Ne ka köfte, o ka ekmek
1 Ağustos 2022 - Z Raporu
Cuma günleri Beykent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Ferman hocamızla birlikte TVNET’te, dergimizin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de yürüten Semra Karabaş Hanım’ın sunduğu “Parapolitik” adlı programa katılıyoruz.
22 Temmuz tarihli programımız, tahıl krizini aşmaya yönelik anlaşmanın imzalandığı güne denk geldi… Semra Hanım uzunca ve kıymetli bir analizle Türkiye’nin buğday ithalatının çerçevesini çizdi. Bilindiği üzere Türkiye, un ihracatında ‘dünyada bir numara’… Yani, ithal ettiği buğdaya katma değer kazandırıp un hâlinde ihraç ediyor; Semra Hanım da bunun önemini vurguladı.
Oysa muhalefet, “Türkiye’yi buğday ithal eden bir ülke hâline getirdiler” diyerek iktidarı eleştirip duruyordu.
Murat Ferman Hoca da ‘soft power’ (yumuşak güç) çerçevesinde katma değerli ürün ihracatının neden önemli olduğunun altını çizdi. Türkiye’nin uluslararası markalar oluşturup ihraç ederek çok daha yüksek kârlara erişebileceğini belirtti. Ukrayna ve Rusya’nın Türkiye aracılığı ile imzalayacağı ‘tahıl koridoru’ anlaşmasının da ülkemizin itibarına getireceği katma değerden söz etti.
Biz de şunu vurguladık: ‘Ülke markasını’ geliştirmeden o ülkeden çıkacak markalar yeterli gücü arkalarında hissedemeyeceklerdir.
Ülke markası için en iyi ölçümleme araçlarından biri hiç şüphesiz o ülkenin itibarıdır. O da iki parametre üzerinde durur:
1. Hard power (sert güç); yani, G20 içinde hangi konumda yer aldığınız…
2. Soft power; yani Londra merkezli danışmanlık şirketi Portland’ın “Yumuşak Güç Endeksi” gibi araştırmalarda hangi sırada bulunduğunuz…
Bu iki parametre bir araya gelince; ülkenin itibarı ve marka değeri de somutlaşıyor.
Kapitalist sistemin ayrılmaz parçası ‘krizler’in zaman zaman resesyonlara kadar varabildiği bilinen bir gerçek. Nasıl ki itibarı çok yüksek şirketler her türlü krizden nispeten çok daha az etkilenirlerse, benzer şekilde marka değeri yüksek ülkeler de resesyondan mümkün olan en az şekilde hasar alırlar… Bu da onlara doğal olarak diğer ülkeler karşısında ‘rekabet avantajı’ sağlar.
Biraz kaba görünse de ülkelerin durumunu en iyi yansıtan, itibarlarını metrik şekilde ortaya koyan, ‘pasaport endeksleri’dir… Bunlardan biri Passe/Port adlı sitede yayınlanmış (https://www.passportindex.org/passport/turkey/)...
22 Temmuz tarihli programımız, tahıl krizini aşmaya yönelik anlaşmanın imzalandığı güne denk geldi… Semra Hanım uzunca ve kıymetli bir analizle Türkiye’nin buğday ithalatının çerçevesini çizdi. Bilindiği üzere Türkiye, un ihracatında ‘dünyada bir numara’… Yani, ithal ettiği buğdaya katma değer kazandırıp un hâlinde ihraç ediyor; Semra Hanım da bunun önemini vurguladı.
Oysa muhalefet, “Türkiye’yi buğday ithal eden bir ülke hâline getirdiler” diyerek iktidarı eleştirip duruyordu.
Murat Ferman Hoca da ‘soft power’ (yumuşak güç) çerçevesinde katma değerli ürün ihracatının neden önemli olduğunun altını çizdi. Türkiye’nin uluslararası markalar oluşturup ihraç ederek çok daha yüksek kârlara erişebileceğini belirtti. Ukrayna ve Rusya’nın Türkiye aracılığı ile imzalayacağı ‘tahıl koridoru’ anlaşmasının da ülkemizin itibarına getireceği katma değerden söz etti.
Biz de şunu vurguladık: ‘Ülke markasını’ geliştirmeden o ülkeden çıkacak markalar yeterli gücü arkalarında hissedemeyeceklerdir.
Ülke markası için en iyi ölçümleme araçlarından biri hiç şüphesiz o ülkenin itibarıdır. O da iki parametre üzerinde durur:
1. Hard power (sert güç); yani, G20 içinde hangi konumda yer aldığınız…
2. Soft power; yani Londra merkezli danışmanlık şirketi Portland’ın “Yumuşak Güç Endeksi” gibi araştırmalarda hangi sırada bulunduğunuz…
Bu iki parametre bir araya gelince; ülkenin itibarı ve marka değeri de somutlaşıyor.
Kapitalist sistemin ayrılmaz parçası ‘krizler’in zaman zaman resesyonlara kadar varabildiği bilinen bir gerçek. Nasıl ki itibarı çok yüksek şirketler her türlü krizden nispeten çok daha az etkilenirlerse, benzer şekilde marka değeri yüksek ülkeler de resesyondan mümkün olan en az şekilde hasar alırlar… Bu da onlara doğal olarak diğer ülkeler karşısında ‘rekabet avantajı’ sağlar.
Biraz kaba görünse de ülkelerin durumunu en iyi yansıtan, itibarlarını metrik şekilde ortaya koyan, ‘pasaport endeksleri’dir… Bunlardan biri Passe/Port adlı sitede yayınlanmış (https://www.passportindex.org/passport/turkey/)...
