Prens parayı verdi, düdüğü de çalıyor...
06 KASIM 2005
Kendimi Prensin yerine koyuyorum. Ne yapardım? Allah’ın çölünde bir ticaret merkezi yaratmışım. Müthiş bir pazarlama stratejisi ile Dubai markasını dosta düşmana kabul ettirmişim. Paramı nereye koyacağımı bilemiyorum. Kendi ülkemin inşasını tamamladıktan sonra ilk işim çevremde Dubai’ye rakip olacak merkezlere göz koymak olur. Neresi ilk merkez? İstanbul... Giderim İstanbul’un göbeğine iki dev gökdelen kondururum. Adını da Dubai Towers koyarım. İstanbul Towers ya da kültürüme uygun bir şekilde örneğin Şehrazat Towers falan koyacak halim yok ya... En yakın rakibim olan kentte Dubai’nin marka değerini parlatmak için fırsat vermişler. Neden kullanmayayım ki?..
Yani Prens akıllı. Yaptığı iş pazarlama iletişimi açısından doğru. Sen sen ol tufaya düşme... Erkan Mumcu bugün 11.30’da Habertürk’de tekrarı yayınlanacak TV programında demişti ki, “Esas çatışma, gücü gücüne yetene anlayışıyla hak ve vicdana dayalı anlayış arasındadır!..” Siz güç odaklı anlayıştan yana dümen kırdınız mı, parayı veren düdüğü çalar... Siz de öyle bakarsınız...
Prens, iletişimi de iyi yönetti doğrusu. Hani üç bölüme ayrılır ya bu iş: Öncesi, sırası, sonrası... Öncesinde, daha ortada fol ve yumurta yokken reklam vermek devrimci bir işti. Medyamız reklam veren kuruluşları sever. Ayrıca reklamların tasarımı da seçimi de çok etkileyiciydi. Ama bir yere kadar... Öyle bir hata yaptılar ki, eğer toparlamazlarsa her şeyi berbat edebilirler...
Reklamlar ne diyordu? “Geleceğiz; pek çok şeyinizi değiştireceğiz.” Alış veriş alışkanlığınızı falan... Buraya kadar anladık. Ama sen kalk bizi biz yapan, dünya âlemin ‘Türklerin en büyük özellikleri’ diye göklere çıkardıkları misafirperverliğimizi de değiştirmekten dem vur. Orada dur bakalım Prens Bey. Yüzlerce yıl bizim müstemlekemiz olmuş çölden gel, bize konukseverlik öğret; hem de değer sistemimizin en önemli öğesini sorgula. Olacak iş mi? ‘Tanrı misafiri’ diye, tanımadığına bile kapılarını açmaya koşullanmış bizim millet aziz bulduğu değerleriyle oynandı mı, affetmez. Hele eski tabasından birilerinin kendisine ders vermesini hiç affetmez. Onun için siz siz olun, o konumlama stratejisini bir daha gözden geçirin...
Tophane güzelleşiyor
İstanbul’da kaç yüz tarihi çeşme vardır acaba?.. Osmanlı suya çok meraklıymış. Kentlerini, yerleşim bölgelerini belirlerken yöreleri içme sularına göre seçmiş. Osmanlı çeşmelerinin neredeyse her biri bir sanat harikasıdır. Bunlara bakıp bakıp, “Yahu şunlar onarılsa da şöyle şakır şakır aksa!” diye içlenmişimdir hep. Tophane’deki çeşmeye el atıldığını gördüğümde bu yüzden pek bir sevindim.
Kurumsal sorumluluk çerçevesindeki sponsorluk çalışmaları ciddi emek ister. Tutarlılık ve süreklilik ister. Gerektiği gibi yapılırsa markaya çok önemli itibar sağlar. İtibar da satışı etkiler. Sabancı’nın su markası Saka da böyle ciddi bir yola çıkmış. 300 yıllık Tophane çeşmesini Taç Vakfı danışmanlığında, İSKİ ve Büyükşehir Belediyesi katkıları ile onarıyor. Projenin tamamlanmasıyla Tophane Meydan Çeşmesi, İstanbul’un tarihi dokusundaki yerini alacak nihayet. Bu tür kurumsal ve sosyal sorumluluk çalışmalarında süreklilik kritik başarı faktörüdür. Çeşme gelecek ay hizmete girecekmiş. Saka’nın hemen bir sonraki çeşmeyi de devreye alması gerek. Yoksa onca emeğe yazık olur.
