Neden “SABAH” da “Morning” değil...
14 ARALIK 2003
Geçen Perşembe Hürriyet’de tam sayfa bir ilan vardı. Hürriyet’in dergi Grubu Doğan Burda Rizzoli’nin ilanı. Tüm dergilerinin yöneticilerini bir araya toplamışlar. Gerçekten şirin bir fotoğraf çektirmişler. Altına da tüm dergilerin adlarını ve bu dergilerin başında hangi yöneticilerin bulunduğunu yazmışlar. Bünyelerindeki 22 dergiyle “Türkiye’nin gelişimine ciddi katkı sağladıklarını” söylüyor ve insanları abone olmaya çağırıyorlar...
Adı Türkçe olan 6 tanesini hariç tutarsak 16 derginin adları şöyle: Country Homes, Hey Girl, Auto Show, Capital, PC Net, The Gate, Klips, Focus, Blue Jean, Art Decor, Elle, Burda, Formsanté, İstanbul Life, Capital, Maison Française...
Bir de döndüm SABAH’ın dergi Grubu 1 Numara Yayıncılık’ın dergilerinin adlarına baktım... Durum çok farklı değil. 17 dergiden 9’unun adı şöyle:
Aktüel, Cosmopolitan, Esquire, Power, House Beautiful, Home Art, Cosmogirl, FHM, Harper's Bazaar...
El insaf! Sanırsınız ki Türkiye bir müstemleke ülkesi ve bu ülkedeki yabancı güçler kendileri için tenis kortları, eğlence ve alış veriş merkezleri, sinemalar falan yaptıkları gibi, kendileri için dergiler de çıkarıyorlar...
Sonra da hayıflanıyoruz dergiler niye satmıyor diye. Amerika’da dergiler ulusal gazetelerin 5-10 misli fazla satar. Bu rakam Avrupa’da benzer oranlara ulaşır. Bizde ise dergiler, Atlas, Sofra gibi bir iki Türk dergisi dışında gazetelerin onda biri ya da daha altında oranlarda satılır. Sakın kimse bana Türk halkının okumadığını falan söylemesin. Ülkede pek çok sektör dünya ile yarışırken, gazeteler hatırı sayılır tirajlara ulaşırken, Türkiye’deki dergi sektörünün yerlerde sürünmesinin suçlusu Türk halkı olamaz.
Bakın bakalım yerli diziler mi çok izleniyor yabancı diziler mi; yerli filmler mi yabancı filmler mi? Etiler civarında yaşayan 10-15 bin kadın için dergi çıkarıp sonra da “Türkiye’nin gelişimine ciddi katkı yapıyoruz” anlayışından bakalım ne zaman kurtulacağız...
Sabah’ı “Morning” yapın, Hürriyet’i “Liberty”, Milliyet’i “Nationality”, Cumhuriyet’i “Republic”, Akşam’ı “Evening”, içeriklerini de Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi kültürüne oturtun, bakın neler oluyor... Bir gün haftada 300 bin satan, örneğin bir Türk kadını dergisi görmeden ölürsem gözüm arkada gideceğim... DBR ve 1 Numara Yayıncılık’ın yöneticilerine soruyorum: Olanaksız mı bu naçizane isteğim?
Birinci yarışma sonuçlandı
Sıra ikincisinde...
Geçen hafta bir yarışma düzenlemiş ve sormuştum:
“Halk jürisi Serkül’ü önce 13’üncü aday olarak finale soktu. Sonra da ilk üç hafta birinciliğe yani Türkiye’nin Popstar’lığına lâyık gördü. Neden?..”
130 kadar yanıt geldi. Birinciyi belirlemekte zorlandım.
Yarışmamızın sonuçlarını açıklıyorum: Funda Öge birinci; iki tane de ikincimiz var: Onur Kılıçlar ve Ömer Faruk Özgür.
