PR Cinayetleri
13 NİSAN 2003
Halkla ilişkiler sektörü hızla gelişiyor. “Reklamın düşüşü PR’ın yükselişi” gibi kitaplar bunun habercisi... ‘İletişim harcamalarının geri dönüşünün ölçümlenmesi’ gibi konuların CEO’ların ajandasına girmesi PR’ın yolunu açan gelişmeler.
Mükemmel uygulamalar görüyoruz. Örneğin, Turkcell ‘Futbol Ödülleri’, 4 konseri düzenlenmiş 8’i de yıl sonuna kadar planlanmış olan “Anadolu yollarında bir virtüöz”; Sabah’ın Darüşşafaka ve Tema ile ortak çalışması; ya da Coca-Cola’nın futbol konusunda iletişim yatırımları, son günlerin en çarpıcı stratejik PR projeleri.
Bu arada halkla ilişkiler adına işlenen cinayetlerin de sayısı artıyor. Fazla olan iyi değildir. Paranın, arkadaşın, akrabanın, mal mülkün, yemeğin, yemekteki tuzun, her şeyin ama her şeyin fazlası sorun yaratabilir. Tabi ki iletişimin de.
Ülkemizde de önemli yeri olan uluslararası bir grubun yetkilileri, bazı gazetecileri CEO ile görüştürmek üzere şirketin Avrupa’daki merkezine götürmüşler. Amaç, grubun durumunu, hedeflerini, konuşmakmış.
Oysa CEO, hiç gereği ve yeri olmadığı halde, başlamış siyasi demeçlere. Hem de Türk halkının yani müşteri kitlesinin, hassas noktalarına vurgu yaparak: Irak savaşındaki tutum, kürt meselesi vs. Bir tek “Kıbrıs’ı verin de şu iş bitsin!” demediği kalmış...
Ekonomi sayfalarında çıkması hedeflenen haber birinci sayfalarda, hatta manşette. İyi mi? Tabi ki hayır. Senin işin siyaset değil ki. Ürününü, hizmetini satmak... Gazeteci eş dost ile ilişkini suistimal etmene gerek bırakmayacak şekilde haber değeri taşıyacak projeler geliştirirsin. Haber değerin varsa zaten medyada yer alırsın. Doğru mesajı ver. Haberin olması gerektiği yerde olması gerektiği kadar çıksın. Bütün araştırmalar gösteriyor ki, iş dünyası siyasete ne kadar bulaşırsa o kadar itibar kaybediyor.
Gelelim ikinci cinayete... Büyük ve itibarlı bir finans kuruluşunun yeni çıkacak bir ürününü, gazetecilere önden 100’er milyonluk avantaj sağlayarak, onları ürün çıkınca müşteri yapmak üzere gönderdiği sertifikalara ne demeli. Pek çok gazetecinin sertifikasını iade ettiği söyleniyor. Büyük fiyasko...
Hemen yakın geçmişte, basın toplantısında gazetecilere kurayla cep telefonu hediye etmeye kalkmanın nelere mal olduğu yaşanmamış mıydı. “Gayri safi milli hafıza eksikliğimiz” bir kez daha yapacağını yapmış anlaşılan...
İtibar daldaki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha onu aynı yere kondurmak kolay değildir...
Elini ver kolunu alama...
Süreyya Ayhan ile ilgili sahneler çekilmeden önce ışık ve kadraj ayarları için bir yardımcı koşucu kullanılmış. Dublör falan değil... Filmde gözükmeyecek yani. Öylesine koşacak teknik ayarlar için. Herhangi birini de koşturabilirlerdi. Işıkçı, çaycı filan... İlle de titizlik edecekler. Git sen bir eski atlet bul.
İyi de yapmışlar. Hem üç kuruş o eski koşucu sebeplenmiş, hem de ayarlar iyi yapıldığı için herkesin beğendiği o güzel görüntüler çıkmış ortaya.
Her normal beşerî ilişkide konu orada kapanırdı. Hayır efendim bizde kapanmaz. O eski atlet kızımız dökülür ortaya, başlar mızmızlanmaya, “Beni ihmal ettiler. Çekimlerden sonra benimle ilgilenmediler”...
Bir acındırma ki, deme gitsin... Sanırsınız, yapımcılar Jenifer Lopez’in sözleşmesine uymamışlar. O da ortalığı ayağa kaldırıyor... Medyamız da hazır. Üçüncü sayfa koyacak hazin malzemeler sık bulunmuyor... “Durumdan vazife çıkarma”ya bundan iyi örnek olur mu.