“Superbrands”in işi zor
Dünyanın 48 ülkesinde faaliyet gösteren İngiltere merkezli “Superbrands”in Türkiye’ye geldiğini duyunca sevinmiştik. Hatta Türkiye’nin süper markalarını seçmesi için oluşturulan jüriye katılması teklif edilen bir dostumuz, bize görüşümüzü sorduğunda da katılmasını salık vermiştik. Sonradan fena halde mahcup olduk...
İş ve iletişim dünyasından yıldızlar takımı gibi bir jüri oluşturulmuştu. Bu jüri, yüzlerce marka adayını çeşitli kriterlere göre puanlayacak, barajı geçenleri Türkiye’nin süper markaları olarak kamu oyuna ilan edecekti. Bu markaların tanıtıldığı bir de kitap hazırlanacaktı.
Sonrasını Coca-Cola, Vestel, Garanti Bankası, Tansaş gibi listeye ilk sıralardan girmesi gereken ama açıklanan listede yer almayan şirketlerin iletişim yöneticilerinden ve Nurten Yalçın’ın köşe yazısından öğrendik.
Meğer, jürinin seçtiği 160 markaya birer yazı gitmiş. Bu yazıda, jüri tarafından seçildikleri bildiriliyor ve hediyesi 5 bin dolara ‘Türkiye’nin Süper Markaları 2005’ kitabında bir yer teklif ediliyormuş. 89 marka bu teklifi kabul edip, kitapta kendilerine ayrılan 2’şer sayfalık yerde pazar, başarılar, tarihçe, ürün, en son gelişmeler, promosyon ve marka değerleri başlıkları altında ‘paralı haberlerini’ yayınlatmışlar.
5 bin dolar ödemek istemeyen markaların adı ise ne kitapta örneğin bir liste halinde yer almış, ne basın toplantısında isimleri geçmiş, ne de bir web sitesinde onlardan söz edilmiş.
Marka olabilmek için birçok unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Bunlardan biri de güven. ‘Superbrands’ Türkiye’ye geldiği ilk yılında kendisini markalaştırma yolunda büyük bir iletişim kazasına uğramış bizce. Önümüzdeki yıllarda jüriye üye bulmakta, kendilerini kamuoyuna inandırmakta büyük sıkıntı yaşamamaları için jürinin belirlediği tüm markaları bir an önce yayınlamalarında yarar var.
Paris yanar, biz bakarız...
Gazetelerin günlerdir birinci sayfasında. Paris’te 9 gündür olaylar bitmiyor. Etraf cayır cayır yanıyor. 400 otomobili, 27 otobüsü, iki de tekstil deposunu ateşe vermişler. Aynı gazetelerin ikinci sayfalarında ya da eklerinde pek çok ünlümüzün Bayram vesilesiyle akın akın Paris’e gittikleri haberleri...
Türk hükümeti bir bildiri yayınlamamış. Vatandaşlarını uyarmamış. “Aman, şu sıra Paris tekin değil; gitmeyin!” dememiş. Aynı şey Londra tren istasyonunda bombalar patladığında da yaşanmıştı. Londra’nın güvenli olmaması değil, sınır polisinin Müslüman ülkelerden gelenlere ettiği zulüm biraz caydırıcı olmuştu. O da biraz.
Oysa İstanbul... Türkiye... Bütün rakamlar İstanbul’un en asude kentlerden biri olduğunu söylüyor. Polisiye olayların en az yaşandığı metropollerden biri. Buna rağmen İstanbul’da en küçük bir olay olsa, Batı’da yer yerinden oynuyor: “Can güvenliğiniz tehlikede olabilir gitmeyin!”
Washington DC ve Boston’un, ABD’nin ve dünyanın en az güvenli kentlerinden oldukları bilinir. Türk öğrencilerin büyük çoğunluğu ise bu kentlere akın ederler.
