak için müthiş bir “ekonomi” uygularlar. Amiyane tabirle, birileri bir yerden bir salatalık gösterdiler mi, bilinçli bilinçsiz tuzluğu kaptıkları gibi oraya seğirtmezler.
Belli bir stratejileri vardır. Zaman zaman medya mensuplarını kızdırmayı da göze alarak, iletişimlerini ancak stratejileri gereği kendi bildikleri gibi yönetirler. Bir iki istisnai durum dışında onlarda hatır gönül işe yaramaz. Dostları da bunu bilir. Israrcı olmazlar.
Onlardan şu anki AK Parti iktidarı mensuplarının da öğrenecekleri çok şey var...
Sezen Aksu ve Fatih Terim’den sadece siyasilerimizin değil tüm yöneticilerimizin öğrenecekleri şeyler vardır. Her ikisi de performanslarını yukarıda tutmayı bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir. Bu performansı kimsenin engellemesine izin vermezler.
Her ikisi de ileriye dönük bakışlarında özgün analiz sistemlerine sahiptirler. Sezen, “Türk halkı kadın şarkıcılarda kalın, erkek şarkıcılarda ince sesi beğenir” der ve gerek kendi gerekse yetiştirdiği starlara bu anlayışa göre beste yapardı. Terim, “Türk halkına en uygun sistem”i kendi adını taşıyan not kâğıdına çizdiğinde, “Elmasa benziyor değil mi”, demişti “Ama ancak kendi ekseni etrafında hızla sağa sola dönebilirse parlar” demişti. Elması hiçbir zaman kırdırmamıştır Terim.
Aksu da Terim de yaptıkları işin ekonomisi ile son derce ilgilidirler. Çok parlak oldukları ve herkesin beğenisini kazandığı halde ilgili firmaları satış hedeflerine ulaştırmayan ve biraz da bu yüzden bazılarının batmalarına neden olan reklam filmleri gibi işler yapmazlar yani... Terim, şuursuzca paraca harcayarak elde edilecek başarıları hedeflemez, Sezen Aksu ekonomik başarının, ancak itibarla birlikte bir anlam taşıyacağına inanır.
GÜÇ KİRLENMESİ
İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşım Erol Evgin, şöhretinin doruk noktasındaydı. Açıkhava Tiyatrosunda konseri vardı. Konser sonrası ailece Tarabya’daki Kıyı Restoranda balık yemeye gidecektik. Eşlerimiz önden gitti. Ben de kuliste bekliyordum. Konser bitti. Alkış devam etti. Erol bir şarkı daha söyledi. Sonra kulise geldi. Devam eden alkışı dinlemeye başladı. “Hadisene” dedim. “Bis yaptın işte”... “Dur!” dedi, alkışları dinlemeye devam ederken, “Bir noktası var bunun. Onu kaçırırsan sonra ‘Yuh’a döner...”
Yıllar sonra “liderlerde güç kirlenmesi” üzerine kafa patlatmaya başladığımda hep bu anı gelmiştir aklıma.
Özellikle liderlerin, hele de şu sıra AK Parti iktidarı önde gelenlerinin dikkat etmesi gereken çok önemli bir nokta bu. AKP’liler, şimdiden “güç kirlenmesi” , “yüz eskimesi”, “mesaj karmaşası” fazına girdiler bile.
Nazım Hikmet “Taranta Babu’ya Mektuplar” adlı eserinde “Mussolini çok konuşuyor Taranta Babu. Çok korktuğu için çok konuşuyor” diye yazmış... Tabii insan sadece korktuğu için değil, zaman zaman da iletişimi yönetmeyi bilmediği için de çok konuşur, ya da hiç konuşmaz. “Mesaj kirlenmesi” girdabına bir girdiniz mi, algılatmak istediğiniz hiç bir şeyi doğru dürüst algılatamazsınız...
Pastavilla sosu yiyin!
