Obama’nın kaderi Erdoğan’a bağlı…
10 HAZİRAN 2012
O meşhur Davos’ toplantısında ‘One minute!’ itirazına direnen moderatörün ülkemize dair yaptığı tespitleri alkışlayan ecnebi Türk aydınlarımızın sayısı az değildir. David Ignatius, ‘Obama’nın Türkiye’deki Dostu’ başlıklı yazısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu yıl Dünya Ekonmik Forumu’na ev sahipliği yapmasını ‘intikam’ olarak değerlendirmiş. Sonra da Obama’nın tekrar seçilmesinden Erdoğan kadar çıkarı olan başka bir dünya liderinin olmadığını belirtmiş.
Çoğumuz için Bay Ignatius, olaylı Davos’un, elini kolunu tutamayıp, Tayyip Bey’i dokunarak uyarmaya da kalkışan moderatörüdür. Bana göre ise Ignatius, Hollywood’un seçilmiş ‘algılama yönetimi’ profesyonellerinden biridir. Medya dünyası için de kendileri Washington Post’un yazarıdır.
Başrollerinde Leonardo DiCaprio ile Russel Crowe’u izlediğimiz ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies) adlı, ‘iyi yapılmış vasat film’, seyredenlerin belleğindedir. Ortadoğu’da olup bitenleri ‘istihbaratçı’ gözüyle gayet iyi anlatan bu filmi izleyenler, senaristi Ignatius’un, konuklarına her şeye rağmen eşit mesafede durabilecek bir moderatör olamayışına şaşırmaz zaten.
Ancak dünya siyasetinin alıp verdiği tüm nefesleri izleme iddiasındaki bir analistin, kendi hissettiklerinden çok, realiteye ‘takılması’ gerektiğini de söylemeden geçmeyelim.
Rahmetli Halit Refiğ’in tezine göre de ‘Amerika’nın kaderi İstanbul’a bağlıdır’…
Ne zamandan beri?
Roma İmparatorluğu’nun, başkentini Roma’dan İstanbul’a taşımasından bu yana… Halit Bey’e göre içinde yaşadığımız bu büyük metropol, eski dünyanın tam merkezidir ve bugün de dünya enerji kaynaklarını, ticaret yollarını, Avrasya’yı denetimi altında tutabilmek için Amerika’nın gözü İstanbul’dadır.
Halit Bey’i destekleyen çeşitli görüşler de vardır elbette. Meraklısı arar bulur. Ben geçen yılın Kasım’ında, Pekin, Paris, Bombay gibi kentlerdeki ‘Küresel Merkez’lerinden birini İstanbul’da açan Kolombiya Üniversitesi’nin Rektörü Lee C. Bollinger’ın söylediklerini hatırlatmakla yetineyim. Bollinger, Türkiye’nin, Batı’dan Doğu’ya doğru kayan gücün, ‘kaymanın ve değişimin gerçekleştiği noktada’ durduğunu ifade ederek, küreselleşmeyi anlamak isteyenlerin, İstanbul’a bakmaları gerektiğini şu cümlelerle dile getiriyordu.
“İstanbul, Ortadoğu ve Arap ülkelerinde olup bitenlerin, Afrika’daki gelişmelerin, Rusya’nın, Doğu Avrupa ülkeleriyle ve Kafkasya’nın kolaylıkla izlenebileceği bir ‘başkent’ diyebilirim.”
Bu bakış açısından İstanbul’a bakıldığında, Ignatius’un tespitinin tersine, ‘Obama’nın kaderi Erdoğan’a bağlı’ denilebilir, çok rahatlıkla…
Madonna’ya haksızlık yapılabilir mi?…
Benim gibi her türlü ‘tasallut’la arasına mesafe koymaya çalışan biri için ‘hayranlık’ her zaman için ‘sallantıda’ bir kavram olagelmiştir. Neden? Budalalık çizgisiyle hayranlık arasındaki sınırlar birbirlerine çok yakın durduğu için…
Hiç mi hayranlık duyduğum olay ya da kişi yoktur. Olmaz mı? Bu duyguyu deliler gibi yaşadığım anların sayısı kimbilir ne kadar çoktur.
Sözünü etmeye çalıştığım sadece bir ‘farkındalık’ meselesi…
Madonna fırtınası kolay kolay geçmez. Eğer hayranlarından olsaydık, reçel kavanozunu dışarıdan yalamak yerine, iki elim kanda olsa konserde yerimizi alırdık.
Bazı arkadaşlarımız ‘Bundan sonra bizim starlarımızı nasıl seyredeceğiz?’ diye karalar bağlıyor ya; onlar için gerçekten ben de üzülüyorum. Bu arkadaşlarımız, rekabetüstü (surpetition) segmentte bir şöhretin, canları istediği zaman bilet alıp gidebilecekleri sıklıkta konserleri olmadığı için, dünyanın kimbilir hangi bilinmez kentinde sahne alacağı zamanı beklemeleri gerekecek. İşleri zor!