Funda Öge diyor ki:
“Bence sorunuzun cevabı, ‘kamuoyu’ ve ‘kamu vicdanı’ arasındaki etkileşimde gizli. Serkül’ün engelli olması Popstar’lık kavramına soru işareti getiriyor fakat müziğe olan aşkı ile birleşen azmi ve hırsı, engelinin önüne geçerek onun başarısını kamu vicdanı gözünde kabul edilebilir kılıyor.
Popstar yarışması ve yeri geldiğinde Popstar adayları için yapılan reklam, tanıtım ve benzeri pek çok iletişim aktivitesi ile kamuoyunu etkilemek mümkün olabilir. Hatta, çok konuşulan ve çeşitli boyutlarda tartışma yaratan ‘jüri tavır ve davranışları’ da bu etkiyi güçlendirmiştir. Fakat, yasalar da dahil olmak üzere, tüm karar ve kuralların üstünde bir güce sahip olan kamu vicdanına bilinçli olarak etki etmek, tartışma kabul etmeyecek ölçüde zordur. Çünkü, kamu vicdanı dediğimiz şey, toplumun değer yargıları, saygı ve anlayış ölçüleri, kültürel ve ahlakî değerlerinin oluşturduğu kolay kolay değişmeyecek bir bütünden ibarettir.
Sonuç olarak Serkül’ün Popstar’lık yarışında kamuoyu, kamu vicdanından etkilenmiştir. Başka bir deyişle kamu vicdanı, kamuoyunu oluşturmuştur. Fakat unutulmamalıdır ki, kamu vicdanını etkileyebilecek tek kişi olan Serkül’ün doğru iletişimi sürdüremeyecek olması durumunda, kamu vicdanı olumsuz etkilenecek, sonuçlar Serkül’ün aleyhine değişmeye başlayacaktır.”
Dikkatimi çeken ve günün birinde diğerleri gibi ‘yazı’ işinde mutlaka bir yerlere geleceğine inandığım isimler ise şöyle: Kahya Serdar, Ayşe H. Çetinel, Özlem Bülbül, Mehmet Çoğal...
Şimdi gelelim ödüllere. Üç başarılı yarışmacıya ‘iletişimle ilgili’ kitaplar armağan edeceğim: birinciye Kemal Tahir’den “Devlet Ana”; ikincilere ise Ahmet Hamdi Tanpınar’dan “Beş Şehir”; Cemil Meriç’den “Bu Ülke”...
Gelelim bu haftanın mini iletişim yarışması sorusuna: “Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
1600 vuruşu geçmeyen iletişim yorumlarınızı 19 Aralık Cuma akşamına kadar bekliyorum. İletişimle ilgili armağan vermek isteyen ‘sponsor adaylarının önerilerine açığım (!)...
Dün, Bugün, Yarın
MediaCat dergisi 10’uncu yılını kutlarken bir kitap yayınladı. Adı: Marka Dolu Marka... Kitabı hazırlayanlar içeriği ile ilgili şu notu düşmüşler: Pazarlama iletişiminin dünü, bugünü ve yarınına dair mürekkebi kurumamış yazılar...
Soyadı sırasıyla şu uzmanların yazılarına yer verilmiş: Alaeddin Asna, Güven Borça, Vural Çakır, Nesteren Davutoğlu, Salim Kadıbeşegil, Fatoş Karahasan, Haluk Mesçi, Yavuz Odabaşı, Yavuz Özçelik, Necati Özkan, Ali Saydam, Ferruh Uztuğ, Alper Üner...
Gördüğünüz gibi hasbelkader bizim de çorbada tuzumuz var. İddiasızlığın iddiasını taşıyan bu kitabı iletişimle ilgilenen (kim ilgilenmiyor ki) her gencin başucu kitabı olarak edinmesinde yarar var.
