Olimpiyat açılışı ve Fih-i Mafih…
30 TEMMUZ 2012
Dünkü Vatan’a gerekirse internetten ulaşıp Selahattin Duman kardeşimizin yazısını mutlaka okumalısınız. Olimpiyat Oyunları’nın açılış töreni karşısında nutku tutulup, “Biz bu işi beceremeyiz!” duygusuna kapılanlar arasında en samimisi ve en dürüstü o çünkü…
Özetle diyor ki, “Biz ne göstereceğiz? Bizim uluslar arası klasik ya da popüler markamız yok ki? Bu işleri havale edebileceğimiz sadece Mustafa Erdoğan’ımız var. Göstermek için de Kılıç Kalkan Ekibi ve İstanbul’un ‘çakma’ Mevlevilerinin sema gösterisi.. Belki bir de Kırkpınar pehlivanlarına güreş tutturabiliriz ”…
Çok da haksız sayılmaz. Akıllarda FİBA Dünya Şampiyonası’nın Müslim Baba’lı açılış töreni var tabiî… Olağanüstü büyük başarıyla düzenlenmiş diğer dünya çapında organizasyonlarımız değil…
Duman nispeten insaflı. Gerçekten olağanüstü bir mizah anlayışıyla da olsa “Bizde meşaleyi tutuşturmaya çalışırken yangın çıkarırlardı… İhaleyi Serdar Erener alır ailesine dağıtırdı…” gibi yorumlara da rastlamak mümkün.
Çin’in hangi popüler markası vardı, Avustralya’nın ya da Meksika’nın, diye hiç sorgulamadan Anglo-Sakson kültürünün Emperyalizm ve ‘Vahşi Kapitalizm’ sırası ve sonrasında tırmanmış kültürel hegemonyasının etkisi altında, kendimizi bu kadar küçük görmek, ne yazık…
Hem de Batı’nın çökmekte olduğu, aydınlarının “Maneviyatımızı kaybettik” diye inlediği bir dönemde… Tarihin tüm akışı içinde Doğu’ya hayranlığını her zaman dile getirmiş Batının, felsefe, sanat ve edebiyatının, ikinci dünya savaşı sonrasında klasik anlamda ortaya adamakıllı bir çıkış koyamaması bir insanlık dramı (!) olarak tartışılırken; tam da bundan 4 yıl önce Çin, Olimpiyat açılışında dünyayı sallamışken; Londra gösterilerinden kendi kendimizi aşağılayacak bir sonuç çıkarmak, her babayiğidin harcı değildir…
Dünya, en çok madalyayı alan ülkeler tarafından en çok kirletiliyor. Canlılığı kökünden tehdit eden küresel ısınma ve iklim değişikliğini başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler umursamıyor ve üstlerine düşen sorumluluğu almak istemiyorlar. Öte yandan karşımızda amatörlüğünü yitirmiş, yemini bir yalan haline gelmiş, salt ticarî bir meta olarak kullanılan bir Olimpiyat var. Asıl tartışılması gereken böyle bir ortamda, böyle bir açılışa bu kadar çılgınca paraların yatırılmasının hangi akla hizmet ettiğiydi belki de… Bizim böylesine gösterişli bir açılış yapmayı becerip beceremeyeceğimiz değil…
Tabiî ki bize, ‘yakinen’ tanıdığımız popüler Anglo-Sakson kültürünün içinden hitap eden görkem, çok etkileyiciydi. Biz kendi milli kültürümüz konusunda kimlik tartışması yürütürken onlarda böyle bir meselenin olmaması, İngiliz ya da İngilizce olan her türlü kültürel unsurun kullanılabilmesini avantaj haline getirmişti.
Yönetmen Danny Boyle’a işi teslim etmişler. Niye John Smith’e teslim etmediniz diye tartışan olmamış… O da açılış gösterisinde tüm stadyumu popüler kültür süzgecinden titizlikle geçirdiği muhteşem bir ‘Britanya tarihi’ resmi geçidine dönüştürmüş.
Aklıma 1996 yılındaki o unutulmaz Habitat II Konferansı'nın açılış töreni geldi. Yekta Kara ve rahmetli Ali Taygun’un yönetimindeki ‘Lirik Tarih Gösterisi’ de bir kültür şöleniydi. Hafızalarını yoklayanların hatırlayacağı gibi, popüler kültürün içinde zamana direnebilecek o muhteşem kaynağı görme zahmetine bile katlanmadan küçümseyen ne kadar ‘sözde elitimiz’ varsa hepsinin ağzını mühürleyen bir geceydi o.
Tüm mesele ‘içindekinin içindeki’ni (yani Fihi Mafih’i) görmekte değil mi? Adamlar gibi yapacağımıza, bambaşka bir köşeye yatırsak mesela olayı… Hani Atatürk’ün “Biz bize benzeriz, Efendiler” dediği gibi… Onların dudakları uçuklamaz mı?
