Müphemiyet kamu vicdanını yaralar
04 MART 2011
Dün sabah işe gelirken radyoda Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir ile Vatan gazetesi yazarı Bilal Çetin’in dinliyorum. Bilirsiniz. Hayli ‘mülayim’ yorumculardır. Hele de TV’lerdeki ‘gladyatörlerle’ kıyaslanırlarsa, dut yemiş bülbül gibidirler…
Bu kez iş değişik… Tam dile getirmiyorlar, ancak ses tonlarında ciddi bir isyan havası var.
Bu noktada işin kolayı şudur: Hemen “Kardeşim bunlar Doğan medyanın adamları, tabii ki öyle olacaklar” der geçersin; yazının bundan sonrasını da okumazsın… Ancak okumakta ve tarihten ders almakta yarar vardır…
Demir ile Çetin’in isyanı gazetecilerin evlerinin basılıp aranmasına değil; Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ın birbirlerinden tecrit edilerek ayrı odalara konmasına da değil; Oda TV sahibi Hürriyet yazarı Soner Yalçın’ın tutuklanarak içeri atılmasına da pek bir itirazları yok, hatta Türkiye’de tüm darbe girişimlerinin sadece iki gruptan, Askerden ve gazetecilerden geleceği algısının da yaratılmış olmasına büyük bir isyan göstermiyorlar…
Ancak bir tek şeye ciddi itirazları var: Belirsizliğe!..
***
16 Şubat’ta burada “Konuşmak Lazım!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir bölümünü buraya almakta yarar var:
“Amerika’da pek çok eyalette savcı da hakim de halk tarafından seçilir. Polis şefi gibi. Hatta itfaiye müdürü gibi... Kariyer yapmak isteyen savcı ve hakim, sadece kendi işini iyi yapmakla yetinmez; aynı zamanda kendini iyi ifade çabası içinde olur. Aksi takdirde bir sonraki seçimlerde kendini daha iyi ifade edebilen bir savcı ya da hâkim adayı iş başına gelebilir. Bu yüzden yürüyen davalarla ilgili ‘belirsiz’ durumlar oluşmaz; tersine her türlü belirsizlik bertaraf edilir.
Oysa bizim gibi adalet sisteminin ve kolluk kuvvetlerinin hiyerarşik bir yapı içinde yukardan aşağı tayinle çalıştığı yapılarda hadisenin yumuşak karnı, iletişim meselesidir. Çünkü hiyerarşi nedeniyle hâkimlerin, savcıların her kademedeki emniyet yetkililerinin ‘konuşması’ caiz değildir.
Peki caiz olmayınca ne olur?
Caiz olmayınca insanların neden aylarca hatta yıllarca içerde tutulduğunu; tutuklamaların neden o tarihte değil de bu tarihte gerçekleştiğini anlatamazsınız. Neden aksi ispatlanana kadar herkesin masum olduğu ilkesinin çalışmadığını, tutuklamaların bir ceza aracı olarak kullanıldığı algısının gereksiz yere neden yaygınlık kazandığını ve bu algının nasıl önlenebileceği bile ifade edemezsiniz. Mesele, iktidarın meselesi midir, adalet sisteminin meselesi midir, Silahlı Kuvvetler’in meselesi midir, medyanın meselesi midir, bir türlü ifade edemezsiniz.
Türkiye’de son dönemdeki algı karmaşasının bir numaralı nedeni iletişimsizliktir…”
***
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız durum, yani ‘müphemiyet’, çok yakın bir tarihte AK Parti’nin karşısına vicdanen hesabı sorulacak bir seçim faturası olarak çıkılabilir…
Şu sıra “bürokratik oligarşiyi”, darbeleri, darbecilerle yakın uzak ilişkisi bulunan herkesi bertaraf etmeninin mutluluğunu yaşadığını sanan iktidara yakın çevreler, yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız ‘müphemiyet ortamının’ devam etmesine bir süre daha izin verilirse, bir anda kartların kamu vicdanında yeniden dağıtılmasına tanık olabilirler…
Onları “Konu yasal mercilere intikal etmiştir, savcı ve hâkimlerimizdedir; bizim yapacak bir şeyimiz kalmamıştır” zırhı da koruyamayabilir…
Peki, AK Parti’nin ne yapabilir?
Nasılını bilemem. Bilsem siyaset saflarında olurdum. Ancak mutlaka bir yolu bulunmalı ve hâkim ve / veya savcıların ya da onların bağlı olduğu sistemin konuşması sağlanmalı, müphemiyet bulutu ve halkın zihnindeki belirsizlik bir an önce ortadan kaldırılmalı.