Bundan böyle hangi ajans böyle bir işe kalkışır, bilemem. Bidiğim şey, kısa yoldan, kolay ve emeksiz şöhret olup para kazanma refleksimiz 1980’lerde başlamıştı. Hâlâ devam ediyor herhalde. Biz de bir güzel alet oluyoruz...
Duvar deyip geçmeyin!
Duvar tavsiye edilir mi? Edilir...
Ortaköy’e yolunuz düşmüyorsa da düşürün. Galatasaray Üniversitesinin oralarda araçtan inin. Aynı kaldırımda kalarak Ortaköy istikametinde yürüyün. Gözünüz karşı kaldırımda olsun. Sakın karşı kaldırımdan yürümeyin. Yoksa o etkiyi alamayabilirsiniz...
Bir duvar ancak böyle değerlendirilir... Sanat uzmanı değilim. Grafiti de denen popüler kültür taşıyıcısından hiç anlamam. Beni heyecanlandıran, o iç karartıcı gri duvarının nasıl anlamlı bir şehir mobilyası haline geldiğine tanıklık etmek... “Neden olmasın” diye soranların hayatımıza kattığı renk ve anlam...
Barış adına yapılan pek çok şeyden daha etkili bence.
O duvar daha önce de ‘boyanmıştı’... Bu sefer iletişim aracı olarak kullanılmış. Küçücük, mütevazı bir tabeladan öğreniyoruz kahramanları: Beşiktaş Belediye Başkanı Yusuf Namoğlu, Anadolu Sigorta ve İş Bankası ve bu kurumların halkla ilişkiler danışmanları... Tebrikler!
Benzer bir işe Ortaköy’de Ulus’a çıkan yokuşun başındaki duvarda rastlamak mümkün. Bu sefer kahramanlar belli değil. Çizenler her iki duvarda da bilinmiyor ne hikmetse...
Göz odur ki...
Geçen cumartesi Management Center Türkiye (MCT) ilginç bir toplantı düzenlemişti: “Yüksek İstişare Kurulu” adını verdiği bir toplulukta Türkiye’nin ulusal ve uluslararası pek çok şirketinin Genel Müdürlerini bir araya getirmişti.
Kurul henüz kuruluş aşamasında. Fakat hayli hayırlı işler yapacağa benziyor. Her meslek grubunun biraraya gelip gelecek planlarını tartışacakları platformlar var. Yöneticilerinki yok.
Toplantıda MCT danışmanlarından Fazıl Oral strateji ve planlamadan söz ederken konuyu olağanüstü bir sadelikle açıkladığını düşündüğüm bir Atasözünden söz etti. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bir sözmüş. Şöyle dermiş atalarımız:
“Göz odur ki, dağın arkasını göre... Akıl odur ki, başına geleceği bile...”
İşte size on Guru’nun 40 saatte anlatamayacağı sadelikle ‘strateji ve planlama’...
Özellikle ‘stratejik iletişim’ için biçilmiş kaftan sanki. Dağın arkasını nasıl görürsün? Stratejik araştırma ile. Başına geleceği nasıl bilirsin? Mevcut durumunu, pazarı ve rekabeti objektif olarak analiz eder, attığın adımlardan sonra mutlaka ‘izleme araştırması’ yaptırır ve isitikametini buna göre düzenlersin...
PR denince ne yazık ki akla hemen uyanık medya ilişkileri gelir. “Öyle ilişkilerim var ki, istediğim haberi koydurturum; istemediğim haber hiç bir yere girmez”... diye kendini ve müşterilerini kandıran PR’cıların sayısı az değildir.
İletişimden anlayan günümüz yöneticileri de itibar etmez böyle kolaycı ve sonunda galibi olmayan yaklaşımlara.
1980 – 2000 arası kültürümüzün her alanına damgasını vuran ‘Neşeli Cahiliye Devri’nin iletişimciler kuşağı yerini giderek, iletişimi faydacı ilişkilerle değil, bilgi, akıl ve gören gözlerle yönetmeye çaba harcayan pırıl pırıl bir kuşağa bırakmak zorunda kalacak...
Zeynep hanımla anlaşmamız zor...
