Ne ‘için’ varız Afganistan’da?…
17 MART 2012
Dün bir kez daha sordu pek çok insan kendi kendine: Ne için varız Afganistan’da? ‘Niçin’ değil… ‘Ne için’… Daha doğrusu ‘Kimin için’?.. Bir ara her mahallede bir ‘Koreli’ vardı. Çoğunluğu çakmak tamircisi, şoför falan olurdu. Bozcaada’da bir balık lokantası var: Koreli… O amcalar da bilmiyorlardı, Kore’de ‘ne’ için dövüşüp öldüklerini…
Sorumuzun yanıtını net olarak bilemiyoruz.
‘Yakındoğu üçgeninde geleceği öngörmek’ kapak konulu NPQ Türkiye dergisinde röportajını yayımladığımız ve yıllarca oralarda NATO temsilciliği yapmış olan Dışişleri eski Bakanımız Sayın Hikmet Çetin’in şu cümlelerini hatırlamakta yarar var:
“Afganistan Sovyet işgaline uğradığında beş yaşında olan çocuklar, yani tam okul çağına gelmiş ama henüz başlamamış çocuklar bugün 36 yaşında. Neredeyse üç kuşak, normal, savaş dışı bir hayata; iktisadi, sosyal ve siyasi bir deneyime sahip değil. (...) Özellikle Afgan Ordusu ve polisinin eğitimine daha çok ağırlık verilmeye başlandı. Bunu en iyi yapacak olan da Türkiye’dir. Afganlılar da öyle düşünüyor. Türkiye 1930’larda yapmış bu işi. Afgan ordusunda pek çok terim Türkçe. Afganlılar’ın Türkiye’den beklentisi çok. Türk halkına karşı büyük bir sempati var. Türkiye de beklentilere yanıt vermeye çalışıyor.”
‘Ne için’in yanıtı eğer imparatorluk vizyonu ise, o zaman Kabil’deki 12 şehidimizin acısıyla birlikte akla düşen her türlü sorunun yanıtını devlet ricalinden beklemek hakkımızdır.
‘Kendini ve kurumunu bil...’
Dün burada HSYK’nın sempozyumundaki çeviri fiyaskosundan hareketle, istisnasız her meslekte ‘kendini bilmemenin’ çevreye vereceği zararlar üzerine ahkâm kesmiştik.
Aslında felsefenin en derin kuyusunda sessizce yatıp da, elimizdeki bol düğümlü kısa iplerle ulaşmaya çalıştığımız bu ‘kendini bil’ (Gnothi seauton) cevheri, elbette bitimsiz bir yolu yürümekle eş anlamlı. Ancak biz sıradan faniler olarak bu cevhere dokunabilmek için sadece çaba gösterebilir, hatalardan öğrenebilirsek de yol alırız.
Bu kurumlar için de geçerlidir... Kurumlar, bizzat yöneticileri ve çalışanları tarafından ne kadar iyi tanınıyor? Kurumlarımız bir organizasyon olarak tüm birimleriyle ne kadar şeffaf? Canlılığın en temel meselesi olan ‘sürdürülebilir’ olmanın temel ölçütlerinden ne kadar haberdarız? Tıpkı kendimize karşı verdiğimiz sözler gibi kurumların da hedeflerine ulaşabilme yolunda verdikleri sözler havada mı uçuşuyor; yoksa ‘deklare edilmiş’ mi?
N’PR İletişim Danışmanlığı Yönetim Kurulu Başkanı Nur Başnur’un gönderdiği ‘SürdürülenN’PR’ / Gelecek yönetimi için iletişim yönetimi’ başlıklı ‘sürdürülebilirlik raporu’ adını verdikleri çalışmalarını incelerken yukarıdaki düşünceler, uçuştu durdu...
Kendi şirketlerini tanıma ve tanıtma çabası olarak, kuyunun dibindeki o cevhere ulaşabilme yolunda sarkıttıkları ipten çok önemli düğümleri çözmüşler. Vaadleri de, yeşil dünyaya ve çevremize karşı duydukları sorumluluk bilincinin bir kanıtı gibi açık açık yazılmış. Kendilerini adamakıllı bağlamışlar. Hem çalışanlarına, hem müşterilerine hem de sektöre karşı. Gelecek sene o vaatlerin ne kadarını gerçekleştirmiş olduklarını öncelikle kendileri görecek ve açıklayacaklardır. Yararlanmak isteyenler şu adresten rapor dosyasına erişebilir: http://www.npr.com.tr/surdurulenpr//surdurulenpr.pdf Halkla ilişkiler sektörünün örnek alacağı bir çalışma olmuş. Tebrikler Nur Hanım…
Tasarımın dili konuşkan...
