Özeleştiri bu kadar abartılır mı?
19 KASIM 2007
En büyük farklılıklarını dün yayınladıkları bir özür yazısında ortaya koydular. “Tartışmanın bir parçası olmak” istiyorsanız, dün Taraf’ta yer almış olan özür ve düzeltme’yi mutlaka okuyun.
İşte size bir iki tadımlık ifade: “Hata yaptık”, “Bu ifade, haberin alıntılandığı ... Nokta dergisindeki anlatımı da aşan bir dil ve yaklaşımla kaleme alınmıştır”, “Taraf, haberi hazırlarken, (gerekli) araştırmayı yapıp bulma görevini yerini getirmemiştir”, “Bunların sonucu olarak ortaya çıkan özensiz, gerek Reha Muhtar’ı, gerekse Ercan Saatçi’yi töhmet altında bırakan, onların kişilik haklarını gözetmeyen tutum nedeniyle hatamız büyüktür. Medya etiği ve habercilik ilkeleri açısından vahamet taşıyan bu davranışımızla ilgili olarak Reha Muhtar ve Ercan Saatçi’den özür diliyoruz. İnsan onurunu zedeleyecek hiçbir şeyin haber olmadığını düşünen Taraf gazetesi olarak bu özensizlikten dolayı okurlarımız tarafında bağışlanmayı diliyoruz.”
Böyle sistematik, ilkesel, bu düzeyde bağlayıcı bir tavra 30 yıllık yayıncılık hayatımda ve iletişim uygulamalarında ilk kez tanık oluyorum.
Tekzip falan değildi bu. Savcılık, avukat mektubu falan da değildi. Kuruluş kendi kendini tabir yerindeyse yerden yere çalıyordu... İlk reaksiyonum, “Amma da abartmışlar!” oldu. “Ne gerek vardı, altta köşede bir yerde iki satırla ‘geçiştirilebilirdi’.”
Kriz yönetiminde yanıtın şiddeti hasarın oranına göre ayarlanır. Polisin ‘orantılı güç kullanımı’ gibi bir şeydir bu... Yoksa kendi krizini oluşturur, hasarı kendin artırırsın...
Sonra, yaptıkları hatayı kendilerini daha iyi ifade etmek için fırsata çevirmişler diye düşündüm...
Nihayetinde bu ‘özür’ün mutlaka akademik boyutta tartışılması gerektiğine karar verdim: Bu elit bir tavır mıdır? Elit bir tavırla bir tür popüler kültür işi yapılabilir mi? Bu tonda bir özeleştiri hedef kitle ve sosyal paydaşlar tarafından ‘zaaf’ olarak algılanmaz mı? “Fazla mütevazı olma, sahi zannederler!” lafı burada geçerli değil midir.
Ben, sadece yayıncılara değil, iş ve iletişim dünyasına da örnek olabilecek bu davranışı; belki şaşırtıcı ama çok farklı ve doğru bulduğumu söylemeliyim. Keşke bu tavır ve farklılık, bu kurumsal koku ve doku gazetenin her bir köşesine yansıyabilse...
IPRA zirvesinden ‘üç yeni tez’ çıkmış
BİZİM şirketten Başak Pamir Ülgen ve Elif Sözer Dumlu Londra’daki son IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Birliği) zirvesine katıldılar. Döndüklerinde bir seminer düzenlediler ve edindikleri izlenimleri paylaştılar. IPRA zirveleri her zaman o kadar verimli olmaz. Bazen yasak savarlar. Tezi olmayan insanlar, hatıra anlatır durur. Bu kez öyle olmamış. Üç temel konuya odaklandıkları anlaşılıyor: Bir: Küresel düşün yerel hareket et, palavrasını bir kenara bırakıp adam gibi yerel kültürel renkler ve değerlere göre iletişim yapmanın erdemine vakıf olmuşlar. İki: Kamu Diplomasisi ve Kurumsal Diplomasi kavramlarının altlarını doldurmanın önemini anlamışlar. Üç: Sosyal Medya adı altında, internet ortamının nasıl olup da etkili bir iletişim aracı olarak ele alınabileceğini irdelemişler...
Bizim arkadaşların tespit ettiği en önemli olgu ise, bütün tartışmaların şu sorunsal çerçevede odaklanmasıymış: Gelişmiş ekonomiler, büyük devletler ve güçlü uluslararası markalar kendilerini ‘iş hedefleri’ doğrultusunda dünyada ve kendi ülkelerinde en iyi nasıl ifade edebilirler?..
Anlayacağınız, bizdeki ‘kopyala-yapıştırcı’ Batı hayranı iş ve iletişim ‘uzmanları’ için bol miktarda mama varmış bu yılki IPRA zirvesinde. Bizler ise yine kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye devam edeceğiz...
Kamu diplomasisi dersi: “Aslanı Kuzuya!”
KAMU diplomasi sinema sanayi vasıtasıyla nasıl yönetilir? Bu sorunun yanıtını merak ediyorsanız Robert Redford’un Lions for Lambs (Aslanı Kuzulara) adlı filmini kaçırmayın.