Burada ‘şöhret’, kendisi olan ürünle de, dolayısıyla da hizmet ettiği ‘markayla’ da, ‘müşterisiyle’ de bütünleşmiştir.
Reklamın iyisini kötüsünü değil mükemmelini yaratmıştır.
Başarı artık kendisinin olmaktan çıkmış, markasına geçmiştir.
Bir markanın içinde eriyip gitmekle, sahici Madonna’yı arayıp da bulamamak arasındaki çelişkidir belki benim tereddütlerimin nedeni. Belki de Madonna’nın kusursuz show’una dair esen fırtınada ‘hastalıklı bir mükemmellik arayışı var mıydı?’ sorusu gelip yoklamıştır beni. Hatta rahmetli annemin sık kullandığı ‘yüzünün rabbi esiri silinmiş’ ifadesini aklıma düşüren olumsuz duygularla baş etmemi sağlayacak ‘sahici’ bir iz aramışımdır?
O’na haksızlık yapma şansımız bile yok. Peki ‘haksızlık bile yapamayacağımız’ biri ne kadar sahicidir?
Madonna projesi vahşi kapitalizmin en kalıcı ürünlerinden. Takdir etmemek olası değil. Ya sevmek?.. İşte o zor…
Anadolu’ya geçmek…
Hani Kurtuluş Savaşı yıllarının ünlü deyişi vardır: “Anadolu’ya geçmek!”.. Ne kadar çok manayı içinde taşırmış. İçinde bulunduğu kültür ikliminden sürekli müşteki ecnebi aydın taifesinin çemkirmesinden bunaldığınızda; kalabalık arasında yalnızlık çektiğinizde; ülkenin dolayısıyla kendiniz ve yakın çevrenizin geleceğinden endişe ettiğiniz zamanlarda, şöyle bir ‘Anadolu’ya geçmenizde’, büyük yarar var…
Perşembe günü Konya’daydım. Marketing Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmeni Günseli Özen Ocakoğlu davet etmişti. Benim de hasbelkader yayın kurulunda bunduğum Marketing Anadolu dergisinin Konya lansmanı vardı. Ev sahipleri Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk ve Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Reklamcılık Bölüm Başkanı ve Konya Reklamcılar Derneği Başkanı Doç. Dr. Hüseyin Altunbaş İstanbul’dan gelenlere hiç yabancılık çektirmediler. Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ve Selçuklu Belediyesi Başkanı Uğur İbrahim Altay inanılmaz işler yapıyorlar oralarda. Tahir Bey’in onarttığı Sille’deki kiliseyi görmemek bir eksiklik. Tabanlıoğlu’na yaptırılan devasa Kültür Merkezi ise Konya’nın kültürel ziynet eşyası olma yolunda…
Benden tavsiye; keyfiniz kaçarsa ‘Anadolu’ya geçin!’… Açılırsınız…
Çoğumuz için Bay Ignatius, olaylı Davos’un, elini kolunu tutamayıp, Tayyip Bey’i dokunarak uyarmaya da kalkışan moderatörüdür. Bana göre ise Ignatius, Hollywood’un seçilmiş ‘algılama yönetimi’ profesyonellerinden biridir. Medya dünyası için de kendileri Washington Post’un yazarıdır.
Başrollerinde Leonardo DiCaprio ile Russel Crowe’u izlediğimiz ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies) adlı, ‘iyi yapılmış vasat film’, seyredenlerin belleğindedir. Ortadoğu’da olup bitenleri ‘istihbaratçı’ gözüyle gayet iyi anlatan bu filmi izleyenler, senaristi Ignatius’un, konuklarına her şeye rağmen eşit mesafede durabilecek bir moderatör olamayışına şaşırmaz zaten.
Ancak dünya siyasetinin alıp verdiği tüm nefesleri izleme iddiasındaki bir analistin, kendi hissettiklerinden çok, realiteye ‘takılması’ gerektiğini de söylemeden geçmeyelim.
Rahmetli Halit Refiğ’in tezine göre de ‘Amerika’nın kaderi İstanbul’a bağlıdır’…
Ne zamandan beri?
Roma İmparatorluğu’nun, başkentini Roma’dan İstanbul’a taşımasından bu yana… Halit Bey’e göre içinde yaşadığımız bu büyük metropol, eski dünyanın tam merkezidir ve bugün de dünya enerji kaynaklarını, ticaret yollarını, Avrasya’yı denetimi altında tutabilmek için Amerika’nın gözü İstanbul’dadır.
Halit Bey’i destekleyen çeşitli görüşler de vardır elbette. Meraklısı arar bulur. Ben geçen yılın Kasım’ında, Pekin, Paris, Bombay gibi kentlerdeki ‘Küresel Merkez’lerinden birini İstanbul’da açan Kolombiya Üniversitesi’nin Rektörü Lee C. Bollinger’ın söylediklerini hatırlatmakla yetineyim. Bollinger, Türkiye’nin, Batı’dan Doğu’ya doğru kayan gücün, ‘kaymanın ve değişimin gerçekleştiği noktada’ durduğunu ifade ederek, küreselleşmeyi anlamak isteyenlerin, İstanbul’a bakmaları gerektiğini şu cümlelerle dile getiriyordu.