Bir tasarım ürününün ‘dili’ olduğunu ve bu ürünün de aynı zamanda bir iletişim aracı olarak hayatımızdaki çarpıcı etkisini Prof. Önder Küçükerman hocamızdan Bersay İletişim Enstitüsü’nde verdiği bir konferansta dinlediğimizde biraz da şaşırmıştım. Hoca, Çin porselenlerinin Çin bayrağından daha çok tanınır olması örneğinden başlayarak Mısır piramitlerine ve oradan Anadolu cam sanatı örneklerine uzanmış ve tasarım mirasının geleceğin yaratılmasına olan katkısını nasıl da güzel anlatmıştı. Aklımda kalan ‘risk’ sözcüğüydü. Sektörler ve tasarım arasındaki ‘risk’ ilişkisi... Tasarıma yatırım yapmanın maliyeti ve riski göze alarak yürümenin sektöre katacağı yenilenme ve kazanç...
İçinde ‘tasarım’ sözcüğü geçen neredeyse her habere ‘antin kuntin postmodern enstalasyon’ şüphesiyle bakmama refleksini edinmek için Önder Hocanın söylediklerine biraz ‘takılmak’ yeterli. Tasarım dünyasının fazlasıyla ‘antin kuntin’ görünen şu haberiyle komplekssizce temas kurmak tam da bu nedenle pek kolay olmadı:
8MANİ – Ottomani Projesi, bizim ‘yaratıcı üretim örneklerimizi’ İtalya’da tanıtma çabası içindeymiş. Mayıs sonunda gerçekleşecek ‘Floransa Uluslararası Tasarım Haftası’nda Türkiye’den katılacak 8 sanatçı belirlenecekmiş. Temaları ilginç: ‘Zamanı Bağdaştırmak’ (Connecting Time)...
Küratör Marco Testa’nın Sanat Tarihçisi Aslı Bıçakcı asistanlığında gerçekleştirdiği 8MANI-Ottomani, İtalyancada hem ‘Osmanlı’, hem de ‘sekiz el’ sözcüklerinden oluşuyormuş. Hangi sanatçıların Floransa’ya eserlerini göndereceğini öğrenmek kısmet olmadı. Yakında onu da öğreniriz.
İnovasyonsuz yaşayamayan iş dünyası için ‘tasarım’ın değdiği her alan ‘bereketli topraklar’dan sayılır... Önder Hocamın sözünü ettiği ‘riski göze alarak yürümenin’ öncülüğünü yapan kurumlara bir de bu gözle bakmakta yarar var. Sanayi-tasarım buluşmasında karşılıklı bir besleme ve yaratımdan ilham alma ilişkisi bu. Tasarımın dili konuşkan... Yeter ki, ‘antin kuntin’, rahmetli Attilâ İlhan’ın deyişiyle ‘çatal kalktı yürüdü’ türünden konuşsun…
Sorumuzun yanıtını net olarak bilemiyoruz.
‘Yakındoğu üçgeninde geleceği öngörmek’ kapak konulu NPQ Türkiye dergisinde röportajını yayımladığımız ve yıllarca oralarda NATO temsilciliği yapmış olan Dışişleri eski Bakanımız Sayın Hikmet Çetin’in şu cümlelerini hatırlamakta yarar var:
“Afganistan Sovyet işgaline uğradığında beş yaşında olan çocuklar, yani tam okul çağına gelmiş ama henüz başlamamış çocuklar bugün 36 yaşında. Neredeyse üç kuşak, normal, savaş dışı bir hayata; iktisadi, sosyal ve siyasi bir deneyime sahip değil. (...) Özellikle Afgan Ordusu ve polisinin eğitimine daha çok ağırlık verilmeye başlandı. Bunu en iyi yapacak olan da Türkiye’dir. Afganlılar da öyle düşünüyor. Türkiye 1930’larda yapmış bu işi. Afgan ordusunda pek çok terim Türkçe. Afganlılar’ın Türkiye’den beklentisi çok. Türk halkına karşı büyük bir sempati var. Türkiye de beklentilere yanıt vermeye çalışıyor.”
‘Ne için’in yanıtı eğer imparatorluk vizyonu ise, o zaman Kabil’deki 12 şehidimizin acısıyla birlikte akla düşen her türlü sorunun yanıtını devlet ricalinden beklemek hakkımızdır.
‘Kendini ve kurumunu bil...’
Dün burada HSYK’nın sempozyumundaki çeviri fiyaskosundan hareketle, istisnasız her meslekte ‘kendini bilmemenin’ çevreye vereceği zararlar üzerine ahkâm kesmiştik.
Aslında felsefenin en derin kuyusunda sessizce yatıp da, elimizdeki bol düğümlü kısa iplerle ulaşmaya çalıştığımız bu ‘kendini bil’ (Gnothi seauton) cevheri, elbette bitimsiz bir yolu yürümekle eş anlamlı. Ancak biz sıradan faniler olarak bu cevhere dokunabilmek için sadece çaba gösterebilir, hatalardan öğrenebilirsek de yol alırız.
