Millî Bağımsızlık’ın bedeli…
25 Haziran 2019 - Yeni Şafak
Pazar günü yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Yenileme Seçimleri sonucu, AK Parti adayı Binali Yıldırım, İmamoğlu’nun 806.451 oy gerisinde kaldı ve Başkanlığı kaybeden taraf oldu.
Kaybeden bir taraf daha vardı. O da, AK Parti’nin millî iradenin tecelli etmesini sindiremeyeceğini iddia edenler. İki de bir “Dolar 10 TL olacak” yaygarası yapanlar; “IMF şu tarihte gelecek” diye abuk sabuk tahminlerde bulunanlar ve tüm bunların oluşmasını temenni eden sosyopatlar…
Aslında seçimleri ciddiyet ve derinlikle ele alan herkesin bugün yapması gereken, neyi doğru yaptık da kazandık; neyi yanlış yaptık ki kaybettik sorularını sormaktır.
25 yıldır İstanbul’u, 17 yıldır da Türkiye’yi yöneten AK Parti’nin bu seçimi önde bitirememesi mutlaka incelenmesi ve ders çıkarılması gereken bir fenomendir.
AK Parti’nin bugüne kadar girdiği hiçbir seçimi kaybetmemiş olan lideri Sayın Cumhurbaşkanı’nın kişiliğinde ifadesini bulan ve hâlâ süren ‘güven’ unsuru, ne oldu da bu seçimde AK Parti için eski tesirini gösteremedi?
Seçim öncesi iklimi ve seçim sonuçlarını yorumlamaya çalıştığımız her sefer vurguladık: Cumhurbaşkanı’nın ‘millî bağımsızlık’ konusundaki ısrarı, kendisine karşı olan cephenin sınırlarını Batılı ülkeleri de kapsayacak biçimde genişletmiştir.
Belli bir tarihe kadar Sayın Erdoğan’ı, icraatlarını, Türkiye için çizdiği vizyonu öve öve bitiremeyen Batılı ülkelerin birden tavır değiştirdiğine hepimiz şahidiz.
Peki bu tavır değişikliği ne zaman başladı? Kırılma noktası neresiydi?..
Bu soruyu katıldığım bir toplantıda Almanya Konsolosuna da sordum. Cevabı, gözlemlerimizle örtüşüyordu. ‘Kırılma noktasının başlangıcı’ Davos’taki hadiseydi.
Sayın Erdoğan’ın Başbakanlık yaptığı dönemdeki ‘One Minute’ çıkışı, sadece sözlü bir itiraz değil, siyasi bir tavır da olduğu için hafızalardan hiçbir zaman silinmedi. 2009 yılında Dünya Ekonomi Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in sözünü kesmesine “one minute” diyerek müdahale etmiş, Peres’i de “Suçluluk psikolojisiyle sesiniz yüksek çıkıyor. Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diyerek eleştirmişti.
Batı, işte bu hadiseyi ve Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ile ilgili ortaya koyduğu vizyon ve stratejiyi hiç unutamadı ve açıkça kendilerini eleştiren, onlarla aynı safta olmama gücünü kendisinde bulan, yani ülkesinin ‘millî bağımsızlığı’nda ısrarcı bir lideri yıpratmak için çalışmalara başladı. Bugün yaşadığımız Rus S-400’leri ve Amerikan F35’lerle ilgili yaptırım tehditlerini de Erdoğan’ın millî bağımsızlıktaki ısrarı çerçevesinde okumakta yarar var.