Bunun tek açıklaması olabilir. Bu kentlerin ve ülkelerin markaları o kadar güçlüdür ki; krizlerden bizimki kadar etkilenmezler. Siz ülkenizin marka vaadini, kültür ve değerleriniz yerine sadece oryantal dans, güneş, kum, deniz, yemek üzerine kurarsanız, olacağı budur: Kırılganlık... Bu ürün markaları ve sektörler için de geçerlidir. Tavukçular her krizde (Toroğlu ve kuş gribi) perişan olurlar. Dericiler, daha kriz gelmeden önlem kampanyası başlatırlar... AB ülkelerinin insanlarına kendisini anlatmak gibi bir meselesi olan Türkiye’nin hâlâ bir stratejik iletişim planı olmaması ne acıdır...
Helal olsun Unilever’e
Cumartesi günü bir arkadaş grubu ile kahvaltıdayız. Gazetelere göz atıyoruz. İç sayfalarda küçücük bir haber: “Greenactive Uluslararası Halkla İlişkiler Örgütü IPRA’nın birincilik ödülünü aldı!” Ödül, Unilever Komili Zeytinyağı’nın ‘Klazomenai’ projesine verilmiş.
Çevremdeki bazı genç iletişimcilerin ilk reaksiyonu gazetelerin habere ayırdığı yerle aynı ölçüde: “Ha! Şu IPRA ödülünü mü almışlar? Yine mi? Sahi yahu neymiş bu Klazomenai?..”
Türkiye iki IPRA başkanı çıkardı ya... Betül Mardin ve Ceyda Aydede büyük emek ve zaman ayırarak IPRA’nın 16’ncı dünya kongresini İstanbul’a aldırdılar ya... Bir de Greenactive ‘Cif – Topkapı Sarayı’nı Temizleme Projesi’ ile aynı ödülü daha önce de almıştı ya... Bizde hemen bir küçümseme: “Bizim IPRA yahu!..” Oysa 23 ülkeden 186 proje dişe diş mücadele vermişler... Unilever Komili dünyaya örnek bir iş yapmış... Bir şey mi yani?.. Kanıksayıvermişiz IPRA’yı...
Birileri, “güreş bizim ata sporumuz muydu, yoksa Yunan ve Mısır kültürü müydü?” diye tartışıp elimizdeki kıymetleri nasıl kaybederiz diye çaba harcarken; birileri de üzerinde yaşadığımız coğrafyanın değerlerine sahip çıkıyorlar... Osmanlı mirasına sahip çıkmazsak olacağı bu: Türk kahvesi de bizim değil Yunanlıların; baklava Arapların; tavla Acemlerin... Selçuklu kültürü Bizans etkisinde; edebiyat Fars ve Arap...
Bu arada meraklısına not: Komili Zeytinyağı, M.Ö. VI. Yüzyıldan kalma ve Anadolu'da ortaya çıkarılan en eski ve en modern zeytinyağı işliğinin kazı ve ayağa kaldırılmasına sponsor olmuş. Klazomenai zeytinyağı fabrikası, Urla İlçesi’nin İskele Mahallesi’ndeymiş. Klazomenia kazılarının tamamı ise Kültür Bakanlığı, Intergen-Enka, Ege Üniversitesi ana sponsorluğunda yürütülüyormuş. Bilgilere şu iki web sitesinden ulaşmak mümkün: http://www.klazomeniaka.com ve http://www.klazomenai.com
Ufuk turu...
· İnternet ortamında iletişimin nasıl geliştiğini anlatmak için size küçük bir zahmet vermek zorundayım. Bu muhteşem reklam örneğini mutlaka izlemelisiniz. Sonra da görüşünüzü yazarsanız çok sevinirim: Adres şu: www.drcomenge.com/apothia/default.html Sayfa interaktif. Sizden Botox, Kolajen, kimyasallar ve estetik ameliyat gibi yöntemlerle Mona Lisa’yı daha güzelleştirmeniz bekleniyor. Sonra da çözüm gösteriliyor. Çok eğlenceli ve etkileyici.
· Citroen’in ‘yaşamı değiştirmek’ üzerine kurulu konseptiyle çektiği son reklam filmi sadece teknik açıdan bir harika değil. Aynı zamanda yarattığı duygu da muhteşem. İnsana çevresini ve hayatını değiştirme sevinci veriyor neredeyse.