AK Parti İstanbul Milletvekili Zeynep Karahan Uslu Hanım’dan yine mektup var. Çok az kısaltarak alıyorum:
“30.3.03 tarihli yazınızda İpek kağıt yetkililerince gönderilen ve eleştirdiğim reklamlarından biri olan kağıt havlu reklamının yayınlanmasından sonra tüketici araştırmaları çerçevesinde hatırlandığını, beğenildiğini ve satın alınabileceğinin belirtildiğini gösteren verilerden (ki hangi kriterlerin ölçüt alınarak bu verilerin elde edildiği de ayrıca incelenmelidir) hareketle, topluma verdikleri mesajların eleştirilmesinin anlamlı olmadığını ima etmenizi doğru bir görüş olarak değerlendirmiyorum.
Sizin yazılarınızın geneline hakim olan bakış açısı başarılı reklamın nasları olarak “bazı” reklam gurularının dikkat/ilgi çekiyor, hatırlanıyor ve “satıyorsa iyidir” tespitini paylaşıyor... [Oysa] Reklam Özdenetim Kurulu’nca da paylaşılan, ‘reklam veren-reklam ajansı-mecra üçlüsünün tüketiciye karşı toplumsal sorumluluğu bulunduğu’ görüşünün özellikle sizin gibi entelektüel vasfı da bulunan uygulayıcılar tarafından da benimsenmesinin mevcut reklamcılık anlayışının değişmesine önemli katkılar yapacağını düşünüyorum.
Ayrıca bu konuda dünyadaki benzeri kuruluşlarca çok daha net kriterlerle reklamlar denetlenmektedir. Örneğin Fransa’da yarı resmi yarı mesleki bir organizma olan Reklamcılık Denetim Bürosu(BVP) tarafından 28 yıldan beri kabul edilmiş olan kuralların içinde reklamcılıkta kadın imajına yönelik de beş ayrı kural vardır ve bu kurallara göre de denetim yapılmaktadır. Dolayısıyla siz satış araştırmalarını kamuoyunun bilgisine sunmuştunuz, ben de zatıalinizin bilgisine dünyadaki reklam özdenetim kurumlarınca gelişmiş bir kadın-erkek eşitlik anlayışına uymanın bir denetim unsuru olarak kabul edildiğini sunuyorum... Dr. Zeynep Karahan Uslu AK Parti İstanbul Milletvekili...”
Zeynep Hanım’la pek anlaşamıyoruz. Biraz da abartarak ifade edersek, Sayın Uslu, kadınların reklam filmleriyle kurtulacaklarına inanıyor. Ben ise, ticaret ve iletişim tanrısının işin içinde olduğu durumlarda, ‘iş hedefleri’ sahneye çıkar ve ulvî görevler eşyanın tabiatı gereği ikinci plana itilir, diyorum.
Eski Sovyetler Birliği, İran, Suriye, Suudi Arabistan gibi totaliter rejimlerde iletişim işlerini ‘ulvî’ çıkarlar doğrultusunda yönetmeye kalktılar. Şahane başarılar elde ettikleri söylenemez. Onun için Zeynep hanım, siz siz olun Meclis’de kadınlar ve çevre için mücadele edin. Tabiî toplumsal ve ticarî sorumluluklar arasındaki dengeyi ‘ulvi’liklere kurban etmeden....
Kısa... Kısa...
Sabah’ın marka vaadi
· Kendi işimizi övmek aslında ‘racona terstir’... Sabah’ın kampanyası sadece Sabah’a hizmet etmeyecektir. Tüm sektörün itibarının yükselmesine de katma değer getirecektir. Medya, itibarı en düşük kurumlar arasında. Bir kuruluş, sektörü yerlerde sürünürken, tek başına yukarı çıkamaz. İnsan gölgesini aşamaz. Siyasi partilerin hiç biri siyaset kurumu adam olmadan bir yere varamaz. Bu işi her zaman bazı öncüler üstlenir. İşte Sabah böyle bir işlevi üstleniyor. Yıl bazında trilyonlara varan bir fonu Tema ve Darüşşafaka’ya aktarmaya hazırlanıyor. Okurların cebinden bir kuruş ekstra çıkmadan. Her satılan gazetenin gelirinin bir kısmını bu fona aktararak. Bu kurumlara aylık ödemeler yaparak. Sabah’ın kendine seçtiği ‘marka vaadi’ de böylece belli oldu: “Halka hizmet için varım”...