Sevgili Faik Akın’ın deyişiyle ince kıyım eleştiri yapan ‘entel sinema duduları’ kesinlikle haklıdırlar. Filmde fazla diyalog var. Ritim düşük. ABD emperyalizmini yeterince sorgulamıyor falan... ‘Tecimsel sinema ukalaları’ da haklılar: Ters istikamete giren arabalar yok. Savaş sahneleri az. Kan doğru dürüst fışkırmıyor, falan...
Film, tam da Nathan Gardels’in NPQ Türkiye dergisinin ilk sayısına yazdığı makalede söylediklerini, algılama yönetimi (kamu diplomasisi konusunda) ABD subaylarının Nato dergisinde yazdıklarını doğruluyor. Ne demişti Gardels? “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir.”
Redford yanına Cruise ve Streep’i almış, ABD ve dünya halklarıyla hesaplaşıyor. O kadar adil ki, kendini bile amansızca yargılıyor. Redford’un deyişiyle “Aslanları yöneten kuzuların” hikayesi, yerlerde sürünmekte olan ABD algısının iyileştirmeye çalışıyor.
Her şeyi söylemeye çalışmış Redford. Bir çırpınış sanki. “Vietnam’da ve Irak’ta batırdık işleri ama niyetimiz iyiydi” demeye getiriyor.
Replikleri kaçırmadan izlemeye çalışın. Yoksa bir daha gidin. İleride çok konuşulacak bu film. Bruce Williamson’ın deyişiyle “Bad made good movie!”
Nina Simone Linea’ya yakışmış
‘KOPYALA-yapıştır’ reklam işlerinden haz etmeyen, emek verip Türk halkının kültür ve değerlerine göre iletişim yapmaya çaba harcayan, bunun da meyvesini afiyetle yiyen uluslararası markalardan biri Ford ticari araçları ise (Bkz. Lig TV içindeki Ford reklamları) bir diğeri de Fiat’tır...
Bu markalar, dileseler üç kuruş beş paraya bir ton reklam filmini yurtdışından getirtip, bir güzel tercüme edip seslendirdikten sonra piyasaya salabilirler. Kolay yolu seçmemelerinin en son ve en şık örneği, Linea reklam filmi... Hani araçların Linea’yı önlerinden geçerken gördüklerinde kıskanıp, popolarına kapılarıyla vurarak ya da sileceklerinden su sıçratarak sahiplerini cezalandırdıkları fim. Aslında benim reklama tav olmam için Nina Simone’un şarkısı yeterliydi; hedef kitle sadece ben olsaydım filmi çekmelerine bile gerek yoktu...
İşte size bir iki tadımlık ifade: “Hata yaptık”, “Bu ifade, haberin alıntılandığı ... Nokta dergisindeki anlatımı da aşan bir dil ve yaklaşımla kaleme alınmıştır”, “Taraf, haberi hazırlarken, (gerekli) araştırmayı yapıp bulma görevini yerini getirmemiştir”, “Bunların sonucu olarak ortaya çıkan özensiz, gerek Reha Muhtar’ı, gerekse Ercan Saatçi’yi töhmet altında bırakan, onların kişilik haklarını gözetmeyen tutum nedeniyle hatamız büyüktür. Medya etiği ve habercilik ilkeleri açısından vahamet taşıyan bu davranışımızla ilgili olarak Reha Muhtar ve Ercan Saatçi’den özür diliyoruz. İnsan onurunu zedeleyecek hiçbir şeyin haber olmadığını düşünen Taraf gazetesi olarak bu özensizlikten dolayı okurlarımız tarafında bağışlanmayı diliyoruz.”
Böyle sistematik, ilkesel, bu düzeyde bağlayıcı bir tavra 30 yıllık yayıncılık hayatımda ve iletişim uygulamalarında ilk kez tanık oluyorum.
Tekzip falan değildi bu. Savcılık, avukat mektubu falan da değildi. Kuruluş kendi kendini tabir yerindeyse yerden yere çalıyordu... İlk reaksiyonum, “Amma da abartmışlar!” oldu. “Ne gerek vardı, altta köşede bir yerde iki satırla ‘geçiştirilebilirdi’.”
Kriz yönetiminde yanıtın şiddeti hasarın oranına göre ayarlanır. Polisin ‘orantılı güç kullanımı’ gibi bir şeydir bu... Yoksa kendi krizini oluşturur, hasarı kendin artırırsın...
Sonra, yaptıkları hatayı kendilerini daha iyi ifade etmek için fırsata çevirmişler diye düşündüm...
Nihayetinde bu ‘özür’ün mutlaka akademik boyutta tartışılması gerektiğine karar verdim: Bu elit bir tavır mıdır? Elit bir tavırla bir tür popüler kültür işi yapılabilir mi? Bu tonda bir özeleştiri hedef kitle ve sosyal paydaşlar tarafından ‘zaaf’ olarak algılanmaz mı? “Fazla mütevazı olma, sahi zannederler!” lafı burada geçerli değil midir.