· Türk markası Colin’s Jeans, Double Vision adıyla yeni bir ürün çıkarmış. Reklamını büyük bir keyifle izliyorum. Hedef kitlesi değilim; yinede ilgimi çekiyor. Kim ters yüz edip pantolon giyer bilemem. Beni ilgilendiren bu kadar hoş bir reklamın Türk gençleriyle ne düzeyde yakın bir duygusal buluşma sağlayacağı. Çünkü şüphem var... Colin’sçiler bize sonuçları bildirirlerse seviniriz.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Bellona bugüne kadar yaptığı reklamlarda hep gelir ve kültür düzeyi nispeten daha düşük kitleleri hedeflemiştir. İtalyan havasının estiği son reklamda ise sanki hedef kitle tamamen değiştirilmiş. Kısmen İtalyanca konuşulan alt yazılı film, bu kez neredeyse en üst gelir ve kültür grubuna yönelmiş. Ürünler de öyle ise mesele yok. Yoksa hüsran var demektir...
Yani Prens akıllı. Yaptığı iş pazarlama iletişimi açısından doğru. Sen sen ol tufaya düşme... Erkan Mumcu bugün 11.30’da Habertürk’de tekrarı yayınlanacak TV programında demişti ki, “Esas çatışma, gücü gücüne yetene anlayışıyla hak ve vicdana dayalı anlayış arasındadır!..” Siz güç odaklı anlayıştan yana dümen kırdınız mı, parayı veren düdüğü çalar... Siz de öyle bakarsınız...
Prens, iletişimi de iyi yönetti doğrusu. Hani üç bölüme ayrılır ya bu iş: Öncesi, sırası, sonrası... Öncesinde, daha ortada fol ve yumurta yokken reklam vermek devrimci bir işti. Medyamız reklam veren kuruluşları sever. Ayrıca reklamların tasarımı da seçimi de çok etkileyiciydi. Ama bir yere kadar... Öyle bir hata yaptılar ki, eğer toparlamazlarsa her şeyi berbat edebilirler...
Reklamlar ne diyordu? “Geleceğiz; pek çok şeyinizi değiştireceğiz.” Alış veriş alışkanlığınızı falan... Buraya kadar anladık. Ama sen kalk bizi biz yapan, dünya âlemin ‘Türklerin en büyük özellikleri’ diye göklere çıkardıkları misafirperverliğimizi de değiştirmekten dem vur. Orada dur bakalım Prens Bey. Yüzlerce yıl bizim müstemlekemiz olmuş çölden gel, bize konukseverlik öğret; hem de değer sistemimizin en önemli öğesini sorgula. Olacak iş mi? ‘Tanrı misafiri’ diye, tanımadığına bile kapılarını açmaya koşullanmış bizim millet aziz bulduğu değerleriyle oynandı mı, affetmez. Hele eski tabasından birilerinin kendisine ders vermesini hiç affetmez. Onun için siz siz olun, o konumlama stratejisini bir daha gözden geçirin...
Tophane güzelleşiyor
İstanbul’da kaç yüz tarihi çeşme vardır acaba?.. Osmanlı suya çok meraklıymış. Kentlerini, yerleşim bölgelerini belirlerken yöreleri içme sularına göre seçmiş. Osmanlı çeşmelerinin neredeyse her biri bir sanat harikasıdır. Bunlara bakıp bakıp, “Yahu şunlar onarılsa da şöyle şakır şakır aksa!” diye içlenmişimdir hep. Tophane’deki çeşmeye el atıldığını gördüğümde bu yüzden pek bir sevindim.
Kurumsal sorumluluk çerçevesindeki sponsorluk çalışmaları ciddi emek ister. Tutarlılık ve süreklilik ister. Gerektiği gibi yapılırsa markaya çok önemli itibar sağlar. İtibar da satışı etkiler. Sabancı’nın su markası Saka da böyle ciddi bir yola çıkmış. 300 yıllık Tophane çeşmesini Taç Vakfı danışmanlığında, İSKİ ve Büyükşehir Belediyesi katkıları ile onarıyor. Projenin tamamlanmasıyla Tophane Meydan Çeşmesi, İstanbul’un tarihi dokusundaki yerini alacak nihayet. Bu tür kurumsal ve sosyal sorumluluk çalışmalarında süreklilik kritik başarı faktörüdür. Çeşme gelecek ay hizmete girecekmiş. Saka’nın hemen bir sonraki çeşmeyi de devreye alması gerek. Yoksa onca emeğe yazık olur.
