Neredeyse acıyacağız…
06 NİSAN 2012
Ne zaman 12 Eylül konusu açılsa ve ne zaman Evren ve arkadaşlarının ve de dönemim, darbenin yargılanma meselesini ekranda tartışanları görsen, aklıma sadece o dönemde acı çekenler gelmiyor…
Almancada ‘Heuchler’ dedikleri bir tanım daha sık aklıma gelir oldu şu sıra. Türkçesi yaklaşık ‘iki yüzlü’ ya da daha iyisi Osmanlıcadan ‘mürâî’… İki yüzlülük mürâîlik kadar iyi anlatmıyor durumu… Oysa kastımız çok net. 12 Eylül’ü takip eden gün, ay ve yıllarda “Ordumuz devletine sahip çıkmıştır. Sokağa çıkamıyorduk! Oh be, dünya varmış!” şeklindeki tezahüratla ‘darbe’ yerine İngilizcesini bile ‘military intervention’ diye uydurarak ‘askeri müdahale’ diyen, 1982 Anayasası referandumuna canı gönülden (ya da korkudan) katılmış (katılım oranı %91 civarında) ve ‘Evet’ demiş (oyların %91.37’si) arkadaşların bazılarının bugün kalkıp mangalda kül bırakmayacak şekilde medyaya maydanoz olmaları ve veryansın etmeler ağrımıza gidiyor. O yıllarda akılları henüz baliğ olmamış olanları, diyelim bugün 50 yaşın altındakileri, tabii ki bu duygumun dışında tutuyorum.
Benim duygularıma en iyi tercüman olan gazeteci, hiç şüphesiz Bilal Çetin’di… Olay ekseninden kaymak üzere. İntikam, hesaplaşmanın önüne gçmek üzere… Biraz daha yüklenseler, kafes içinde getirin falan getirin diye ısrar etseler, kamu vicdanı bu kadidi çıkmış iki adama acımaya başlayacak… Aman, özellikle ‘mürâî maydanozlara’ dikkat!...
Şahane Misafir kaçırılmaz
Dünyanın en zor işlerinden biri ‘üslup sahibi’ olmaktır. Sanatçının imzasını görmeden, eserinin ona ait olduğunu anlamamızı sağlayacak, kendini yenileyerek, bir şekilde kendini hiç yinelemeden tekrarlayan yaratıcılığı ortaya koyma becerisiyle elde edilir…
Kapaklarını koparın. Verin herhangi bir Attilâ İlhan, ya da Kemal Tahir romanını eline, eğer seçimi doğru yaptıysanız deneğiniz mutlaka ustayı tanıyacaktır… Bir Wagner eserinin kime ait olduğunu anlamayan bir klasik müzik meraklısı, daha önce hiç görmediği Brueghel tablosunu imzaya bakmadan fark edemeyecek bir amatör resim hayranı olamayacağı gibi, sinema ustalarının tarzını ayırt etmemek mümkün değildir.
Ancak filmin jeneriğini görmeden kime ait olduğu bilebileceğimiz yönetmenler, dünya sinema sanatı tarihinde ölümsüzleşirler, diğerleri değil…
Ferzan Özpetek de bu tür bir yönetmendir. En beğendiğim filmi, Romy Schneider’den sonra ruhumda ikinci sıraya yerleşmiş olan Giovanna Mezzogiorno’nun (Kolera Günlerinde Aşk) başrolünü oynadığı La finestra di fronte, Karşı Pencere’dir… Ancak ustanın son filmi Şahane Misafir (Magnifica presenza) çok ‘şahane’ olmuş… Hangi anlamda? Brecht’in sinema ve tiyatroya getirdiği tanımlardan bir anlamında. Nedir o tanım? Şudur: Sinema ve tiyatronun birinci işlevi seyirciyi eğlendirmektir!.. İşte bu anlamda Özpetek’in filmi 10 numara…
Türkiye seyircisi için afişlerde Cem Yılmaz’ı ön plana çıkarmış olmalılar. Ancak İtalyan sinemasının son yıllardaki en büyük oyuncularından Elio Germano filmi alıp neredeyse tek başına götüren oyuncu. Cem’e de bayıldım. Ama o konuda sübjektif olabilirim. Cem benim dostum. Dediğimiz gibi bu film, sadece Germano’nun performansı için bile izlenebilir.
Bizimkiler döktürecekler… ‘Kara mizah’ diyecekler, ‘Anti faşist’ diyecekler, ‘Ferzan İtalya’nın geçmişiyle hesaplaşacağına Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşan bir film de yapmalı’ diyecekler… Cem Yılmaz’ı öve öve bitiremeyecekler.