Cumhurbaşkanı’nı bu ısrardan vazgeçirebilmek için onu yıpratma yoluna giden Batılı ülkeler, pek çok adım attı, iş birlikleri gerçekleştirdi… Tek tek saymaya bugün yerimiz yok ama sonuncularından bir olan +90 TV’yi hemen hatırlatalım… Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika’nın istihbarat teşkilatlarının Türkiye’ye özel kurdukları, başka bir emsali olmayan şu internet televizyonu… Ya da Gezi’nin devamı, 17-25 Aralık, 15 Temmuz ve de 13 Ağustos’tan sonra peş peşe sahnelenmiş ekonomik ve finansal ataklar… Ya da Doğu Akdeniz’i ısıtmaya yönelik hareketler, Türkiye’nin güneyine yerleştirilmek istenen terör devleti…
Bunlar bir yana, AK Parti’nin yapması gereken özeleştiri yok mu? AK Parti’yi 2002 yılında tek başına iktidara taşıyan ve dış müdahalelere rağmen yıllardır orada tutan, toplumun ortak ruhî şekillenmesinin temelinde yatan kavramlara verdiği önemdi. Bu kavramlar, partinin temel vaatleri, büyük bir yüreklilikle adına da taşıdığı ‘adalet’ ve ‘kalkınma’ kavramlarıdır…
Bu iki üst yapı kavramı toplumun ihtiyacını kavrayan, sahiplenen olmalarının yanı sıra AK Parti’nin tüm icraatları için bir kerteriz noktasıydı. Sayın Erdoğan’ın sağladığı ‘güven’ unsuru, AK Parti’nin bu vaatleriyle birleşince toplumda karşılığını buldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan hâlâ güçlü ve güvenilir lider vasfını muhafaza ediyor. Ancak, otoyol, köprü, metro, inşaat vb. alt yapı çalışmalarına ağırlık verilmesi, toplumsal refaha yönelik kavramların geride kalmasına neden oldu.
CHP adayının, ideolojik olarak bir araya gelme ihtimali olmayan grupları birleştirmesini sağlayan unsur, iletişim, adalet, sevgi, özgürlük, barış gibi üst yapı kavramlarını kullanmış olmasıydı.
Somut alt yapı hizmetinin kendisi, olağan bir görev olarak algılanır. Bu nedenle stratejik bir hedef değildir. Esas olarak Türkiye’de özel olarak pompalanmış ve algılanmış olan ve bir zamanlar AK Parti’yi iktidara taşıyan özgürlükler, adalet meselesi bu seçimde öne çıktı… FETÖ nedeniyle başta adalet olmak üzere pek çok kamu kurumu temelinden hırpalanmıştı. Yani soft (yumuşak) konular ortamının böyle sarsıldığı bir dönemde bu alanı CHP ve diğer cephenin adayına bırakmak stratejik olarak pek doğru sayılmazdı.
Binali Yıldırım, sadece İmamoğlu’na değil, deyim yerindeyse yedi düvele kaybetti. Nefret etrafında birleşmiş ideolojik farklılıkların tavan yaptığı bir gruba yenildi. Bu yenilgi, bir ölçüde millî bağımsızlıktan yana dik duruşun bedelidir…
Kaybeden bir taraf daha vardı. O da, AK Parti’nin millî iradenin tecelli etmesini sindiremeyeceğini iddia edenler. İki de bir “Dolar 10 TL olacak” yaygarası yapanlar; “IMF şu tarihte gelecek” diye abuk sabuk tahminlerde bulunanlar ve tüm bunların oluşmasını temenni eden sosyopatlar…
Aslında seçimleri ciddiyet ve derinlikle ele alan herkesin bugün yapması gereken, neyi doğru yaptık da kazandık; neyi yanlış yaptık ki kaybettik sorularını sormaktır.
25 yıldır İstanbul’u, 17 yıldır da Türkiye’yi yöneten AK Parti’nin bu seçimi önde bitirememesi mutlaka incelenmesi ve ders çıkarılması gereken bir fenomendir.
AK Parti’nin bugüne kadar girdiği hiçbir seçimi kaybetmemiş olan lideri Sayın Cumhurbaşkanı’nın kişiliğinde ifadesini bulan ve hâlâ süren ‘güven’ unsuru, ne oldu da bu seçimde AK Parti için eski tesirini gösteremedi?
Seçim öncesi iklimi ve seçim sonuçlarını yorumlamaya çalıştığımız her sefer vurguladık: Cumhurbaşkanı’nın ‘millî bağımsızlık’ konusundaki ısrarı, kendisine karşı olan cephenin sınırlarını Batılı ülkeleri de kapsayacak biçimde genişletmiştir.
Belli bir tarihe kadar Sayın Erdoğan’ı, icraatlarını, Türkiye için çizdiği vizyonu öve öve bitiremeyen Batılı ülkelerin birden tavır değiştirdiğine hepimiz şahidiz.
Peki bu tavır değişikliği ne zaman başladı? Kırılma noktası neresiydi?..
Bu soruyu katıldığım bir toplantıda Almanya Konsolosuna da sordum. Cevabı, gözlemlerimizle örtüşüyordu. ‘Kırılma noktasının başlangıcı’ Davos’taki hadiseydi.