“Superbrands”in işi zor
Dünyanın 48 ülkesinde faaliyet gösteren İngiltere merkezli “Superbrands”in Türkiye’ye geldiğini duyunca sevinmiştik. Hatta Türkiye’nin süper markalarını seçmesi için oluşturulan jüriye katılması teklif edilen bir dostumuz, bize görüşümüzü sorduğunda da katılmasını salık vermiştik. Sonradan fena halde mahcup olduk...
İş ve iletişim dünyasından yıldızlar takımı gibi bir jüri oluşturulmuştu. Bu jüri, yüzlerce marka adayını çeşitli kriterlere göre puanlayacak, barajı geçenleri Türkiye’nin süper markaları olarak kamu oyuna ilan edecekti. Bu markaların tanıtıldığı bir de kitap hazırlanacaktı.
Sonrasını Coca-Cola, Vestel, Garanti Bankası, Tansaş gibi listeye ilk sıralardan girmesi gereken ama açıklanan listede yer almayan şirketlerin iletişim yöneticilerinden ve Nurten Yalçın’ın köşe yazısından öğrendik.
Meğer, jürinin seçtiği 160 markaya birer yazı gitmiş. Bu yazıda, jüri tarafından seçildikleri bildiriliyor ve hediyesi 5 bin dolara ‘Türkiye’nin Süper Markaları 2005’ kitabında bir yer teklif ediliyormuş. 89 marka bu teklifi kabul edip, kitapta kendilerine ayrılan 2’şer sayfalık yerde pazar, başarılar, tarihçe, ürün, en son gelişmeler, promosyon ve marka değerleri başlıkları altında ‘paralı haberlerini’ yayınlatmışlar.
5 bin dolar ödemek istemeyen markaların adı ise ne kitapta örneğin bir liste halinde yer almış, ne basın toplantısında isimleri geçmiş, ne de bir web sitesinde onlardan söz edilmiş.
Marka olabilmek için birçok unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Bunlardan biri de güven. ‘Superbrands’ Türkiye’ye geldiği ilk yılında kendisini markalaştırma yolunda büyük bir iletişim kazasına uğramış bizce. Önümüzdeki yıllarda jüriye üye bulmakta, kendilerini kamuoyuna inandırmakta büyük sıkıntı yaşamamaları için jürinin belirlediği tüm markaları bir an önce yayınlamalarında yarar var.
Paris yanar, biz bakarız...
Gazetelerin günlerdir birinci sayfasında. Paris’te 9 gündür olaylar bitmiyor. Etraf cayır cayır yanıyor. 400 otomobili, 27 otobüsü, iki de tekstil deposunu ateşe vermişler. Aynı gazetelerin ikinci sayfalarında ya da eklerinde pek çok ünlümüzün Bayram vesilesiyle akın akın Paris’e gittikleri haberleri...
Türk hükümeti bir bildiri yayınlamamış. Vatandaşlarını uyarmamış. “Aman, şu sıra Paris tekin değil; gitmeyin!” dememiş. Aynı şey Londra tren istasyonunda bombalar patladığında da yaşanmıştı. Londra’nın güvenli olmaması değil, sınır polisinin Müslüman ülkelerden gelenlere ettiği zulüm biraz caydırıcı olmuştu. O da biraz.
Oysa İstanbul... Türkiye... Bütün rakamlar İstanbul’un en asude kentlerden biri olduğunu söylüyor. Polisiye olayların en az yaşandığı metropollerden biri. Buna rağmen İstanbul’da en küçük bir olay olsa, Batı’da yer yerinden oynuyor: “Can güvenliğiniz tehlikede olabilir gitmeyin!”
Washington DC ve Boston’un, ABD’nin ve dünyanın en az güvenli kentlerinden oldukları bilinir. Türk öğrencilerin büyük çoğunluğu ise bu kentlere akın ederler.