Bir ara Genel Kurmay yapıyordu bunu… Her Cuma ‘konuşuyordu’… Aynı şeyi belki HSYK yapabilir, ya da hangi merci uygunsa o…
Ancak acilen bu ‘iletişimsizliğe’ bir çözüm bulunması, halkın kafasındaki soru işaretlerinin ortadan kaldırılması gerekir…
Bu kez iş değişik… Tam dile getirmiyorlar, ancak ses tonlarında ciddi bir isyan havası var.
Bu noktada işin kolayı şudur: Hemen “Kardeşim bunlar Doğan medyanın adamları, tabii ki öyle olacaklar” der geçersin; yazının bundan sonrasını da okumazsın… Ancak okumakta ve tarihten ders almakta yarar vardır…
Demir ile Çetin’in isyanı gazetecilerin evlerinin basılıp aranmasına değil; Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ın birbirlerinden tecrit edilerek ayrı odalara konmasına da değil; Oda TV sahibi Hürriyet yazarı Soner Yalçın’ın tutuklanarak içeri atılmasına da pek bir itirazları yok, hatta Türkiye’de tüm darbe girişimlerinin sadece iki gruptan, Askerden ve gazetecilerden geleceği algısının da yaratılmış olmasına büyük bir isyan göstermiyorlar…
Ancak bir tek şeye ciddi itirazları var: Belirsizliğe!..
***
16 Şubat’ta burada “Konuşmak Lazım!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir bölümünü buraya almakta yarar var:
“Amerika’da pek çok eyalette savcı da hakim de halk tarafından seçilir. Polis şefi gibi. Hatta itfaiye müdürü gibi... Kariyer yapmak isteyen savcı ve hakim, sadece kendi işini iyi yapmakla yetinmez; aynı zamanda kendini iyi ifade çabası içinde olur. Aksi takdirde bir sonraki seçimlerde kendini daha iyi ifade edebilen bir savcı ya da hâkim adayı iş başına gelebilir. Bu yüzden yürüyen davalarla ilgili ‘belirsiz’ durumlar oluşmaz; tersine her türlü belirsizlik bertaraf edilir.
Oysa bizim gibi adalet sisteminin ve kolluk kuvvetlerinin hiyerarşik bir yapı içinde yukardan aşağı tayinle çalıştığı yapılarda hadisenin yumuşak karnı, iletişim meselesidir. Çünkü hiyerarşi nedeniyle hâkimlerin, savcıların her kademedeki emniyet yetkililerinin ‘konuşması’ caiz değildir.
Peki caiz olmayınca ne olur?
Caiz olmayınca insanların neden aylarca hatta yıllarca içerde tutulduğunu; tutuklamaların neden o tarihte değil de bu tarihte gerçekleştiğini anlatamazsınız. Neden aksi ispatlanana kadar herkesin masum olduğu ilkesinin çalışmadığını, tutuklamaların bir ceza aracı olarak kullanıldığı algısının gereksiz yere neden yaygınlık kazandığını ve bu algının nasıl önlenebileceği bile ifade edemezsiniz. Mesele, iktidarın meselesi midir, adalet sisteminin meselesi midir, Silahlı Kuvvetler’in meselesi midir, medyanın meselesi midir, bir türlü ifade edemezsiniz.
Türkiye’de son dönemdeki algı karmaşasının bir numaralı nedeni iletişimsizliktir…”
***
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız durum, yani ‘müphemiyet’, çok yakın bir tarihte AK Parti’nin karşısına vicdanen hesabı sorulacak bir seçim faturası olarak çıkılabilir…
Şu sıra “bürokratik oligarşiyi”, darbeleri, darbecilerle yakın uzak ilişkisi bulunan herkesi bertaraf etmeninin mutluluğunu yaşadığını sanan iktidara yakın çevreler, yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız ‘müphemiyet ortamının’ devam etmesine bir süre daha izin verilirse, bir anda kartların kamu vicdanında yeniden dağıtılmasına tanık olabilirler…
Onları “Konu yasal mercilere intikal etmiştir, savcı ve hâkimlerimizdedir; bizim yapacak bir şeyimiz kalmamıştır” zırhı da koruyamayabilir…
Peki, AK Parti’nin ne yapabilir?
Nasılını bilemem. Bilsem siyaset saflarında olurdum. Ancak mutlaka bir yolu bulunmalı ve hâkim ve / veya savcıların ya da onların bağlı olduğu sistemin konuşması sağlanmalı, müphemiyet bulutu ve halkın zihnindeki belirsizlik bir an önce ortadan kaldırılmalı.
Bir ara Genel Kurmay yapıyordu bunu… Her Cuma ‘konuşuyordu’… Aynı şeyi belki HSYK yapabilir, ya da hangi merci uygunsa o…
Ancak acilen bu ‘iletişimsizliğe’ bir çözüm bulunması, halkın kafasındaki soru işaretlerinin ortadan kaldırılması gerekir…