Ben, sadece yayıncılara değil, iş ve iletişim dünyasına da örnek olabilecek bu davranışı; belki şaşırtıcı ama çok farklı ve doğru bulduğumu söylemeliyim. Keşke bu tavır ve farklılık, bu kurumsal koku ve doku gazetenin her bir köşesine yansıyabilse...
IPRA zirvesinden ‘üç yeni tez’ çıkmış
BİZİM şirketten Başak Pamir Ülgen ve Elif Sözer Dumlu Londra’daki son IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Birliği) zirvesine katıldılar. Döndüklerinde bir seminer düzenlediler ve edindikleri izlenimleri paylaştılar. IPRA zirveleri her zaman o kadar verimli olmaz. Bazen yasak savarlar. Tezi olmayan insanlar, hatıra anlatır durur. Bu kez öyle olmamış. Üç temel konuya odaklandıkları anlaşılıyor: Bir: Küresel düşün yerel hareket et, palavrasını bir kenara bırakıp adam gibi yerel kültürel renkler ve değerlere göre iletişim yapmanın erdemine vakıf olmuşlar. İki: Kamu Diplomasisi ve Kurumsal Diplomasi kavramlarının altlarını doldurmanın önemini anlamışlar. Üç: Sosyal Medya adı altında, internet ortamının nasıl olup da etkili bir iletişim aracı olarak ele alınabileceğini irdelemişler...
Bizim arkadaşların tespit ettiği en önemli olgu ise, bütün tartışmaların şu sorunsal çerçevede odaklanmasıymış: Gelişmiş ekonomiler, büyük devletler ve güçlü uluslararası markalar kendilerini ‘iş hedefleri’ doğrultusunda dünyada ve kendi ülkelerinde en iyi nasıl ifade edebilirler?..
Anlayacağınız, bizdeki ‘kopyala-yapıştırcı’ Batı hayranı iş ve iletişim ‘uzmanları’ için bol miktarda mama varmış bu yılki IPRA zirvesinde. Bizler ise yine kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye devam edeceğiz...
Kamu diplomasisi dersi: “Aslanı Kuzuya!”
KAMU diplomasi sinema sanayi vasıtasıyla nasıl yönetilir? Bu sorunun yanıtını merak ediyorsanız Robert Redford’un Lions for Lambs (Aslanı Kuzulara) adlı filmini kaçırmayın.
Sevgili Faik Akın’ın deyişiyle ince kıyım eleştiri yapan ‘entel sinema duduları’ kesinlikle haklıdırlar. Filmde fazla diyalog var. Ritim düşük. ABD emperyalizmini yeterince sorgulamıyor falan... ‘Tecimsel sinema ukalaları’ da haklılar: Ters istikamete giren arabalar yok. Savaş sahneleri az. Kan doğru dürüst fışkırmıyor, falan...
Film, tam da Nathan Gardels’in NPQ Türkiye dergisinin ilk sayısına yazdığı makalede söylediklerini, algılama yönetimi (kamu diplomasisi konusunda) ABD subaylarının Nato dergisinde yazdıklarını doğruluyor. Ne demişti Gardels? “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir.”
Redford yanına Cruise ve Streep’i almış, ABD ve dünya halklarıyla hesaplaşıyor. O kadar adil ki, kendini bile amansızca yargılıyor. Redford’un deyişiyle “Aslanları yöneten kuzuların” hikayesi, yerlerde sürünmekte olan ABD algısının iyileştirmeye çalışıyor.
Her şeyi söylemeye çalışmış Redford. Bir çırpınış sanki. “Vietnam’da ve Irak’ta batırdık işleri ama niyetimiz iyiydi” demeye getiriyor.
Replikleri kaçırmadan izlemeye çalışın. Yoksa bir daha gidin. İleride çok konuşulacak bu film. Bruce Williamson’ın deyişiyle “Bad made good movie!”
Nina Simone Linea’ya yakışmış
‘KOPYALA-yapıştır’ reklam işlerinden haz etmeyen, emek verip Türk halkının kültür ve değerlerine göre iletişim yapmaya çaba harcayan, bunun da meyvesini afiyetle yiyen uluslararası markalardan biri Ford ticari araçları ise (Bkz. Lig TV içindeki Ford reklamları) bir diğeri de Fiat’tır...
Bu markalar, dileseler üç kuruş beş paraya bir ton reklam filmini yurtdışından getirtip, bir güzel tercüme edip seslendirdikten sonra piyasaya salabilirler. Kolay yolu seçmemelerinin en son ve en şık örneği, Linea reklam filmi... Hani araçların Linea’yı önlerinden geçerken gördüklerinde kıskanıp, popolarına kapılarıyla vurarak ya da sileceklerinden su sıçratarak sahiplerini cezalandırdıkları fim. Aslında benim reklama tav olmam için Nina Simone’un şarkısı yeterliydi; hedef kitle sadece ben olsaydım filmi çekmelerine bile gerek yoktu...