‘Old school’ dedikleri…
İletişim sektöründeki derinlikten uzak, müşterisinin bütün bütçesini üç yıllık ömrü olan teknolojilere yatırtmak, kendisi de kısa sürede en yüklüsünden para kazanmak için uğraşan yaşça genç, eski bir klişeyi yaşattıkları için zihnen yaşlı bazılarının kullandığı bir kavram dikkat çekiyor: Old School…
Bir süre köklü ajanslarda çalıştıktan sonra kendi kanatlarıyla uçabileceklerini düşünen olgunlaşmasını tamamlamamış profesyonel adaylarının şişik egolarını tatmin etmek ve rekabeti ustalarını karalayarak inşa etmek düşüncesiyle geliştirdikleri ifade biçimi olarak ortaya çıktığı söylenebilir…
Kendi iletişim ajansını kurmak, önceleri “Bir masa, bir kasa” diye belirtilen, aslında neredeyse hiçbir yatırıma gerek duyulmayan yaklaşımla başlanan yolculuk olarak dile getirilebilirdi. Pandemi sonrasında ise yerleşik ofis düzenine, masaya, kasaya da gerek kalmadı… Kendini geliştirmek, yurt içindeki yurt dışındaki araştırmaları, çalışmaları, uygulamaları takip etmek, ekip yönetimi, müşteri ilişkilerini (ki her bir müşteri hem marka nezdinde hem de kişi bazında ‘benzersiz’dir) geliştirmek, önce Türkiye, sonra bölge ve dünya gündemini takip etmek gibi bir ihtiyaçları da olmadığına göre, geriye aşmaları gereken tek bir engel kalıyor: Varlıkları, bunların foyalarını ortaya çıkarmaya kâfi, korkulu rüyalarına ‘old school’ diyerek işe atılmak artık kolay ötesi…
Tabii bir de iletişim alanının herhangi bir sertifikasyon gerektirmemesi hiç de fena olmayan bir kolaylık sağlıyor onlara… Hekimlik gibi, mimarlık, mühendislik, avukatlık vs. gibi diploma ya da odalara, barolara kayıt zorunluluğu olan ve meslekî etik kodların uygulanabildiği oranda korunmasına dayalı bir sistemi yok… Dileyen herkes, “Açılın! Ben İletişimciyim, Halkla İlişkiler uzmanıyım, Reklamcıyım” falan diye ortaya atılabilir… Berberler eğitimden geçip diploma almadan dükkân açamazken, yaygın deyişle, “Medya mensuplarıyla iyi ilişkisi olan, ‘prezantabl’(!), eli etkinlik düzenlemeye yatkın” gençlerin PR’cılar, Reklam’cılar olarak ortaya atılmalarının önünde hiçbir engel yoktur.
Bu bağlamda, ekonomik varlık göstermeleri için daha önce çalıştıkları iş yerinde dokundukları bir iki müşteriyi kapıp götürmeye çalışmaktan ve de rekabeti zorlayıp müşteri devşirmek için yılların tecrübesiyle donanmış -ki deneyim iletişimde çok önemli bir kıymettir- köklü ajansları ‘old school’ diye karalamaktan başka çare de bulamamaktadırlar…
İşin ilginç yanı; Anglosaksonların ‘spin doctor’ dedikleri, yalana, sansasyona, en iyi ihtimalle vur-kaç türünden tek atımlık kurşunlara dayalı, stratejiden, itibar yönetiminden çok uzak bu tür yaklaşımları aynı kültür ve değerlerde buluştukları bazı müşterilere bir süreliğine satabilmeleridir… Halkımız, boşuna “Her kör satıcının kör bir alıcısı bulunur” demez…
Nedir old school olan… Örneğin iletişim çalışmalarını etkililiğin (effectiveness değil, efficiency) mutlaka ölçülmesi gerektiğini savunmaktır mesela… Henry Ford’un “Reklama harcadığım her bir doların 50 centinin boşa gittiğini biliyorum, ancak hangi yarısının boşa gittiğini bilmiyorum” sözünün hiçbir anlamının kalmadığını iddia etmek ve harcamaların son kuruşuna dek hangi etkiyi sağladığının tespit edilebileceğini savunmak da old school’dur…