Bence siz hiçbirine kulak asmayın. Kendinizi Sezen Aksu’nun bu film için bestelediği olağanüstü parçası ‘Gitmem Daha’nın kanatlarına ve filmin tümüne hâkim olan Alfred Adler’in ‘Toplumsallık Duygusu’ diye tanımladığı ‘beşeri yücelmeye’ bırakıp yükselmeye bakın…
Not: Halit Refiğ’in kült filmi ‘Gurbet Kuşları’nı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV Bölümü’nün Sigorta Şirketi Groupama’nın mali desteği ile mükemmel şekilde onarmış. Daha önce Bereketli Topraklar Üzerinde, Vurun Kahpeye, Selvi Boylu Al Yazmalım, Üç Arkadaş filmlerini de pırıl pırıl bir hle gelmesini sağlamış olan ekip, bu kez da mükemmel bir iş çıkarmış. İzledik. Bugün de Film Festivali’nde (Nişantaşı City’s) gösterilecekmiş. İzleyin bir ustanın 50 yıl öncesinden bugünü nasıl gördüğüne tanıklık edin…
Almancada ‘Heuchler’ dedikleri bir tanım daha sık aklıma gelir oldu şu sıra. Türkçesi yaklaşık ‘iki yüzlü’ ya da daha iyisi Osmanlıcadan ‘mürâî’… İki yüzlülük mürâîlik kadar iyi anlatmıyor durumu… Oysa kastımız çok net. 12 Eylül’ü takip eden gün, ay ve yıllarda “Ordumuz devletine sahip çıkmıştır. Sokağa çıkamıyorduk! Oh be, dünya varmış!” şeklindeki tezahüratla ‘darbe’ yerine İngilizcesini bile ‘military intervention’ diye uydurarak ‘askeri müdahale’ diyen, 1982 Anayasası referandumuna canı gönülden (ya da korkudan) katılmış (katılım oranı %91 civarında) ve ‘Evet’ demiş (oyların %91.37’si) arkadaşların bazılarının bugün kalkıp mangalda kül bırakmayacak şekilde medyaya maydanoz olmaları ve veryansın etmeler ağrımıza gidiyor. O yıllarda akılları henüz baliğ olmamış olanları, diyelim bugün 50 yaşın altındakileri, tabii ki bu duygumun dışında tutuyorum.
Benim duygularıma en iyi tercüman olan gazeteci, hiç şüphesiz Bilal Çetin’di… Olay ekseninden kaymak üzere. İntikam, hesaplaşmanın önüne gçmek üzere… Biraz daha yüklenseler, kafes içinde getirin falan getirin diye ısrar etseler, kamu vicdanı bu kadidi çıkmış iki adama acımaya başlayacak… Aman, özellikle ‘mürâî maydanozlara’ dikkat!...
Şahane Misafir kaçırılmaz
Dünyanın en zor işlerinden biri ‘üslup sahibi’ olmaktır. Sanatçının imzasını görmeden, eserinin ona ait olduğunu anlamamızı sağlayacak, kendini yenileyerek, bir şekilde kendini hiç yinelemeden tekrarlayan yaratıcılığı ortaya koyma becerisiyle elde edilir…
Kapaklarını koparın. Verin herhangi bir Attilâ İlhan, ya da Kemal Tahir romanını eline, eğer seçimi doğru yaptıysanız deneğiniz mutlaka ustayı tanıyacaktır… Bir Wagner eserinin kime ait olduğunu anlamayan bir klasik müzik meraklısı, daha önce hiç görmediği Brueghel tablosunu imzaya bakmadan fark edemeyecek bir amatör resim hayranı olamayacağı gibi, sinema ustalarının tarzını ayırt etmemek mümkün değildir.
Ancak filmin jeneriğini görmeden kime ait olduğu bilebileceğimiz yönetmenler, dünya sinema sanatı tarihinde ölümsüzleşirler, diğerleri değil…
Ferzan Özpetek de bu tür bir yönetmendir. En beğendiğim filmi, Romy Schneider’den sonra ruhumda ikinci sıraya yerleşmiş olan Giovanna Mezzogiorno’nun (Kolera Günlerinde Aşk) başrolünü oynadığı La finestra di fronte, Karşı Pencere’dir… Ancak ustanın son filmi Şahane Misafir (Magnifica presenza) çok ‘şahane’ olmuş… Hangi anlamda? Brecht’in sinema ve tiyatroya getirdiği tanımlardan bir anlamında. Nedir o tanım? Şudur: Sinema ve tiyatronun birinci işlevi seyirciyi eğlendirmektir!.. İşte bu anlamda Özpetek’in filmi 10 numara…
Türkiye seyircisi için afişlerde Cem Yılmaz’ı ön plana çıkarmış olmalılar. Ancak İtalyan sinemasının son yıllardaki en büyük oyuncularından Elio Germano filmi alıp neredeyse tek başına götüren oyuncu. Cem’e de bayıldım. Ama o konuda sübjektif olabilirim. Cem benim dostum. Dediğimiz gibi bu film, sadece Germano’nun performansı için bile izlenebilir.
Bizimkiler döktürecekler… ‘Kara mizah’ diyecekler, ‘Anti faşist’ diyecekler, ‘Ferzan İtalya’nın geçmişiyle hesaplaşacağına Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşan bir film de yapmalı’ diyecekler… Cem Yılmaz’ı öve öve bitiremeyecekler.
Bence siz hiçbirine kulak asmayın. Kendinizi Sezen Aksu’nun bu film için bestelediği olağanüstü parçası ‘Gitmem Daha’nın kanatlarına ve filmin tümüne hâkim olan Alfred Adler’in ‘Toplumsallık Duygusu’ diye tanımladığı ‘beşeri yücelmeye’ bırakıp yükselmeye bakın…
Not: Halit Refiğ’in kült filmi ‘Gurbet Kuşları’nı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV Bölümü’nün Sigorta Şirketi Groupama’nın mali desteği ile mükemmel şekilde onarmış. Daha önce Bereketli Topraklar Üzerinde, Vurun Kahpeye, Selvi Boylu Al Yazmalım, Üç Arkadaş filmlerini de pırıl pırıl bir hle gelmesini sağlamış olan ekip, bu kez da mükemmel bir iş çıkarmış. İzledik. Bugün de Film Festivali’nde (Nişantaşı City’s) gösterilecekmiş. İzleyin bir ustanın 50 yıl öncesinden bugünü nasıl gördüğüne tanıklık edin…