Bu kurumlar için de geçerlidir... Kurumlar, bizzat yöneticileri ve çalışanları tarafından ne kadar iyi tanınıyor? Kurumlarımız bir organizasyon olarak tüm birimleriyle ne kadar şeffaf? Canlılığın en temel meselesi olan ‘sürdürülebilir’ olmanın temel ölçütlerinden ne kadar haberdarız? Tıpkı kendimize karşı verdiğimiz sözler gibi kurumların da hedeflerine ulaşabilme yolunda verdikleri sözler havada mı uçuşuyor; yoksa ‘deklare edilmiş’ mi?
N’PR İletişim Danışmanlığı Yönetim Kurulu Başkanı Nur Başnur’un gönderdiği ‘SürdürülenN’PR’ / Gelecek yönetimi için iletişim yönetimi’ başlıklı ‘sürdürülebilirlik raporu’ adını verdikleri çalışmalarını incelerken yukarıdaki düşünceler, uçuştu durdu...
Kendi şirketlerini tanıma ve tanıtma çabası olarak, kuyunun dibindeki o cevhere ulaşabilme yolunda sarkıttıkları ipten çok önemli düğümleri çözmüşler. Vaadleri de, yeşil dünyaya ve çevremize karşı duydukları sorumluluk bilincinin bir kanıtı gibi açık açık yazılmış. Kendilerini adamakıllı bağlamışlar. Hem çalışanlarına, hem müşterilerine hem de sektöre karşı. Gelecek sene o vaatlerin ne kadarını gerçekleştirmiş olduklarını öncelikle kendileri görecek ve açıklayacaklardır. Yararlanmak isteyenler şu adresten rapor dosyasına erişebilir: http://www.npr.com.tr/surdurulenpr//surdurulenpr.pdf Halkla ilişkiler sektörünün örnek alacağı bir çalışma olmuş. Tebrikler Nur Hanım…
Tasarımın dili konuşkan...
Bir tasarım ürününün ‘dili’ olduğunu ve bu ürünün de aynı zamanda bir iletişim aracı olarak hayatımızdaki çarpıcı etkisini Prof. Önder Küçükerman hocamızdan Bersay İletişim Enstitüsü’nde verdiği bir konferansta dinlediğimizde biraz da şaşırmıştım. Hoca, Çin porselenlerinin Çin bayrağından daha çok tanınır olması örneğinden başlayarak Mısır piramitlerine ve oradan Anadolu cam sanatı örneklerine uzanmış ve tasarım mirasının geleceğin yaratılmasına olan katkısını nasıl da güzel anlatmıştı. Aklımda kalan ‘risk’ sözcüğüydü. Sektörler ve tasarım arasındaki ‘risk’ ilişkisi... Tasarıma yatırım yapmanın maliyeti ve riski göze alarak yürümenin sektöre katacağı yenilenme ve kazanç...
İçinde ‘tasarım’ sözcüğü geçen neredeyse her habere ‘antin kuntin postmodern enstalasyon’ şüphesiyle bakmama refleksini edinmek için Önder Hocanın söylediklerine biraz ‘takılmak’ yeterli. Tasarım dünyasının fazlasıyla ‘antin kuntin’ görünen şu haberiyle komplekssizce temas kurmak tam da bu nedenle pek kolay olmadı:
8MANİ – Ottomani Projesi, bizim ‘yaratıcı üretim örneklerimizi’ İtalya’da tanıtma çabası içindeymiş. Mayıs sonunda gerçekleşecek ‘Floransa Uluslararası Tasarım Haftası’nda Türkiye’den katılacak 8 sanatçı belirlenecekmiş. Temaları ilginç: ‘Zamanı Bağdaştırmak’ (Connecting Time)...
Küratör Marco Testa’nın Sanat Tarihçisi Aslı Bıçakcı asistanlığında gerçekleştirdiği 8MANI-Ottomani, İtalyancada hem ‘Osmanlı’, hem de ‘sekiz el’ sözcüklerinden oluşuyormuş. Hangi sanatçıların Floransa’ya eserlerini göndereceğini öğrenmek kısmet olmadı. Yakında onu da öğreniriz.
İnovasyonsuz yaşayamayan iş dünyası için ‘tasarım’ın değdiği her alan ‘bereketli topraklar’dan sayılır... Önder Hocamın sözünü ettiği ‘riski göze alarak yürümenin’ öncülüğünü yapan kurumlara bir de bu gözle bakmakta yarar var. Sanayi-tasarım buluşmasında karşılıklı bir besleme ve yaratımdan ilham alma ilişkisi bu. Tasarımın dili konuşkan... Yeter ki, ‘antin kuntin’, rahmetli Attilâ İlhan’ın deyişiyle ‘çatal kalktı yürüdü’ türünden konuşsun…