Kerameti kendinden menkul bilmişlik ve yaratıcılık(!) içinde kontrolsüz yol alabilmenin yeni ve çağdaş olduğuna ikna etmek için yoğun çaba içindekilerin “Aslolan ilginçliktir” düşüncesine karşı çıkıp, “Aslolan doğru olanı yapmaktır” düşüncesini savunmak da old school bir yaklaşımdır…
Hedef kitle analizinin, SES (sosyoekonomik statü) gruplarına, A+, A, B1, B2, C1, C2, D’ye, eğitim ve gelire göre yapılmasını eleştirmek, geliri A+ olup eğitimi Ğ olanlarla ne yapacağını şaşırmanın yanlış olduğunu, yaşam tarzı ve ortak ruhi şekillenme üzerine analiz yapılmasını savunmak da old school’dur mesela…
Neticede “Derinlik, Merak, Ciddiyet” ‘out’ olup, ‘takılmak, yüzeysellik, eğlenceli olmak’, ‘in’ durumundadır…
Strateji out’dur… Taktik in… Çalışmak out, zekâyla, o da yetmezse yapay zekâyla her şeyi halledeceğine inanmak in… Tutarlılık ve devamlılık out, inovasyon ve hız in…
İşin ilginç tarafı old school karşıtları şu iletişim alanlarında tamamen çuvallarlar: Kriz iletişimi Yönetimi (sadece sırası değil, öncesi ve sonrasıyla), İtibar Yönetimi, İç İletişim (Olayın sadece çalışanlar arası bowling turnuvaları ve eğlenceli etkinliklerden ibaret olmadığını öğrendiklerinde iş işten çoktan geçmiştir), Lider İletişimi, konuşma metinlerinin yazımı, Varoluş Nedeninin tespiti ve tüm iletişim proje ve adımlarının onunla uyumlu olmasının sağlanması vb…
20 yıldan fazla süredir faaliyet gösteren güçlü ajansların müşterilerine gidip “Bunlar old school’dur” diye tezviratta bulunarak iş kapmaya çalışan genç irisi bazı arkadaşların heyecanlarını anlamak mümkün ama mesleki adap ile nezaket, nezahet ve zarafet dışına çıkmalarını, hele ki karşısındaki müşteriyi aptal yerine koymaya çalışmalarını anlamak imkânsız…
Eller oynasın, havaleler yapılsın
Bildiğiniz “Erik Dalı”… Düğünlerin, hem de en sofistike olanlarının dahi vazgeçemediği, herkese göbek attıran popüler parça… Peki önemli bir bankanın markası ile tutarlı şekilde buluşur mu? İşte soru da bu zaten…
Neymiş?.. QNB Finansbank, havalelerden para almıyormuş; aksine bir de üstüne para kazandırıyormuş… Bunu da ömür boyu yapıyormuş…
Reklam filminde haberi alan herkes başlıyor oynamaya (“Eller oynasın eller, yapılsın havaleler. Yaptığın her havalede para kazan üstüne”)… Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, işçi, esnaf, iş insanı… Tüm Türkiye oynuyor ama ne oynamak… Fıkır fıkır, kıvrak kıvrak döktürüyorlar…
Banka, en başta ‘güven’ satar, para değil… Erik Dalı parçasının müziğiyle oynamak, güveni ne kadar sağlar; ona emin olamadık… Fakat emin olduğumuz bir şey var ki o da tüm tereddütlere ve çelişkilere rağmen hakkını teslim etmek lazım; reklam filmi çok güzel olmuş…
Gelelim garipliğe… Filmde ve YouTube’daki açıklama kısmında kampanyanın “bir ömür boyu” olduğu söyleniyor, ancak alt bantta yazılan 31 Aralık 2024 tarihine kadar geçerli olduğu… Mantıki bir açıklaması vardır herhâlde…
Kızılcık Şerbeti yoldan çıktı…
Diziyi başından beri heyecanla izliyoruz. Son iki bölüme kadar Türkiye’nin en önemli sorunlarından, toplumsal çatışma ve ayrışma konularından birine tarafsız, dengeli ve anlayıştan, uyumdan yana bir tavırla adeta çözüm yolu sunmasıyla tüm zamanların en çok izlenen dizilerinden bir oluverdi.
Hem seküler hem de mütedeyyin kesimin hakkını vererek hiçbirinden yana ağırlık koymayarak, hatta Ömer, Ertuğrul, Umut karakterlerinde ve de gençlerde ‘denge’ unsurunu yakalayarak toplumun karşılıklı anlayış ve barış içinde, birbirlerine saygı duyarak huzur içinde yaşayabileceklerine işaret etti.