Yukarıdaki başlığı Pastavilla’nın şu sıra etrafta asılı ışıklı poster panolarını desteklemek için attık. Çünkü o afişler Pastavilla’yı da sosunu da sattırmaz.
Pastavilla halktan her kesimin satın alabileceği bir ürün. Yolda giderken halk kafasını kaldırıp bir bakacak...
”Ana!”... Karşısında Marlon Brando...
Hangi filmden acaba, diye soracak kendi kendine.
Yıllarca önce oynamış “Baba” filminden olduğunu hatırlayacak.
O filmde hangi roldeydi Brando, diye soracak bu kez...
Evet, mafya Babası Don Carleone rolündeydi, diye hatırlayacak...
Pekiyi, aslen nereliydi Don Carleone, diye düşünecek...
Sicilyadan ABD’ye göç ettiğini anımsayacak...
Sicilya’da ne yenirdi yahu, diye bir kez daha düşünecek...
Ve sonuca kolayca varacak: Spagetti...
O halde hemen gidip bir Pastavilla sosu alayım, diye karar verecek... Çünkü bu bir sos reklamı. Sonra da alacak ve hakikaten tadı bence enfes olan Pastavilla’nın tiryakisi olacak...
Halkımızın hafızasını bu kadar zorlamak şart mıdır? Kendimizin aklına yatan her şeyin hedef kitlenin aklına yatmayabileceğini bilseydik, bir çok iletişim harcamasını boşuna yapmayı engelleyebilirdik.
Nerede Çelik’in Çilek’i?...
“Önce Ateş edip sonra nişan alma!” derdi yayıncılık hocam Haresh Shah...
Bomba gibi bir sembol yakaladı Arçelik: ÇELİK!
Hem teknolojik, hem beşeri... Hem evrensel hem de Türk... 7’den 70’e herkes bir anda gönül verdi Çelik’e... Böyle bir sembol hangi üründe var Türkiye’de...
Pekiyi, nerede kampanyanın başladığı anda bütün alınlıkları değişmiş bayiler... Nerede kalemlik, silgilik, kalemtıraşlık Çelik’ler?... Nerede Doktor Çelik, Mühendis Çelik... Öğretmen Çelik... Futbolcu Çelik... Çelik’in gördüğünde yüzünün hafifçe kızardığı müstakbel sevgilisi Çilek (İsim babası benim, ona göre)... Nerede çizgi roman kahramanı Çelik... Çizgi film “Çelik ailesi”...
“Yavaş yavaş olacak hepsi” diyorlar... Çağımızda “Büyük balık küçük balığı değil, hızlı balık yavaş balığı yutuyor”...
Şu Çelik’i birincil işi olarak görecek bir kuruma verseler, 3 yılda Arçelik kadar ciro yapmazsa ben de Ali Saydam değilim...
Son günlerin ‘İletişim Kazası’
“Ben öyle demek istememiştim”... “Maksadını aşan bir açıklamaydı”... “Sözlerimiz yanlış anlaşıldı”... “Sehven o ifade kullanılmıştır”... “Biz yapmadık, alakamız yoktur”...“Biz o reklamı yayınlamak istememiştik, ajans göndermiş filmi”... “O gece kiminle beraber olduğunu söyle, bak aramızdaki ilişki nasıl daha iyi olacak”... “Vallahi haberim yok!”...
Bu cümleleri çoğaltmak mümkün. Her gün en az bir ikisini yaşadığımız ‘İletişim Kazaları’ndan sonra ya da önce bu cümleler dökülür ağızlardan... Ya da, çoğunlukla kaş yaparken göz çıkarmaya namzet “Kamuoyuna duyurulur” türünden tam sayfa ilanlar...
Bir kaç haftadır AK parti cephesinde iletişim kazasından geçilmiyor. Sebep, aşırı alkol değil, ama biraz aşırı hız, biraz dikkatsizlik, bir tutam da iletişimi planlayamamak... Fakat bizce son günlerin en hoş iletişim kazası bir STK’nın “Biz Sayın Tayyip Erdoğan’ın Avrupa gezilerini finanse etmedik” diye yolladığı basın bildirisi, ya da verdiği demeç...