Buna göre 2015 yılında 102 ülkeye vizesiz seyahat etme imkânı sağlayan Türk pasaportu, tüm dünyayı sarsan, seyahat yasaklarının getirildiği ‘pandemi yılı’ dışında yükselişini sürdürmüş. Türk vatandaşları 2016’da 104 ülkeye, 2017’de 107, 2018’de 115, 2019’da 121 ülkeye vizesiz seyahat edebilmişler. Bu sayı Covid-19 nedeniyle 74’e düşse de 2020’de tekrar yükselişe geçerek önce 94’e, sonra 2021 yılında 106’ya ve 2022’de de 117’ye çıkmış…
Peki, ülkenin ‘yumuşak gücünün’ yönetilmesinin sorumluluğu kimdedir?..
Tabii ki Sayın Cumhurbaşkanı’nda…
Nasıl şirketlerin itibarından, birinci derecede, o şirketlerin en üst düzeydeki yöneticileri sorumluysa, ülkelerin de en üst düzeydeki yöneticileri ülkelerinin marka değerlerinin yönetiminden sorumludurlar.
Sayın Cumhurbaşkanı ‘dış politika’ alanında sergilediği son derece haysiyetli tutumla bireysel sorumluluğu çerçevesinde elinden geleni yapmaktadır. Peki, başka kimlere hangi görevler düşmekte?..
Futbol takımlarımız eskiden UEFA Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan katılıyorlardı… Şimdi, iki eleme turuna katılmak zorundalar. Çünkü ‘ülke puanında’ hayli geriye düştük…
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) bünyesinde kurulan Türkiye Tanıtım Grubu’nun çalışmaları yavaş yavaş meyve vermeye başlamıştı ki bu faaliyetler durduruldu.
Peki yerine ne kondu? En azından ben bilmiyorum…
Sayın Cumhurbaşkanı, Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışı için Ahmed Adnan Saygun’un öğrencisi Prof. Hasan Uçarsu’ya “Sinan” operasının bestelenmesi görevini tevcih etmişti…
Ortaya muhteşem bir eser çıktı, ancak sadece üç kez sahnelendi. Keşke Ara Güler sergisi gibi dünyanın çeşitli ülkelerine de götürülseydi…
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Türkiye’ye aleyhine yürütülen, özellikle de ülke itibarını hedef alan tezvirat kampanyalarına ve kara propagandaya karşı çok ciddi mücadeleler veriyor. Ancak özel sektörün bu çalışmalara yeterli desteği verdiğini söylemek çok zor… Örneğin ABD’de, Amerikan tezlerinin savunulmasına (bkz. “National Security Cinema” adlı kitap), özel sektör, neredeyse devletin ayırdığı bütçe büyüklüğündeki rakamlarla katılır…
Bu örnekleri sayfalar dolusu çoğaltmak mümkün… İşin özeti ise şu: Resesyonla ve ülkemize karşı yürütülen her türlü melanetle mücadelenin topyekûn yürütülmesi şart!
Burada devlet-özel sektör iş birliği ne denli kuvvetli olursa o denli başarılı olunur ve rekabetçi avantaj konusunda yol alınabilir…
Unutmayalım ki “Ne ka köfte, o ka ekmek” kuralı burada da geçerlidir…
Peki, ülkenin ‘yumuşak gücünün’ yönetilmesinin sorumluluğu kimdedir?..
Tabii ki Sayın Cumhurbaşkanı’nda…
Nasıl şirketlerin itibarından, birinci derecede, o şirketlerin en üst düzeydeki yöneticileri sorumluysa, ülkelerin de en üst düzeydeki yöneticileri ülkelerinin marka değerlerinin yönetiminden sorumludurlar.
Sayın Cumhurbaşkanı ‘dış politika’ alanında sergilediği son derece haysiyetli tutumla bireysel sorumluluğu çerçevesinde elinden geleni yapmaktadır. Peki, başka kimlere hangi görevler düşmekte?..
Futbol takımlarımız eskiden UEFA Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan katılıyorlardı… Şimdi, iki eleme turuna katılmak zorundalar. Çünkü ‘ülke puanında’ hayli geriye düştük…
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) bünyesinde kurulan Türkiye Tanıtım Grubu’nun çalışmaları yavaş yavaş meyve vermeye başlamıştı ki bu faaliyetler durduruldu.
Peki yerine ne kondu? En azından ben bilmiyorum…
Sayın Cumhurbaşkanı, Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışı için Ahmed Adnan Saygun’un öğrencisi Prof. Hasan Uçarsu’ya “Sinan” operasının bestelenmesi görevini tevcih etmişti…
Ortaya muhteşem bir eser çıktı, ancak sadece üç kez sahnelendi. Keşke Ara Güler sergisi gibi dünyanın çeşitli ülkelerine de götürülseydi…
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Türkiye’ye aleyhine yürütülen, özellikle de ülke itibarını hedef alan tezvirat kampanyalarına ve kara propagandaya karşı çok ciddi mücadeleler veriyor. Ancak özel sektörün bu çalışmalara yeterli desteği verdiğini söylemek çok zor… Örneğin ABD’de, Amerikan tezlerinin savunulmasına (bkz. “National Security Cinema” adlı kitap), özel sektör, neredeyse devletin ayırdığı bütçe büyüklüğündeki rakamlarla katılır…
Bu örnekleri sayfalar dolusu çoğaltmak mümkün… İşin özeti ise şu: Resesyonla ve ülkemize karşı yürütülen her türlü melanetle mücadelenin topyekûn yürütülmesi şart!
Burada devlet-özel sektör iş birliği ne denli kuvvetli olursa o denli başarılı olunur ve rekabetçi avantaj konusunda yol alınabilir…
Unutmayalım ki “Ne ka köfte, o ka ekmek” kuralı burada da geçerlidir…