Paul Auster’ın muhatabı kim?
03 ŞUBAT 2012
Dün yazı günüm olsaydı Paul Auster’dan söz edecektim. Diyecektim ki:
“Mr. Auster, şu koca dünyamızda post modern ataklar konusunda ışık hızından daha hızlı bir kapsama alanına sahip olduğunuzu biliyoruz. Sizin gibi şöhretlerin zaten yeterince güçlü olan marka algılarınızı daha da köpürtmek için yaratıcı pek çok açılımınız olması beklenirken ‘Daha da Türkiye’ye gitmem’ havasında açıklamalarda bulunmanızı iletişim alanında düşünüp yazanlardan biri olarak aslında hiç de yadırgamadım. Türkiye üzerinden siyasi söylem numarası Türkiye ne zaman kendini biraz toparlasa, dünyamın gündemine gelse sık sık başvurulan bir iletişim ‘fırsatı’ olmuştur. Sadece sizin gibi Hıristiyan Batı’nın aydınları tarafından değil. Bizimkiler de sizinkileri hiç aratmaz hani…
Pek fazla etkilenmeyiz biz bu işlerden. Kendi içimizde ve çevremizde yeterince etkileneceğimiz sorunumuz vardır zaten.
Türkiye, sizden çok daha önceleri Orhan Pamuk, Fazıl Say, Yaşar Kemal gibi büyük sanatçılarının, kendi ülkelerine dair yaptığı açıklamalardan etkilenmemişken sizi gündemine ne kadar alır bilemeyiz elbette. Diğer yandan bir yazar olarak elbette sizden beklenen, özgürlükleri savunmanızdır. Bundan daha doğal ve normal ne olabilir ki?
Doğal ve normal olmayan Türkiye’yi azımsayan havanız. Kibiriniz… Farkında mısınız bilmem ama; sizin buradan bakıldığında algılanmanız, tutuklu gazetecilere olan sempatinizden ve özgürlüklere dikkat çekmenizden çok, Türkiye’ye olan antipatinizle şekilleniyor…”
Tam bu minval üzere yazmayı düşünürken ekranda Başbakanımızın Auster’e hitaben ‘Gelsen ne olur gelmesen ne olur’ diyen bindirmelerini işitince duraksadım.
Bu işte bir tuhaflık vardı elbette. Dünyanın iletişim refleksleri yerli yerine oturmuş herhangi bir ülkesinde Paul Auster gibi bir yazara yanıt verme görevi kime düşerdi acaba? Herhalde o ülkenin Başbakan’ına değil. Ülkenin düşünürü, yazarı, tarihçisi, sosyologu ya da bu alanlarda varlık gösteren sivil toplum örgütleri dururken bu tartışma Başbakan’a mı bırakılırdı?..
Paul Auster’ın Türkiye’deki yargı ataletinden yararlanarak ülkemizin genel algısına yönelik olumsuz beyanlarına, ülkenin ‘fikir önderleri’nin yanıt vermesi gerekirken, pek çok örneğine tanık olduğumuz gibi yine Başbakan’ın susanların yerine konuşması, münevverlerimiz (aydınlar ve entelektüeller değil) adına büyük talihsizliktir.
Mütekabiliyet esası, mesafe bilgisi, kimin kime denk olduğunun iyi düşünülmesi, sağlıklı iletişimi taşıyabilecek en önemli payandalardır.
Olmaz ya, diyelim ki Légion d'honneur ödülü geçenlerde bir üst kademeye çıkarılmış olan Yaşar Kemal son yasa tartışmaları sırasında Fransa’yı eleştirdi ve bu eleştirilere Sarkozy’den sert yanıt geldi. Olur mu böyle bir şey? Olabilemez… Buradaki denklik, ‘bireysel değer denkliği’ değildir. Yaşar Kemal’in muhatabı Fransız entelektüelleridir, Fransa Cumhurbaşkanı değil…
Paul Auster’ın Başbakan’ın yanıtıyla gururlanmış olduğunu düşünürken taze haber geldi. Paul Auster de Başbakan’a yanıt veriyordu. Yanıtındaki"İsrail'de hiçbir yazar ya da gazeteci tutuklu değil.” cümlesi, durumun ‘etinden sütünden’ yararlanmaya devam ettiğini gösteriyordu.
Paul Auster, İsrail’i elbette övebilir ve Türkiye’yi de yerebilir. Öte yandan kendi halkına pisliğe bakar gibi bakan bizim ‘ecnebilerimizin’ Paul Auster aşkını da anlayabiliriz. Yine de sonuçta altını çizmeye çalıştığımız şu gerçeklik değişmez:
Paul Auster’ın muhatabı ne bizim ecnebilerimizdir, ne de Başbakanımız!..
