Ona daha yakın olmak için, içimden şizofren olmak geçti…
10 Nisan 2010
Şu sıra dünyanın en büyük metropollerinden birinde, Avrupa’nın Kültür Başkenti İstanbul’da yaşamanın tadını çıkarıyoruz ve iyiden iyiye şımartılıyoruz…
Dün akşam Jordi Savall konseri (Bkz. ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ adlı film ve müzikleri, ayrıca ‘İstanbul’ CD’si )… Kültürleri farklı - ruhları bir insanların oluşturduğu uluslar arası orkestra… (Tek konser vermiş olmaları ne yazık…) Amma büyük ayrıcalık…
Sonra bu gece Flamenco müziğinin büyük ustası Paco De Lucia…
Ancak Perşembe akşamı bir tanesi vardı ki bütün konserler bir yana o bir yana: David Helfgott…
İnsan olmanın nasıl bir şey olduğunu salondaki herkese tek tek öğretti bu küçük - büyük adam. Onu tanımanın, onun hayata nasıl bağlandığını, çocuksu bir yaşam sevgisiyle nasıl dolduğunu görmenin, bir büyük virtüözün piyanoyla bütünleşmesini izlemenin ve dünyadan yarı kopuk bir duruşta nasıl ince bir tevazu sergilenebileceğinin onurunu yaşadı o gece herkes… Onca zaman ayakta alkışlanması; iki kez ‘bis’ yapmaya zorlanması az bile geldi…
Oysa onun başına gelenler taşınabilecek cinsten şeyler değildi…
1947’de doğmuştu. Polonya asıllı Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Avustralya’nın Melbourne kentinde dünyaya gelmişti. Piyano virtüözlüğü kadar şizoaffektif bozukluğu ile de ünlüydü… Dramlar dolu yaşamı Shine adlı filme de konu olmuştu.
5 Yaşındayken babasının öğretmenliği ile ‘harika çocuk’ olarak tanınmış, 10 yaşından sonra ödüller kazanmaya başlamıştı.
14 yaşına geldiğinde yazar Katharine S. Prichard ve besteci James Penberthy ABD’de müzik eğitimi alması için aralarında para topladılar. Ancak David’in babası (filmde Armin Müller-Stahl tarafından canlandırılmıştı) henüz bağımsız yaşamaya uygun olmadığı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Babanın nefes aldırmayan disiplini ve ihtirası, David’i kendisinden ve çevresinden kopuşa götüren en önemli etkendi.
19 yaşına geldiğinde İngiltere’de Kraliyet Müzik Koleji’ne burs kazandı ve orada piyanist Cyril Smith ile üç yıl çalıştı. Bu yıllarda akli denge bozuklukları da başlamıştı.
Helfgott 1970’de memleketi Perth’e döndü. 71’de evlendi. Evliliğinin hüsranla son bulmasının hemen ardından 10 yıl süreyle Graylands Sinir ve Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı ve bu süre içinde elektroşok da içeren psikiyatrik tedavi gördü… 1984’de bir barda yeniden çalmaya başlayıp orada karşılaştığı astrolojist Gillian Murray ile evlendi.
Sonra da Avustralya ve Avrupa’da pek çok konser verdi… Şu sıra Yeni Güney Galler’de ‘The Promised Land’ adlı vadide yaşıyormuş…
Konser sonrası ilgililerle görüştüm; “Bu son seyahati” dediler, “Bundan sonra yaşadığı yöreyi terk etmeyecekmiş”…
O unutulmaz gece boyunca hep aynı soru vardı kafamda: Helfgott kendi hayatının anlatıldığı Shine adlı filmi izlerken neler hissetmişti… İnternette dolaşan röportajı içindeki resmi beyanatını merak etmiyordum… Gerçekten ne hissettiğini keşke bilebilseydim.
Akşam konser sonrası eve gittikten sonra 1996 yapımı filme bir daha baktım… 1997’de aldığı Oscar ödülünü anasının ak sütü gibi hak eden Geoffrey Rush’a bir kez daha hayranlık duydum…
Bu hafta sonu, filmde de dramatik bir rol oynayan (mutlaka görmelisiniz) Rachmaninov’un 3’üncü Piyano Konçertosu’nu, Rachminovun kendisinin çaldığı bir konserden yapılmış kayıttan dinleyeceğim…
Ve David’i düşüneceğim… “David” !... Evet çünkü o hepimizin küçük kardeşi gibiydi. Birden biraz ‘sosyal frenleri pek fazla tutmayan’, neşeli mi neşeli, yerinde duramayan, ancak dahi mi dahi bir kardeşimiz olmuştu hepimizin.