“İstanbul, Ortadoğu ve Arap ülkelerinde olup bitenlerin, Afrika’daki gelişmelerin, Rusya’nın, Doğu Avrupa ülkeleriyle ve Kafkasya’nın kolaylıkla izlenebileceği bir ‘başkent’ diyebilirim.”
Bu bakış açısından İstanbul’a bakıldığında, Ignatius’un tespitinin tersine, ‘Obama’nın kaderi Erdoğan’a bağlı’ denilebilir, çok rahatlıkla…
Madonna’ya haksızlık yapılabilir mi?…
Benim gibi her türlü ‘tasallut’la arasına mesafe koymaya çalışan biri için ‘hayranlık’ her zaman için ‘sallantıda’ bir kavram olagelmiştir. Neden? Budalalık çizgisiyle hayranlık arasındaki sınırlar birbirlerine çok yakın durduğu için…
Hiç mi hayranlık duyduğum olay ya da kişi yoktur. Olmaz mı? Bu duyguyu deliler gibi yaşadığım anların sayısı kimbilir ne kadar çoktur.
Sözünü etmeye çalıştığım sadece bir ‘farkındalık’ meselesi…
Madonna fırtınası kolay kolay geçmez. Eğer hayranlarından olsaydık, reçel kavanozunu dışarıdan yalamak yerine, iki elim kanda olsa konserde yerimizi alırdık.
Bazı arkadaşlarımız ‘Bundan sonra bizim starlarımızı nasıl seyredeceğiz?’ diye karalar bağlıyor ya; onlar için gerçekten ben de üzülüyorum. Bu arkadaşlarımız, rekabetüstü (surpetition) segmentte bir şöhretin, canları istediği zaman bilet alıp gidebilecekleri sıklıkta konserleri olmadığı için, dünyanın kimbilir hangi bilinmez kentinde sahne alacağı zamanı beklemeleri gerekecek. İşleri zor!
Burada ‘şöhret’, kendisi olan ürünle de, dolayısıyla da hizmet ettiği ‘markayla’ da, ‘müşterisiyle’ de bütünleşmiştir.
Reklamın iyisini kötüsünü değil mükemmelini yaratmıştır.
Başarı artık kendisinin olmaktan çıkmış, markasına geçmiştir.
Bir markanın içinde eriyip gitmekle, sahici Madonna’yı arayıp da bulamamak arasındaki çelişkidir belki benim tereddütlerimin nedeni. Belki de Madonna’nın kusursuz show’una dair esen fırtınada ‘hastalıklı bir mükemmellik arayışı var mıydı?’ sorusu gelip yoklamıştır beni. Hatta rahmetli annemin sık kullandığı ‘yüzünün rabbi esiri silinmiş’ ifadesini aklıma düşüren olumsuz duygularla baş etmemi sağlayacak ‘sahici’ bir iz aramışımdır?
O’na haksızlık yapma şansımız bile yok. Peki ‘haksızlık bile yapamayacağımız’ biri ne kadar sahicidir?
Madonna projesi vahşi kapitalizmin en kalıcı ürünlerinden. Takdir etmemek olası değil. Ya sevmek?.. İşte o zor…
Anadolu’ya geçmek…
Hani Kurtuluş Savaşı yıllarının ünlü deyişi vardır: “Anadolu’ya geçmek!”.. Ne kadar çok manayı içinde taşırmış. İçinde bulunduğu kültür ikliminden sürekli müşteki ecnebi aydın taifesinin çemkirmesinden bunaldığınızda; kalabalık arasında yalnızlık çektiğinizde; ülkenin dolayısıyla kendiniz ve yakın çevrenizin geleceğinden endişe ettiğiniz zamanlarda, şöyle bir ‘Anadolu’ya geçmenizde’, büyük yarar var…
Perşembe günü Konya’daydım. Marketing Türkiye’nin Genel Yayın Yönetmeni Günseli Özen Ocakoğlu davet etmişti. Benim de hasbelkader yayın kurulunda bunduğum Marketing Anadolu dergisinin Konya lansmanı vardı. Ev sahipleri Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk ve Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Reklamcılık Bölüm Başkanı ve Konya Reklamcılar Derneği Başkanı Doç. Dr. Hüseyin Altunbaş İstanbul’dan gelenlere hiç yabancılık çektirmediler. Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ve Selçuklu Belediyesi Başkanı Uğur İbrahim Altay inanılmaz işler yapıyorlar oralarda. Tahir Bey’in onarttığı Sille’deki kiliseyi görmemek bir eksiklik. Tabanlıoğlu’na yaptırılan devasa Kültür Merkezi ise Konya’nın kültürel ziynet eşyası olma yolunda…
Benden tavsiye; keyfiniz kaçarsa ‘Anadolu’ya geçin!’… Açılırsınız…