Not: Keşke bu ülkede gençlerin nasıl ‘formatlanacağı’na işaret ediyormuş gibi anlaşılan görüş (inançlı, muhafazakâr, demokrat meselesi) eğitim dünyasının fikir önderlerinin katılacağı bir ulusal şuradan sonra karar taslağı olarak çıksaydı da, bu aşamada, daha çok arkadaş sohbetinde edilecek, ‘temenni’ odaklı bu kelâmı Başbakan ondan sonra etseydi…
“Mr. Auster, şu koca dünyamızda post modern ataklar konusunda ışık hızından daha hızlı bir kapsama alanına sahip olduğunuzu biliyoruz. Sizin gibi şöhretlerin zaten yeterince güçlü olan marka algılarınızı daha da köpürtmek için yaratıcı pek çok açılımınız olması beklenirken ‘Daha da Türkiye’ye gitmem’ havasında açıklamalarda bulunmanızı iletişim alanında düşünüp yazanlardan biri olarak aslında hiç de yadırgamadım. Türkiye üzerinden siyasi söylem numarası Türkiye ne zaman kendini biraz toparlasa, dünyamın gündemine gelse sık sık başvurulan bir iletişim ‘fırsatı’ olmuştur. Sadece sizin gibi Hıristiyan Batı’nın aydınları tarafından değil. Bizimkiler de sizinkileri hiç aratmaz hani…
Pek fazla etkilenmeyiz biz bu işlerden. Kendi içimizde ve çevremizde yeterince etkileneceğimiz sorunumuz vardır zaten.
Türkiye, sizden çok daha önceleri Orhan Pamuk, Fazıl Say, Yaşar Kemal gibi büyük sanatçılarının, kendi ülkelerine dair yaptığı açıklamalardan etkilenmemişken sizi gündemine ne kadar alır bilemeyiz elbette. Diğer yandan bir yazar olarak elbette sizden beklenen, özgürlükleri savunmanızdır. Bundan daha doğal ve normal ne olabilir ki?
Doğal ve normal olmayan Türkiye’yi azımsayan havanız. Kibiriniz… Farkında mısınız bilmem ama; sizin buradan bakıldığında algılanmanız, tutuklu gazetecilere olan sempatinizden ve özgürlüklere dikkat çekmenizden çok, Türkiye’ye olan antipatinizle şekilleniyor…”
Tam bu minval üzere yazmayı düşünürken ekranda Başbakanımızın Auster’e hitaben ‘Gelsen ne olur gelmesen ne olur’ diyen bindirmelerini işitince duraksadım.
Bu işte bir tuhaflık vardı elbette. Dünyanın iletişim refleksleri yerli yerine oturmuş herhangi bir ülkesinde Paul Auster gibi bir yazara yanıt verme görevi kime düşerdi acaba? Herhalde o ülkenin Başbakan’ına değil. Ülkenin düşünürü, yazarı, tarihçisi, sosyologu ya da bu alanlarda varlık gösteren sivil toplum örgütleri dururken bu tartışma Başbakan’a mı bırakılırdı?..
Paul Auster’ın Türkiye’deki yargı ataletinden yararlanarak ülkemizin genel algısına yönelik olumsuz beyanlarına, ülkenin ‘fikir önderleri’nin yanıt vermesi gerekirken, pek çok örneğine tanık olduğumuz gibi yine Başbakan’ın susanların yerine konuşması, münevverlerimiz (aydınlar ve entelektüeller değil) adına büyük talihsizliktir.
Mütekabiliyet esası, mesafe bilgisi, kimin kime denk olduğunun iyi düşünülmesi, sağlıklı iletişimi taşıyabilecek en önemli payandalardır.
Olmaz ya, diyelim ki Légion d'honneur ödülü geçenlerde bir üst kademeye çıkarılmış olan Yaşar Kemal son yasa tartışmaları sırasında Fransa’yı eleştirdi ve bu eleştirilere Sarkozy’den sert yanıt geldi. Olur mu böyle bir şey? Olabilemez… Buradaki denklik, ‘bireysel değer denkliği’ değildir. Yaşar Kemal’in muhatabı Fransız entelektüelleridir, Fransa Cumhurbaşkanı değil…
Paul Auster’ın Başbakan’ın yanıtıyla gururlanmış olduğunu düşünürken taze haber geldi. Paul Auster de Başbakan’a yanıt veriyordu. Yanıtındaki"İsrail'de hiçbir yazar ya da gazeteci tutuklu değil.” cümlesi, durumun ‘etinden sütünden’ yararlanmaya devam ettiğini gösteriyordu.
Paul Auster, İsrail’i elbette övebilir ve Türkiye’yi de yerebilir. Öte yandan kendi halkına pisliğe bakar gibi bakan bizim ‘ecnebilerimizin’ Paul Auster aşkını da anlayabiliriz. Yine de sonuçta altını çizmeye çalıştığımız şu gerçeklik değişmez:
Paul Auster’ın muhatabı ne bizim ecnebilerimizdir, ne de Başbakanımız!..
Not: Keşke bu ülkede gençlerin nasıl ‘formatlanacağı’na işaret ediyormuş gibi anlaşılan görüş (inançlı, muhafazakâr, demokrat meselesi) eğitim dünyasının fikir önderlerinin katılacağı bir ulusal şuradan sonra karar taslağı olarak çıksaydı da, bu aşamada, daha çok arkadaş sohbetinde edilecek, ‘temenni’ odaklı bu kelâmı Başbakan ondan sonra etseydi…