İki etkinlikten iki zirve
Geçen hafta İstanbul bir iletişim etkinlikleri furyası yaşadı. Bazen günde 2-3 etkinlik üst üste çakışıyordu. Bunların en ilginç iki tanesi bence, Management Centre Türkiye’nin düzenlediği ve hem Türkiye’den hem de dünyadan önemli kişilerin yer aldığı “Sürdürülebilir Farklılaşma” idi. Diğeri ise, Marketing Türkiye dergisinin düzenlediği “Marketing Türkiye” (Türkiye’yi Pazarlamak) adlı toplantı.
Bu iki etkinliğin de VCD’sini organizasyonu gerçekleştiren kuruluşlardan mutlaka edinmeye çalışın. Eğer talebinizi karşılamazlarsa lütfen bana haber verin. İki tarihi konuşma vardı: Birincisinde Jack Trout’un, ikincisinde Erkan Mumcu’nun. Mumcu’nun konuşmalarına çok tanık oldum. Ama o günkü konuşması gerçekten kuşaktan kuşağa kalacak bir miras niteliğindeydi. Toplumsal kimlik ve marka ilişkisi ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
Jack Trout ise ‘Farklılaşmak’ için konumlandırma konusunda değişmeme gereğini ve bunun ciddi bir fedakârlık olduğunu anlattı. Anlaması biraz zor ve birbiriyle çelişen iki tespiti mükemmel anlattı... Kaçırmadınız. Mutlaka ya bantları izleyin ya da yazılı dokümanları edinip okuyun.
Vakko’nun Almanya çıkarması
Vakko yine 12’den vurmuş. Hamburg’da mağaza açmış. Mağazanın fotoğraflarını ve Alman gazetelerinde çıkan haberlerin kupürlerini göndermişler. Göğsüm kabardı. Alman basınında bu kadar etki yaratmak kolay değildir.
Sinan Yaman’ın o ilginç lafı geldi yine aklıma: Hazır, Hızır, Huzur... Hazırlığını doğru yaparsan Hızır yetişir. Hızır yetişirse Huzur bulursun... Vakko bu mağaza için bir yıldır hazırlanıyormuş. Ağır emek ve planlama varmış işin arkasında. Bu tutarsa Almanya’nın diğer kentlerinde de yatırım yapacaklarmış. Türkiye’den ‘marka’ mı çıkıyor yoksa?...
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersiniz ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Yorumsuz
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Adı Türkçe olan 6 tanesini hariç tutarsak 16 derginin adları şöyle: Country Homes, Hey Girl, Auto Show, Capital, PC Net, The Gate, Klips, Focus, Blue Jean, Art Decor, Elle, Burda, Formsanté, İstanbul Life, Capital, Maison Française...
Bir de döndüm SABAH’ın dergi Grubu 1 Numara Yayıncılık’ın dergilerinin adlarına baktım... Durum çok farklı değil. 17 dergiden 9’unun adı şöyle:
Aktüel, Cosmopolitan, Esquire, Power, House Beautiful, Home Art, Cosmogirl, FHM, Harper's Bazaar...
El insaf! Sanırsınız ki Türkiye bir müstemleke ülkesi ve bu ülkedeki yabancı güçler kendileri için tenis kortları, eğlence ve alış veriş merkezleri, sinemalar falan yaptıkları gibi, kendileri için dergiler de çıkarıyorlar...
Sonra da hayıflanıyoruz dergiler niye satmıyor diye. Amerika’da dergiler ulusal gazetelerin 5-10 misli fazla satar. Bu rakam Avrupa’da benzer oranlara ulaşır. Bizde ise dergiler, Atlas, Sofra gibi bir iki Türk dergisi dışında gazetelerin onda biri ya da daha altında oranlarda satılır. Sakın kimse bana Türk halkının okumadığını falan söylemesin. Ülkede pek çok sektör dünya ile yarışırken, gazeteler hatırı sayılır tirajlara ulaşırken, Türkiye’deki dergi sektörünün yerlerde sürünmesinin suçlusu Türk halkı olamaz.