Beş keyifli kitap
· Beş tane kitap var önümde. Beşini de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıra dışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkincisi Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Üçüncüsü bir tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss’dan “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”. Beşincisi ise Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. Yayınca:MARKA. Reklam dünyasının yaramaz ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Parayı sokağa atmadan
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
Mum söndü
· İletişim işini bilimsel temellere, verilere oturtmak önemli mesele. Reklamın/haberin yayımlandığı mecra, saat, sayfa, program seçmek iletişimcilerin en önemli meselelerinden. Ortada bilimsel kriter olmayınca iş subjektif değerlerle karar almaya kalıyor (Bizim reklam sıralaması gibi). TV izlenme paylarını araştıran AGB, bugüne kadar bu karanlık sahada titrek ışık verse de bir mum olmuştu. Star AGB’den ayrılma kararı alıp tedbir koydurunca mum söndü... Yasal süreç bekleniyor. İş yine iletişimcilerin ‘insiyakine’ kaldı. Kör döğüşü, el yordamı... Bu birleşik kaplar gibi bir şeydir. Bir kere yola çıkılmış. Mutlaka yeri dolar...
1. Tansaş ‘Akıl almaz tüketici hakları’
2. KoçBank Kredi Kartı
3. Alo ‘Çok mutluyum anne. Çok!’
4. Nokia ‘Hikâyeni yaşa’
5. Gezer
6. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
7. Turkcell ‘Biz üniversiteliyiz’
8. ECA
9. Dardanel Ton
10. Rejoice ‘Kepekli saçlar’
Mükemmel uygulamalar görüyoruz. Örneğin, Turkcell ‘Futbol Ödülleri’, 4 konseri düzenlenmiş 8’i de yıl sonuna kadar planlanmış olan “Anadolu yollarında bir virtüöz”; Sabah’ın Darüşşafaka ve Tema ile ortak çalışması; ya da Coca-Cola’nın futbol konusunda iletişim yatırımları, son günlerin en çarpıcı stratejik PR projeleri.
Bu arada halkla ilişkiler adına işlenen cinayetlerin de sayısı artıyor. Fazla olan iyi değildir. Paranın, arkadaşın, akrabanın, mal mülkün, yemeğin, yemekteki tuzun, her şeyin ama her şeyin fazlası sorun yaratabilir. Tabi ki iletişimin de.
Ülkemizde de önemli yeri olan uluslararası bir grubun yetkilileri, bazı gazetecileri CEO ile görüştürmek üzere şirketin Avrupa’daki merkezine götürmüşler. Amaç, grubun durumunu, hedeflerini, konuşmakmış.
Oysa CEO, hiç gereği ve yeri olmadığı halde, başlamış siyasi demeçlere. Hem de Türk halkının yani müşteri kitlesinin, hassas noktalarına vurgu yaparak: Irak savaşındaki tutum, kürt meselesi vs. Bir tek “Kıbrıs’ı verin de şu iş bitsin!” demediği kalmış...
Ekonomi sayfalarında çıkması hedeflenen haber birinci sayfalarda, hatta manşette. İyi mi? Tabi ki hayır. Senin işin siyaset değil ki. Ürününü, hizmetini satmak... Gazeteci eş dost ile ilişkini suistimal etmene gerek bırakmayacak şekilde haber değeri taşıyacak projeler geliştirirsin. Haber değerin varsa zaten medyada yer alırsın. Doğru mesajı ver. Haberin olması gerektiği yerde olması gerektiği kadar çıksın. Bütün araştırmalar gösteriyor ki, iş dünyası siyasete ne kadar bulaşırsa o kadar itibar kaybediyor.
Gelelim ikinci cinayete... Büyük ve itibarlı bir finans kuruluşunun yeni çıkacak bir ürününü, gazetecilere önden 100’er milyonluk avantaj sağlayarak, onları ürün çıkınca müşteri yapmak üzere gönderdiği sertifikalara ne demeli. Pek çok gazetecinin sertifikasını iade ettiği söyleniyor. Büyük fiyasko...
Hemen yakın geçmişte, basın toplantısında gazetecilere kurayla cep telefonu hediye etmeye kalkmanın nelere mal olduğu yaşanmamış mıydı. “Gayri safi milli hafıza eksikliğimiz” bir kez daha yapacağını yapmış anlaşılan...
İtibar daldaki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha onu aynı yere kondurmak kolay değildir...
Elini ver kolunu alama...