Sayın Erdoğan’ın Başbakanlık yaptığı dönemdeki ‘One Minute’ çıkışı, sadece sözlü bir itiraz değil, siyasi bir tavır da olduğu için hafızalardan hiçbir zaman silinmedi. 2009 yılında Dünya Ekonomi Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in sözünü kesmesine “one minute” diyerek müdahale etmiş, Peres’i de “Suçluluk psikolojisiyle sesiniz yüksek çıkıyor. Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diyerek eleştirmişti.
Batı, işte bu hadiseyi ve Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ile ilgili ortaya koyduğu vizyon ve stratejiyi hiç unutamadı ve açıkça kendilerini eleştiren, onlarla aynı safta olmama gücünü kendisinde bulan, yani ülkesinin ‘millî bağımsızlığı’nda ısrarcı bir lideri yıpratmak için çalışmalara başladı. Bugün yaşadığımız Rus S-400’leri ve Amerikan F35’lerle ilgili yaptırım tehditlerini de Erdoğan’ın millî bağımsızlıktaki ısrarı çerçevesinde okumakta yarar var.
Cumhurbaşkanı’nı bu ısrardan vazgeçirebilmek için onu yıpratma yoluna giden Batılı ülkeler, pek çok adım attı, iş birlikleri gerçekleştirdi… Tek tek saymaya bugün yerimiz yok ama sonuncularından bir olan +90 TV’yi hemen hatırlatalım… Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika’nın istihbarat teşkilatlarının Türkiye’ye özel kurdukları, başka bir emsali olmayan şu internet televizyonu… Ya da Gezi’nin devamı, 17-25 Aralık, 15 Temmuz ve de 13 Ağustos’tan sonra peş peşe sahnelenmiş ekonomik ve finansal ataklar… Ya da Doğu Akdeniz’i ısıtmaya yönelik hareketler, Türkiye’nin güneyine yerleştirilmek istenen terör devleti…
Bunlar bir yana, AK Parti’nin yapması gereken özeleştiri yok mu? AK Parti’yi 2002 yılında tek başına iktidara taşıyan ve dış müdahalelere rağmen yıllardır orada tutan, toplumun ortak ruhî şekillenmesinin temelinde yatan kavramlara verdiği önemdi. Bu kavramlar, partinin temel vaatleri, büyük bir yüreklilikle adına da taşıdığı ‘adalet’ ve ‘kalkınma’ kavramlarıdır…
Bu iki üst yapı kavramı toplumun ihtiyacını kavrayan, sahiplenen olmalarının yanı sıra AK Parti’nin tüm icraatları için bir kerteriz noktasıydı. Sayın Erdoğan’ın sağladığı ‘güven’ unsuru, AK Parti’nin bu vaatleriyle birleşince toplumda karşılığını buldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan hâlâ güçlü ve güvenilir lider vasfını muhafaza ediyor. Ancak, otoyol, köprü, metro, inşaat vb. alt yapı çalışmalarına ağırlık verilmesi, toplumsal refaha yönelik kavramların geride kalmasına neden oldu.
CHP adayının, ideolojik olarak bir araya gelme ihtimali olmayan grupları birleştirmesini sağlayan unsur, iletişim, adalet, sevgi, özgürlük, barış gibi üst yapı kavramlarını kullanmış olmasıydı.
Somut alt yapı hizmetinin kendisi, olağan bir görev olarak algılanır. Bu nedenle stratejik bir hedef değildir. Esas olarak Türkiye’de özel olarak pompalanmış ve algılanmış olan ve bir zamanlar AK Parti’yi iktidara taşıyan özgürlükler, adalet meselesi bu seçimde öne çıktı… FETÖ nedeniyle başta adalet olmak üzere pek çok kamu kurumu temelinden hırpalanmıştı. Yani soft (yumuşak) konular ortamının böyle sarsıldığı bir dönemde bu alanı CHP ve diğer cephenin adayına bırakmak stratejik olarak pek doğru sayılmazdı.
Binali Yıldırım, sadece İmamoğlu’na değil, deyim yerindeyse yedi düvele kaybetti. Nefret etrafında birleşmiş ideolojik farklılıkların tavan yaptığı bir gruba yenildi. Bu yenilgi, bir ölçüde millî bağımsızlıktan yana dik duruşun bedelidir…