Bir kere, AB entegrasyonu için böyle bir şey yapmak, temsil edilen çıkar gruplarına karşı bu STK’nın asli görevi olarak kabul edilebilir, hatta takdir görebilirdi. İkincisi, öküz altında buzağı aramaya yatkın halkımızı tetiklemenin ne alemi var. Üçüncüsü, konudan habersiz onca insanın aklında durduk yerde soru işareti yaratmanın sırası mı?
“Ortalıkta kriz olasılığı varsa, önce hasar tespiti yap, iletişimin ona göre yönet” derler, “Yoksa kendi krizini kendin yaratırsın”...
Zor iş
Kredi kartı, ya da üzerinde chip (Yonga) bulunan kartların reklamı yapmak hakikaten zor iş. Onları anlıyorum. Eninde sonunda insanlara “Bol bol alışveriş yapın ki biz de kazanalım” diyeceksin... Yani doğrudan, anlamlı anlamsız tüketime teşvik. Onu daha kibarca yapmaya çalışanlar var: “Puan topla!”...
Belki de eşyanın tabiatı gereği, çekilmez hale gelebiliyor bu reklamlar bazen.
Hani şişman, kıvırcık saçlı tüketici ailesi vardı... Belki de biraz kendi tombişliğimizden, görünce bir tuhaf oluyorduk onları... Allahtan kaldırdılar. Hele, zevkten havalarda uçar bir vaziyette mor noktaları toplayan o sarışın kıza ne demeli... Anında başka kanala... Nokta’ya Fransızca’da ‘puan’ deniyor ya... Reklam da puanları toplayın diyecek ya... İşte kız onun için topluyormuş o mor noktaları... Anladınız değil mi?.. Belli bir kıvraklık gerekli, bu muhteşem bağlantıyı kurmak için.
Ya şu tankerlerin üstüne atlayıp püskürtme boyayla üç tane işaret yapan bilim kurgu akrobatları ne demek istiyorlar... Yani ‘mesajları’ ne? Mesaj, 6 yaşındaki çocuğun anlayacağı kadar basit olmalı, derler. İşte onu, filmin sonunda davudî dış sesin kelamını değil, filmin mesajını çıkaran varsa bana e-posta ile yollasın. Ben de burada haftaya yazayım.
İnsanların satın alma kararlarının arkasındaki nedenin özellikle 1990’larda sonra ‘duygusal fayda’ olduğunu sağır sultan duydu. Şu banka kartları reklamları biraz daha çocuksu bir saflıkta (naif), biraz daha az ‘gıcık’ olamaz mı?...
Bir akıl ve duygu ürünü
İsviçre Sigorta’nın her iki reklam filmini hayranlıkla izledim. Birincisi, çizgilerle anlatıyordu her şeyi. Hani evi su basıyor. Dış ses soruyor: “Sizce ne kadar zamanda ödeniyor hasar”. Sonra da “İşte bu kadar zamanda” diye yanıtlıyor. Ve bir el kurşun kalem silgisiyle su basmış evi silip eski halinde yeniden çiziyor. Finalde de “iyi hizmet” gibi bir alt yazı ile bitiyor film.
Hem mesajı net, hem son derece duygusal, hem de çok yalın ve akılcı. Üstüne üstlük belli ki son derece ucuza malolmuş. Yani ekonomik.
İsviçre Sigorta’nın son reklam filminde ise bu kez bir hacıyatmaz var... “Hiç bir şey sizin sırtınızı yere getiremez” gibi bir mesajı var. Yine mesaj son derece net anlaşılıyor. Aynı çocuksu saflık, aynı yalınlık. Büyük bir olasılıkla birincisinden daha da ucuza mal olmuş.
Derslerde vaka analizi olarak kullanmak üzere üçüncüyü merakla bekliyorum