Süreyya Ayhan ile ilgili sahneler çekilmeden önce ışık ve kadraj ayarları için bir yardımcı koşucu kullanılmış. Dublör falan değil... Filmde gözükmeyecek yani. Öylesine koşacak teknik ayarlar için. Herhangi birini de koşturabilirlerdi. Işıkçı, çaycı filan... İlle de titizlik edecekler. Git sen bir eski atlet bul.
İyi de yapmışlar. Hem üç kuruş o eski koşucu sebeplenmiş, hem de ayarlar iyi yapıldığı için herkesin beğendiği o güzel görüntüler çıkmış ortaya.
Her normal beşerî ilişkide konu orada kapanırdı. Hayır efendim bizde kapanmaz. O eski atlet kızımız dökülür ortaya, başlar mızmızlanmaya, “Beni ihmal ettiler. Çekimlerden sonra benimle ilgilenmediler”...
Bir acındırma ki, deme gitsin... Sanırsınız, yapımcılar Jenifer Lopez’in sözleşmesine uymamışlar. O da ortalığı ayağa kaldırıyor... Medyamız da hazır. Üçüncü sayfa koyacak hazin malzemeler sık bulunmuyor... “Durumdan vazife çıkarma”ya bundan iyi örnek olur mu.
Bundan böyle hangi ajans böyle bir işe kalkışır, bilemem. Bidiğim şey, kısa yoldan, kolay ve emeksiz şöhret olup para kazanma refleksimiz 1980’lerde başlamıştı. Hâlâ devam ediyor herhalde. Biz de bir güzel alet oluyoruz...
Duvar deyip geçmeyin!
Duvar tavsiye edilir mi? Edilir...
Ortaköy’e yolunuz düşmüyorsa da düşürün. Galatasaray Üniversitesinin oralarda araçtan inin. Aynı kaldırımda kalarak Ortaköy istikametinde yürüyün. Gözünüz karşı kaldırımda olsun. Sakın karşı kaldırımdan yürümeyin. Yoksa o etkiyi alamayabilirsiniz...
Bir duvar ancak böyle değerlendirilir... Sanat uzmanı değilim. Grafiti de denen popüler kültür taşıyıcısından hiç anlamam. Beni heyecanlandıran, o iç karartıcı gri duvarının nasıl anlamlı bir şehir mobilyası haline geldiğine tanıklık etmek... “Neden olmasın” diye soranların hayatımıza kattığı renk ve anlam...
Barış adına yapılan pek çok şeyden daha etkili bence.
O duvar daha önce de ‘boyanmıştı’... Bu sefer iletişim aracı olarak kullanılmış. Küçücük, mütevazı bir tabeladan öğreniyoruz kahramanları: Beşiktaş Belediye Başkanı Yusuf Namoğlu, Anadolu Sigorta ve İş Bankası ve bu kurumların halkla ilişkiler danışmanları... Tebrikler!
Benzer bir işe Ortaköy’de Ulus’a çıkan yokuşun başındaki duvarda rastlamak mümkün. Bu sefer kahramanlar belli değil. Çizenler her iki duvarda da bilinmiyor ne hikmetse...
Göz odur ki...
Geçen cumartesi Management Center Türkiye (MCT) ilginç bir toplantı düzenlemişti: “Yüksek İstişare Kurulu” adını verdiği bir toplulukta Türkiye’nin ulusal ve uluslararası pek çok şirketinin Genel Müdürlerini bir araya getirmişti.
Kurul henüz kuruluş aşamasında. Fakat hayli hayırlı işler yapacağa benziyor. Her meslek grubunun biraraya gelip gelecek planlarını tartışacakları platformlar var. Yöneticilerinki yok.
Toplantıda MCT danışmanlarından Fazıl Oral strateji ve planlamadan söz ederken konuyu olağanüstü bir sadelikle açıkladığını düşündüğüm bir Atasözünden söz etti. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bir sözmüş. Şöyle dermiş atalarımız:
“Göz odur ki, dağın arkasını göre... Akıl odur ki, başına geleceği bile...”
İşte size on Guru’nun 40 saatte anlatamayacağı sadelikle ‘strateji ve planlama’...
Özellikle ‘stratejik iletişim’ için biçilmiş kaftan sanki. Dağın arkasını nasıl görürsün? Stratejik araştırma ile. Başına geleceği nasıl bilirsin? Mevcut durumunu, pazarı ve rekabeti objektif olarak analiz eder, attığın adımlardan sonra mutlaka ‘izleme araştırması’ yaptırır ve isitikametini buna göre düzenlersin...