Onu izledikten sonra bir kez daha üç şeyi öğrenmemizin şart olduğunu düşündüm. Bir: Sevmeyi öğrenmeliyiz. Kolay değil. Gerekirse kendimizi zorlayarak öğrenmeliyiz bazı şeyleri sevmeyi. İki: Şükretmeyi öğrenmeliyiz. Aklımızın başında olmasına şükretmeyi öğrenmeliyiz. Üç: Mevlana’nın dediği gibi “Dönende duranı, duranda döneni görmeyi” öğrenmeliyiz…
İyi ki seninle tanıştık David…
Dün akşam Jordi Savall konseri (Bkz. ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ adlı film ve müzikleri, ayrıca ‘İstanbul’ CD’si )… Kültürleri farklı - ruhları bir insanların oluşturduğu uluslar arası orkestra… (Tek konser vermiş olmaları ne yazık…) Amma büyük ayrıcalık…
Sonra bu gece Flamenco müziğinin büyük ustası Paco De Lucia…
Ancak Perşembe akşamı bir tanesi vardı ki bütün konserler bir yana o bir yana: David Helfgott…
İnsan olmanın nasıl bir şey olduğunu salondaki herkese tek tek öğretti bu küçük - büyük adam. Onu tanımanın, onun hayata nasıl bağlandığını, çocuksu bir yaşam sevgisiyle nasıl dolduğunu görmenin, bir büyük virtüözün piyanoyla bütünleşmesini izlemenin ve dünyadan yarı kopuk bir duruşta nasıl ince bir tevazu sergilenebileceğinin onurunu yaşadı o gece herkes… Onca zaman ayakta alkışlanması; iki kez ‘bis’ yapmaya zorlanması az bile geldi…
Oysa onun başına gelenler taşınabilecek cinsten şeyler değildi…
1947’de doğmuştu. Polonya asıllı Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Avustralya’nın Melbourne kentinde dünyaya gelmişti. Piyano virtüözlüğü kadar şizoaffektif bozukluğu ile de ünlüydü… Dramlar dolu yaşamı Shine adlı filme de konu olmuştu.
5 Yaşındayken babasının öğretmenliği ile ‘harika çocuk’ olarak tanınmış, 10 yaşından sonra ödüller kazanmaya başlamıştı.
14 yaşına geldiğinde yazar Katharine S. Prichard ve besteci James Penberthy ABD’de müzik eğitimi alması için aralarında para topladılar. Ancak David’in babası (filmde Armin Müller-Stahl tarafından canlandırılmıştı) henüz bağımsız yaşamaya uygun olmadığı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Babanın nefes aldırmayan disiplini ve ihtirası, David’i kendisinden ve çevresinden kopuşa götüren en önemli etkendi.
19 yaşına geldiğinde İngiltere’de Kraliyet Müzik Koleji’ne burs kazandı ve orada piyanist Cyril Smith ile üç yıl çalıştı. Bu yıllarda akli denge bozuklukları da başlamıştı.
Helfgott 1970’de memleketi Perth’e döndü. 71’de evlendi. Evliliğinin hüsranla son bulmasının hemen ardından 10 yıl süreyle Graylands Sinir ve Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı ve bu süre içinde elektroşok da içeren psikiyatrik tedavi gördü… 1984’de bir barda yeniden çalmaya başlayıp orada karşılaştığı astrolojist Gillian Murray ile evlendi.
Sonra da Avustralya ve Avrupa’da pek çok konser verdi… Şu sıra Yeni Güney Galler’de ‘The Promised Land’ adlı vadide yaşıyormuş…
Konser sonrası ilgililerle görüştüm; “Bu son seyahati” dediler, “Bundan sonra yaşadığı yöreyi terk etmeyecekmiş”…
O unutulmaz gece boyunca hep aynı soru vardı kafamda: Helfgott kendi hayatının anlatıldığı Shine adlı filmi izlerken neler hissetmişti… İnternette dolaşan röportajı içindeki resmi beyanatını merak etmiyordum… Gerçekten ne hissettiğini keşke bilebilseydim.
Akşam konser sonrası eve gittikten sonra 1996 yapımı filme bir daha baktım… 1997’de aldığı Oscar ödülünü anasının ak sütü gibi hak eden Geoffrey Rush’a bir kez daha hayranlık duydum…
Bu hafta sonu, filmde de dramatik bir rol oynayan (mutlaka görmelisiniz) Rachmaninov’un 3’üncü Piyano Konçertosu’nu, Rachminovun kendisinin çaldığı bir konserden yapılmış kayıttan dinleyeceğim…
Ve David’i düşüneceğim… “David” !... Evet çünkü o hepimizin küçük kardeşi gibiydi. Birden biraz ‘sosyal frenleri pek fazla tutmayan’, neşeli mi neşeli, yerinde duramayan, ancak dahi mi dahi bir kardeşimiz olmuştu hepimizin.
Onu izledikten sonra bir kez daha üç şeyi öğrenmemizin şart olduğunu düşündüm. Bir: Sevmeyi öğrenmeliyiz. Kolay değil. Gerekirse kendimizi zorlayarak öğrenmeliyiz bazı şeyleri sevmeyi. İki: Şükretmeyi öğrenmeliyiz. Aklımızın başında olmasına şükretmeyi öğrenmeliyiz. Üç: Mevlana’nın dediği gibi “Dönende duranı, duranda döneni görmeyi” öğrenmeliyiz…
İyi ki seninle tanıştık David…