Keşke dünyanın dört bir yanında Ahmet Adnan Saygun eserlerinin çalındığı, Fazıl Say’ın sahne aldığı, Anadolu Ateşi’nin onbinleri ayağa kaldırdığı gösterileri yaşama fırsatımız olsaydı. Keşke Marcus Miller’in bu Temmuz Açıkhava’da Burhan Öcal, Okay Temiz, Hüsnü Şenlendirici, Bilal Karaman, İmer Demirer’le birlikte çaldığı gece orada olsaydık…
Belki kendimize daha çok inanırdık…
Özetle diyor ki, “Biz ne göstereceğiz? Bizim uluslar arası klasik ya da popüler markamız yok ki? Bu işleri havale edebileceğimiz sadece Mustafa Erdoğan’ımız var. Göstermek için de Kılıç Kalkan Ekibi ve İstanbul’un ‘çakma’ Mevlevilerinin sema gösterisi.. Belki bir de Kırkpınar pehlivanlarına güreş tutturabiliriz ”…
Çok da haksız sayılmaz. Akıllarda FİBA Dünya Şampiyonası’nın Müslim Baba’lı açılış töreni var tabiî… Olağanüstü büyük başarıyla düzenlenmiş diğer dünya çapında organizasyonlarımız değil…
Duman nispeten insaflı. Gerçekten olağanüstü bir mizah anlayışıyla da olsa “Bizde meşaleyi tutuşturmaya çalışırken yangın çıkarırlardı… İhaleyi Serdar Erener alır ailesine dağıtırdı…” gibi yorumlara da rastlamak mümkün.
Çin’in hangi popüler markası vardı, Avustralya’nın ya da Meksika’nın, diye hiç sorgulamadan Anglo-Sakson kültürünün Emperyalizm ve ‘Vahşi Kapitalizm’ sırası ve sonrasında tırmanmış kültürel hegemonyasının etkisi altında, kendimizi bu kadar küçük görmek, ne yazık…
Hem de Batı’nın çökmekte olduğu, aydınlarının “Maneviyatımızı kaybettik” diye inlediği bir dönemde… Tarihin tüm akışı içinde Doğu’ya hayranlığını her zaman dile getirmiş Batının, felsefe, sanat ve edebiyatının, ikinci dünya savaşı sonrasında klasik anlamda ortaya adamakıllı bir çıkış koyamaması bir insanlık dramı (!) olarak tartışılırken; tam da bundan 4 yıl önce Çin, Olimpiyat açılışında dünyayı sallamışken; Londra gösterilerinden kendi kendimizi aşağılayacak bir sonuç çıkarmak, her babayiğidin harcı değildir…
Dünya, en çok madalyayı alan ülkeler tarafından en çok kirletiliyor. Canlılığı kökünden tehdit eden küresel ısınma ve iklim değişikliğini başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler umursamıyor ve üstlerine düşen sorumluluğu almak istemiyorlar. Öte yandan karşımızda amatörlüğünü yitirmiş, yemini bir yalan haline gelmiş, salt ticarî bir meta olarak kullanılan bir Olimpiyat var. Asıl tartışılması gereken böyle bir ortamda, böyle bir açılışa bu kadar çılgınca paraların yatırılmasının hangi akla hizmet ettiğiydi belki de… Bizim böylesine gösterişli bir açılış yapmayı becerip beceremeyeceğimiz değil…
Tabiî ki bize, ‘yakinen’ tanıdığımız popüler Anglo-Sakson kültürünün içinden hitap eden görkem, çok etkileyiciydi. Biz kendi milli kültürümüz konusunda kimlik tartışması yürütürken onlarda böyle bir meselenin olmaması, İngiliz ya da İngilizce olan her türlü kültürel unsurun kullanılabilmesini avantaj haline getirmişti.
Yönetmen Danny Boyle’a işi teslim etmişler. Niye John Smith’e teslim etmediniz diye tartışan olmamış… O da açılış gösterisinde tüm stadyumu popüler kültür süzgecinden titizlikle geçirdiği muhteşem bir ‘Britanya tarihi’ resmi geçidine dönüştürmüş.
Aklıma 1996 yılındaki o unutulmaz Habitat II Konferansı'nın açılış töreni geldi. Yekta Kara ve rahmetli Ali Taygun’un yönetimindeki ‘Lirik Tarih Gösterisi’ de bir kültür şöleniydi. Hafızalarını yoklayanların hatırlayacağı gibi, popüler kültürün içinde zamana direnebilecek o muhteşem kaynağı görme zahmetine bile katlanmadan küçümseyen ne kadar ‘sözde elitimiz’ varsa hepsinin ağzını mühürleyen bir geceydi o.
Tüm mesele ‘içindekinin içindeki’ni (yani Fihi Mafih’i) görmekte değil mi? Adamlar gibi yapacağımıza, bambaşka bir köşeye yatırsak mesela olayı… Hani Atatürk’ün “Biz bize benzeriz, Efendiler” dediği gibi… Onların dudakları uçuklamaz mı?
Keşke dünyanın dört bir yanında Ahmet Adnan Saygun eserlerinin çalındığı, Fazıl Say’ın sahne aldığı, Anadolu Ateşi’nin onbinleri ayağa kaldırdığı gösterileri yaşama fırsatımız olsaydı. Keşke Marcus Miller’in bu Temmuz Açıkhava’da Burhan Öcal, Okay Temiz, Hüsnü Şenlendirici, Bilal Karaman, İmer Demirer’le birlikte çaldığı gece orada olsaydık…
Belki kendimize daha çok inanırdık…