Bakın bakalım yerli diziler mi çok izleniyor yabancı diziler mi; yerli filmler mi yabancı filmler mi? Etiler civarında yaşayan 10-15 bin kadın için dergi çıkarıp sonra da “Türkiye’nin gelişimine ciddi katkı yapıyoruz” anlayışından bakalım ne zaman kurtulacağız...
Sabah’ı “Morning” yapın, Hürriyet’i “Liberty”, Milliyet’i “Nationality”, Cumhuriyet’i “Republic”, Akşam’ı “Evening”, içeriklerini de Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi kültürüne oturtun, bakın neler oluyor... Bir gün haftada 300 bin satan, örneğin bir Türk kadını dergisi görmeden ölürsem gözüm arkada gideceğim... DBR ve 1 Numara Yayıncılık’ın yöneticilerine soruyorum: Olanaksız mı bu naçizane isteğim?
Birinci yarışma sonuçlandı
Sıra ikincisinde...
Geçen hafta bir yarışma düzenlemiş ve sormuştum:
“Halk jürisi Serkül’ü önce 13’üncü aday olarak finale soktu. Sonra da ilk üç hafta birinciliğe yani Türkiye’nin Popstar’lığına lâyık gördü. Neden?..”
130 kadar yanıt geldi. Birinciyi belirlemekte zorlandım.
Yarışmamızın sonuçlarını açıklıyorum: Funda Öge birinci; iki tane de ikincimiz var: Onur Kılıçlar ve Ömer Faruk Özgür.
Funda Öge diyor ki:
“Bence sorunuzun cevabı, ‘kamuoyu’ ve ‘kamu vicdanı’ arasındaki etkileşimde gizli. Serkül’ün engelli olması Popstar’lık kavramına soru işareti getiriyor fakat müziğe olan aşkı ile birleşen azmi ve hırsı, engelinin önüne geçerek onun başarısını kamu vicdanı gözünde kabul edilebilir kılıyor.
Popstar yarışması ve yeri geldiğinde Popstar adayları için yapılan reklam, tanıtım ve benzeri pek çok iletişim aktivitesi ile kamuoyunu etkilemek mümkün olabilir. Hatta, çok konuşulan ve çeşitli boyutlarda tartışma yaratan ‘jüri tavır ve davranışları’ da bu etkiyi güçlendirmiştir. Fakat, yasalar da dahil olmak üzere, tüm karar ve kuralların üstünde bir güce sahip olan kamu vicdanına bilinçli olarak etki etmek, tartışma kabul etmeyecek ölçüde zordur. Çünkü, kamu vicdanı dediğimiz şey, toplumun değer yargıları, saygı ve anlayış ölçüleri, kültürel ve ahlakî değerlerinin oluşturduğu kolay kolay değişmeyecek bir bütünden ibarettir.
Sonuç olarak Serkül’ün Popstar’lık yarışında kamuoyu, kamu vicdanından etkilenmiştir. Başka bir deyişle kamu vicdanı, kamuoyunu oluşturmuştur. Fakat unutulmamalıdır ki, kamu vicdanını etkileyebilecek tek kişi olan Serkül’ün doğru iletişimi sürdüremeyecek olması durumunda, kamu vicdanı olumsuz etkilenecek, sonuçlar Serkül’ün aleyhine değişmeye başlayacaktır.”
Dikkatimi çeken ve günün birinde diğerleri gibi ‘yazı’ işinde mutlaka bir yerlere geleceğine inandığım isimler ise şöyle: Kahya Serdar, Ayşe H. Çetinel, Özlem Bülbül, Mehmet Çoğal...
Şimdi gelelim ödüllere. Üç başarılı yarışmacıya ‘iletişimle ilgili’ kitaplar armağan edeceğim: birinciye Kemal Tahir’den “Devlet Ana”; ikincilere ise Ahmet Hamdi Tanpınar’dan “Beş Şehir”; Cemil Meriç’den “Bu Ülke”...