PR denince ne yazık ki akla hemen uyanık medya ilişkileri gelir. “Öyle ilişkilerim var ki, istediğim haberi koydurturum; istemediğim haber hiç bir yere girmez”... diye kendini ve müşterilerini kandıran PR’cıların sayısı az değildir.
İletişimden anlayan günümüz yöneticileri de itibar etmez böyle kolaycı ve sonunda galibi olmayan yaklaşımlara.
1980 – 2000 arası kültürümüzün her alanına damgasını vuran ‘Neşeli Cahiliye Devri’nin iletişimciler kuşağı yerini giderek, iletişimi faydacı ilişkilerle değil, bilgi, akıl ve gören gözlerle yönetmeye çaba harcayan pırıl pırıl bir kuşağa bırakmak zorunda kalacak...
Zeynep hanımla anlaşmamız zor...
AK Parti İstanbul Milletvekili Zeynep Karahan Uslu Hanım’dan yine mektup var. Çok az kısaltarak alıyorum:
“30.3.03 tarihli yazınızda İpek kağıt yetkililerince gönderilen ve eleştirdiğim reklamlarından biri olan kağıt havlu reklamının yayınlanmasından sonra tüketici araştırmaları çerçevesinde hatırlandığını, beğenildiğini ve satın alınabileceğinin belirtildiğini gösteren verilerden (ki hangi kriterlerin ölçüt alınarak bu verilerin elde edildiği de ayrıca incelenmelidir) hareketle, topluma verdikleri mesajların eleştirilmesinin anlamlı olmadığını ima etmenizi doğru bir görüş olarak değerlendirmiyorum.
Sizin yazılarınızın geneline hakim olan bakış açısı başarılı reklamın nasları olarak “bazı” reklam gurularının dikkat/ilgi çekiyor, hatırlanıyor ve “satıyorsa iyidir” tespitini paylaşıyor... [Oysa] Reklam Özdenetim Kurulu’nca da paylaşılan, ‘reklam veren-reklam ajansı-mecra üçlüsünün tüketiciye karşı toplumsal sorumluluğu bulunduğu’ görüşünün özellikle sizin gibi entelektüel vasfı da bulunan uygulayıcılar tarafından da benimsenmesinin mevcut reklamcılık anlayışının değişmesine önemli katkılar yapacağını düşünüyorum.
Ayrıca bu konuda dünyadaki benzeri kuruluşlarca çok daha net kriterlerle reklamlar denetlenmektedir. Örneğin Fransa’da yarı resmi yarı mesleki bir organizma olan Reklamcılık Denetim Bürosu(BVP) tarafından 28 yıldan beri kabul edilmiş olan kuralların içinde reklamcılıkta kadın imajına yönelik de beş ayrı kural vardır ve bu kurallara göre de denetim yapılmaktadır. Dolayısıyla siz satış araştırmalarını kamuoyunun bilgisine sunmuştunuz, ben de zatıalinizin bilgisine dünyadaki reklam özdenetim kurumlarınca gelişmiş bir kadın-erkek eşitlik anlayışına uymanın bir denetim unsuru olarak kabul edildiğini sunuyorum... Dr. Zeynep Karahan Uslu AK Parti İstanbul Milletvekili...”
Zeynep Hanım’la pek anlaşamıyoruz. Biraz da abartarak ifade edersek, Sayın Uslu, kadınların reklam filmleriyle kurtulacaklarına inanıyor. Ben ise, ticaret ve iletişim tanrısının işin içinde olduğu durumlarda, ‘iş hedefleri’ sahneye çıkar ve ulvî görevler eşyanın tabiatı gereği ikinci plana itilir, diyorum.
Eski Sovyetler Birliği, İran, Suriye, Suudi Arabistan gibi totaliter rejimlerde iletişim işlerini ‘ulvî’ çıkarlar doğrultusunda yönetmeye kalktılar. Şahane başarılar elde ettikleri söylenemez. Onun için Zeynep hanım, siz siz olun Meclis’de kadınlar ve çevre için mücadele edin. Tabiî toplumsal ve ticarî sorumluluklar arasındaki dengeyi ‘ulvi’liklere kurban etmeden....
Kısa... Kısa...