Bizim açımızdan sosyologların, iletişimcilerin ve de siyasilerin mutlaka izlemesi gereken bir diziydi. Ancak son iki bölümde ayar şaştı… Denge sekülerlerden yana bozuldu… Mütedeyyinler ve muhafazakârlar ortodoks bir hâl aldılar… Davranışları her türlü adap ve toleransın dışına taşıverdi… Kadınlar da bundan nasibini aldı… Birbirinin kuyusunu kazan, her türlü kötülüğe başvuran karakterler klişesine doğru itildiler… Yazık oldu…
Bir süre köklü ajanslarda çalıştıktan sonra kendi kanatlarıyla uçabileceklerini düşünen olgunlaşmasını tamamlamamış profesyonel adaylarının şişik egolarını tatmin etmek ve rekabeti ustalarını karalayarak inşa etmek düşüncesiyle geliştirdikleri ifade biçimi olarak ortaya çıktığı söylenebilir…
Kendi iletişim ajansını kurmak, önceleri “Bir masa, bir kasa” diye belirtilen, aslında neredeyse hiçbir yatırıma gerek duyulmayan yaklaşımla başlanan yolculuk olarak dile getirilebilirdi. Pandemi sonrasında ise yerleşik ofis düzenine, masaya, kasaya da gerek kalmadı… Kendini geliştirmek, yurt içindeki yurt dışındaki araştırmaları, çalışmaları, uygulamaları takip etmek, ekip yönetimi, müşteri ilişkilerini (ki her bir müşteri hem marka nezdinde hem de kişi bazında ‘benzersiz’dir) geliştirmek, önce Türkiye, sonra bölge ve dünya gündemini takip etmek gibi bir ihtiyaçları da olmadığına göre, geriye aşmaları gereken tek bir engel kalıyor: Varlıkları, bunların foyalarını ortaya çıkarmaya kâfi, korkulu rüyalarına ‘old school’ diyerek işe atılmak artık kolay ötesi…
Tabii bir de iletişim alanının herhangi bir sertifikasyon gerektirmemesi hiç de fena olmayan bir kolaylık sağlıyor onlara… Hekimlik gibi, mimarlık, mühendislik, avukatlık vs. gibi diploma ya da odalara, barolara kayıt zorunluluğu olan ve meslekî etik kodların uygulanabildiği oranda korunmasına dayalı bir sistemi yok… Dileyen herkes, “Açılın! Ben İletişimciyim, Halkla İlişkiler uzmanıyım, Reklamcıyım” falan diye ortaya atılabilir… Berberler eğitimden geçip diploma almadan dükkân açamazken, yaygın deyişle, “Medya mensuplarıyla iyi ilişkisi olan, ‘prezantabl’(!), eli etkinlik düzenlemeye yatkın” gençlerin PR’cılar, Reklam’cılar olarak ortaya atılmalarının önünde hiçbir engel yoktur.
Bu bağlamda, ekonomik varlık göstermeleri için daha önce çalıştıkları iş yerinde dokundukları bir iki müşteriyi kapıp götürmeye çalışmaktan ve de rekabeti zorlayıp müşteri devşirmek için yılların tecrübesiyle donanmış -ki deneyim iletişimde çok önemli bir kıymettir- köklü ajansları ‘old school’ diye karalamaktan başka çare de bulamamaktadırlar…
İşin ilginç yanı; Anglosaksonların ‘spin doctor’ dedikleri, yalana, sansasyona, en iyi ihtimalle vur-kaç türünden tek atımlık kurşunlara dayalı, stratejiden, itibar yönetiminden çok uzak bu tür yaklaşımları aynı kültür ve değerlerde buluştukları bazı müşterilere bir süreliğine satabilmeleridir… Halkımız, boşuna “Her kör satıcının kör bir alıcısı bulunur” demez…
Nedir old school olan… Örneğin iletişim çalışmalarını etkililiğin (effectiveness değil, efficiency) mutlaka ölçülmesi gerektiğini savunmaktır mesela… Henry Ford’un “Reklama harcadığım her bir doların 50 centinin boşa gittiğini biliyorum, ancak hangi yarısının boşa gittiğini bilmiyorum” sözünün hiçbir anlamının kalmadığını iddia etmek ve harcamaların son kuruşuna dek hangi etkiyi sağladığının tespit edilebileceğini savunmak da old school’dur…
Kerameti kendinden menkul bilmişlik ve yaratıcılık(!) içinde kontrolsüz yol alabilmenin yeni ve çağdaş olduğuna ikna etmek için yoğun çaba içindekilerin “Aslolan ilginçliktir” düşüncesine karşı çıkıp, “Aslolan doğru olanı yapmaktır” düşüncesini savunmak da old school bir yaklaşımdır…