Gelelim bu haftanın mini iletişim yarışması sorusuna: “Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
1600 vuruşu geçmeyen iletişim yorumlarınızı 19 Aralık Cuma akşamına kadar bekliyorum. İletişimle ilgili armağan vermek isteyen ‘sponsor adaylarının önerilerine açığım (!)...
Dün, Bugün, Yarın
MediaCat dergisi 10’uncu yılını kutlarken bir kitap yayınladı. Adı: Marka Dolu Marka... Kitabı hazırlayanlar içeriği ile ilgili şu notu düşmüşler: Pazarlama iletişiminin dünü, bugünü ve yarınına dair mürekkebi kurumamış yazılar...
Soyadı sırasıyla şu uzmanların yazılarına yer verilmiş: Alaeddin Asna, Güven Borça, Vural Çakır, Nesteren Davutoğlu, Salim Kadıbeşegil, Fatoş Karahasan, Haluk Mesçi, Yavuz Odabaşı, Yavuz Özçelik, Necati Özkan, Ali Saydam, Ferruh Uztuğ, Alper Üner...
Gördüğünüz gibi hasbelkader bizim de çorbada tuzumuz var. İddiasızlığın iddiasını taşıyan bu kitabı iletişimle ilgilenen (kim ilgilenmiyor ki) her gencin başucu kitabı olarak edinmesinde yarar var.
İki etkinlikten iki zirve
Geçen hafta İstanbul bir iletişim etkinlikleri furyası yaşadı. Bazen günde 2-3 etkinlik üst üste çakışıyordu. Bunların en ilginç iki tanesi bence, Management Centre Türkiye’nin düzenlediği ve hem Türkiye’den hem de dünyadan önemli kişilerin yer aldığı “Sürdürülebilir Farklılaşma” idi. Diğeri ise, Marketing Türkiye dergisinin düzenlediği “Marketing Türkiye” (Türkiye’yi Pazarlamak) adlı toplantı.
Bu iki etkinliğin de VCD’sini organizasyonu gerçekleştiren kuruluşlardan mutlaka edinmeye çalışın. Eğer talebinizi karşılamazlarsa lütfen bana haber verin. İki tarihi konuşma vardı: Birincisinde Jack Trout’un, ikincisinde Erkan Mumcu’nun. Mumcu’nun konuşmalarına çok tanık oldum. Ama o günkü konuşması gerçekten kuşaktan kuşağa kalacak bir miras niteliğindeydi. Toplumsal kimlik ve marka ilişkisi ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
Jack Trout ise ‘Farklılaşmak’ için konumlandırma konusunda değişmeme gereğini ve bunun ciddi bir fedakârlık olduğunu anlattı. Anlaması biraz zor ve birbiriyle çelişen iki tespiti mükemmel anlattı... Kaçırmadınız. Mutlaka ya bantları izleyin ya da yazılı dokümanları edinip okuyun.
Vakko’nun Almanya çıkarması
Vakko yine 12’den vurmuş. Hamburg’da mağaza açmış. Mağazanın fotoğraflarını ve Alman gazetelerinde çıkan haberlerin kupürlerini göndermişler. Göğsüm kabardı. Alman basınında bu kadar etki yaratmak kolay değildir.
Sinan Yaman’ın o ilginç lafı geldi yine aklıma: Hazır, Hızır, Huzur... Hazırlığını doğru yaparsan Hızır yetişir. Hızır yetişirse Huzur bulursun... Vakko bu mağaza için bir yıldır hazırlanıyormuş. Ağır emek ve planlama varmış işin arkasında. Bu tutarsa Almanya’nın diğer kentlerinde de yatırım yapacaklarmış. Türkiye’den ‘marka’ mı çıkıyor yoksa?...
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersiniz ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Yorumsuz
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”