Sabah’ın marka vaadi
· Kendi işimizi övmek aslında ‘racona terstir’... Sabah’ın kampanyası sadece Sabah’a hizmet etmeyecektir. Tüm sektörün itibarının yükselmesine de katma değer getirecektir. Medya, itibarı en düşük kurumlar arasında. Bir kuruluş, sektörü yerlerde sürünürken, tek başına yukarı çıkamaz. İnsan gölgesini aşamaz. Siyasi partilerin hiç biri siyaset kurumu adam olmadan bir yere varamaz. Bu işi her zaman bazı öncüler üstlenir. İşte Sabah böyle bir işlevi üstleniyor. Yıl bazında trilyonlara varan bir fonu Tema ve Darüşşafaka’ya aktarmaya hazırlanıyor. Okurların cebinden bir kuruş ekstra çıkmadan. Her satılan gazetenin gelirinin bir kısmını bu fona aktararak. Bu kurumlara aylık ödemeler yaparak. Sabah’ın kendine seçtiği ‘marka vaadi’ de böylece belli oldu: “Halka hizmet için varım”...
Beş keyifli kitap
· Beş tane kitap var önümde. Beşini de iletişim konusuna keyifle kafa yoranlara şiddetle tavsiye ediyorum. Birincisi Kemal Sezer imzası ile çıkmış: “Ege Ernart. Bir öncü reklamcı ve sıra dışı yaşamı”. ‘Gayrı Safi Milli Hafızamız’ hele reklam sektöründe yerlerde sürünürken bu kitap bir pırlanta! İkincisi Marmara İletişim’in Dekanı ve Türkiye’de halkla ilişkiler sektörünün kurucularından Prof. Alâeddin Asna Açık Radyo’da yaptığı söyleşileri derlemiş: “Önce İletişim vardı – Ustalar ne diyor?”. Üçüncüsü bir tercüme eser. Klaus Werner ve Hans Weiss’dan “Markaların Kara Kitabı”. Dördüncü kitap ise iletişimin hızla geliştiği Ankara’dan. Yrd. Doç. Dr. Nuran Yıldız imzası ve ciddi emeği hemen gözüküyor: “Lider, imajlar, medya”. Beşincisi ise Fiona Gilmore imzalı: “Marka Savaşçıları”... Kitabın bence tek eksiği var. Yayınca:MARKA. Reklam dünyasının yaramaz ‘cin’lerinden Hulusi Derici’nin Başkanı olduğu ajans... Nerede onun önsözü?.. Herhalde kitap kadar ilginç olurdu, belki daha da ilginç...
Parayı sokağa atmadan
· Reklamverenler Derneği ile Reklamcılar Derneği biraraya gelmişler. Çok doğru bir iş yapmışlar. Ortak noktalardaki standartları saptamışlar. Çalışma ilkelerini, sözleşme standartlarını belirlemişler. Bunu da web sitelerine yerleştirmişler. Reklam verme konusunda kafası kesik tavuklar gibi kim vurduya gitmek, onun bunun elinde heba olup gitmek, parayı sokağa atmak istemeyen, özellikle reklam verme işine yeni girecek tüm genç kuruluşlar hatta tecrübeliler bile mutlaka bir göz atmalı...
Mum söndü
· İletişim işini bilimsel temellere, verilere oturtmak önemli mesele. Reklamın/haberin yayımlandığı mecra, saat, sayfa, program seçmek iletişimcilerin en önemli meselelerinden. Ortada bilimsel kriter olmayınca iş subjektif değerlerle karar almaya kalıyor (Bizim reklam sıralaması gibi). TV izlenme paylarını araştıran AGB, bugüne kadar bu karanlık sahada titrek ışık verse de bir mum olmuştu. Star AGB’den ayrılma kararı alıp tedbir koydurunca mum söndü... Yasal süreç bekleniyor. İş yine iletişimcilerin ‘insiyakine’ kaldı. Kör döğüşü, el yordamı... Bu birleşik kaplar gibi bir şeydir. Bir kere yola çıkılmış. Mutlaka yeri dolar...
1. Tansaş ‘Akıl almaz tüketici hakları’
2. KoçBank Kredi Kartı
3. Alo ‘Çok mutluyum anne. Çok!’
4. Nokia ‘Hikâyeni yaşa’
5. Gezer
6. Vestel ‘Süreyya Ayhan’
7. Turkcell ‘Biz üniversiteliyiz’
8. ECA
9. Dardanel Ton
10. Rejoice ‘Kepekli saçlar’