Hedef kitle analizinin, SES (sosyoekonomik statü) gruplarına, A+, A, B1, B2, C1, C2, D’ye, eğitim ve gelire göre yapılmasını eleştirmek, geliri A+ olup eğitimi Ğ olanlarla ne yapacağını şaşırmanın yanlış olduğunu, yaşam tarzı ve ortak ruhi şekillenme üzerine analiz yapılmasını savunmak da old school’dur mesela…
Neticede “Derinlik, Merak, Ciddiyet” ‘out’ olup, ‘takılmak, yüzeysellik, eğlenceli olmak’, ‘in’ durumundadır…
Strateji out’dur… Taktik in… Çalışmak out, zekâyla, o da yetmezse yapay zekâyla her şeyi halledeceğine inanmak in… Tutarlılık ve devamlılık out, inovasyon ve hız in…
İşin ilginç tarafı old school karşıtları şu iletişim alanlarında tamamen çuvallarlar: Kriz iletişimi Yönetimi (sadece sırası değil, öncesi ve sonrasıyla), İtibar Yönetimi, İç İletişim (Olayın sadece çalışanlar arası bowling turnuvaları ve eğlenceli etkinliklerden ibaret olmadığını öğrendiklerinde iş işten çoktan geçmiştir), Lider İletişimi, konuşma metinlerinin yazımı, Varoluş Nedeninin tespiti ve tüm iletişim proje ve adımlarının onunla uyumlu olmasının sağlanması vb…
20 yıldan fazla süredir faaliyet gösteren güçlü ajansların müşterilerine gidip “Bunlar old school’dur” diye tezviratta bulunarak iş kapmaya çalışan genç irisi bazı arkadaşların heyecanlarını anlamak mümkün ama mesleki adap ile nezaket, nezahet ve zarafet dışına çıkmalarını, hele ki karşısındaki müşteriyi aptal yerine koymaya çalışmalarını anlamak imkânsız…
Eller oynasın, havaleler yapılsın
Bildiğiniz “Erik Dalı”… Düğünlerin, hem de en sofistike olanlarının dahi vazgeçemediği, herkese göbek attıran popüler parça… Peki önemli bir bankanın markası ile tutarlı şekilde buluşur mu? İşte soru da bu zaten…
Neymiş?.. QNB Finansbank, havalelerden para almıyormuş; aksine bir de üstüne para kazandırıyormuş… Bunu da ömür boyu yapıyormuş…
Reklam filminde haberi alan herkes başlıyor oynamaya (“Eller oynasın eller, yapılsın havaleler. Yaptığın her havalede para kazan üstüne”)… Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, işçi, esnaf, iş insanı… Tüm Türkiye oynuyor ama ne oynamak… Fıkır fıkır, kıvrak kıvrak döktürüyorlar…
Banka, en başta ‘güven’ satar, para değil… Erik Dalı parçasının müziğiyle oynamak, güveni ne kadar sağlar; ona emin olamadık… Fakat emin olduğumuz bir şey var ki o da tüm tereddütlere ve çelişkilere rağmen hakkını teslim etmek lazım; reklam filmi çok güzel olmuş…
Gelelim garipliğe… Filmde ve YouTube’daki açıklama kısmında kampanyanın “bir ömür boyu” olduğu söyleniyor, ancak alt bantta yazılan 31 Aralık 2024 tarihine kadar geçerli olduğu… Mantıki bir açıklaması vardır herhâlde…
Kızılcık Şerbeti yoldan çıktı…
Diziyi başından beri heyecanla izliyoruz. Son iki bölüme kadar Türkiye’nin en önemli sorunlarından, toplumsal çatışma ve ayrışma konularından birine tarafsız, dengeli ve anlayıştan, uyumdan yana bir tavırla adeta çözüm yolu sunmasıyla tüm zamanların en çok izlenen dizilerinden bir oluverdi.
Hem seküler hem de mütedeyyin kesimin hakkını vererek hiçbirinden yana ağırlık koymayarak, hatta Ömer, Ertuğrul, Umut karakterlerinde ve de gençlerde ‘denge’ unsurunu yakalayarak toplumun karşılıklı anlayış ve barış içinde, birbirlerine saygı duyarak huzur içinde yaşayabileceklerine işaret etti.
Bizim açımızdan sosyologların, iletişimcilerin ve de siyasilerin mutlaka izlemesi gereken bir diziydi. Ancak son iki bölümde ayar şaştı… Denge sekülerlerden yana bozuldu… Mütedeyyinler ve muhafazakârlar ortodoks bir hâl aldılar… Davranışları her türlü adap ve toleransın dışına taşıverdi… Kadınlar da bundan nasibini aldı… Birbirinin kuyusunu kazan, her türlü kötülüğe başvuran karakterler klişesine doğru itildiler… Yazık oldu…