Bunun tek açıklaması olabilir. Bu kentlerin ve ülkelerin markaları o kadar güçlüdür ki; krizlerden bizimki kadar etkilenmezler. Siz ülkenizin marka vaadini, kültür ve değerleriniz yerine sadece oryantal dans, güneş, kum, deniz, yemek üzerine kurarsanız, olacağı budur: Kırılganlık... Bu ürün markaları ve sektörler için de geçerlidir. Tavukçular her krizde (Toroğlu ve kuş gribi) perişan olurlar. Dericiler, daha kriz gelmeden önlem kampanyası başlatırlar... AB ülkelerinin insanlarına kendisini anlatmak gibi bir meselesi olan Türkiye’nin hâlâ bir stratejik iletişim planı olmaması ne acıdır...
Helal olsun Unilever’e
Cumartesi günü bir arkadaş grubu ile kahvaltıdayız. Gazetelere göz atıyoruz. İç sayfalarda küçücük bir haber: “Greenactive Uluslararası Halkla İlişkiler Örgütü IPRA’nın birincilik ödülünü aldı!” Ödül, Unilever Komili Zeytinyağı’nın ‘Klazomenai’ projesine verilmiş.
Çevremdeki bazı genç iletişimcilerin ilk reaksiyonu gazetelerin habere ayırdığı yerle aynı ölçüde: “Ha! Şu IPRA ödülünü mü almışlar? Yine mi? Sahi yahu neymiş bu Klazomenai?..”
Türkiye iki IPRA başkanı çıkardı ya... Betül Mardin ve Ceyda Aydede büyük emek ve zaman ayırarak IPRA’nın 16’ncı dünya kongresini İstanbul’a aldırdılar ya... Bir de Greenactive ‘Cif – Topkapı Sarayı’nı Temizleme Projesi’ ile aynı ödülü daha önce de almıştı ya... Bizde hemen bir küçümseme: “Bizim IPRA yahu!..” Oysa 23 ülkeden 186 proje dişe diş mücadele vermişler... Unilever Komili dünyaya örnek bir iş yapmış... Bir şey mi yani?.. Kanıksayıvermişiz IPRA’yı...
Birileri, “güreş bizim ata sporumuz muydu, yoksa Yunan ve Mısır kültürü müydü?” diye tartışıp elimizdeki kıymetleri nasıl kaybederiz diye çaba harcarken; birileri de üzerinde yaşadığımız coğrafyanın değerlerine sahip çıkıyorlar... Osmanlı mirasına sahip çıkmazsak olacağı bu: Türk kahvesi de bizim değil Yunanlıların; baklava Arapların; tavla Acemlerin... Selçuklu kültürü Bizans etkisinde; edebiyat Fars ve Arap...
Bu arada meraklısına not: Komili Zeytinyağı, M.Ö. VI. Yüzyıldan kalma ve Anadolu'da ortaya çıkarılan en eski ve en modern zeytinyağı işliğinin kazı ve ayağa kaldırılmasına sponsor olmuş. Klazomenai zeytinyağı fabrikası, Urla İlçesi’nin İskele Mahallesi’ndeymiş. Klazomenia kazılarının tamamı ise Kültür Bakanlığı, Intergen-Enka, Ege Üniversitesi ana sponsorluğunda yürütülüyormuş. Bilgilere şu iki web sitesinden ulaşmak mümkün: http://www.klazomeniaka.com ve http://www.klazomenai.com
Ufuk turu...
· İnternet ortamında iletişimin nasıl geliştiğini anlatmak için size küçük bir zahmet vermek zorundayım. Bu muhteşem reklam örneğini mutlaka izlemelisiniz. Sonra da görüşünüzü yazarsanız çok sevinirim: Adres şu: www.drcomenge.com/apothia/default.html Sayfa interaktif. Sizden Botox, Kolajen, kimyasallar ve estetik ameliyat gibi yöntemlerle Mona Lisa’yı daha güzelleştirmeniz bekleniyor. Sonra da çözüm gösteriliyor. Çok eğlenceli ve etkileyici.
· Citroen’in ‘yaşamı değiştirmek’ üzerine kurulu konseptiyle çektiği son reklam filmi sadece teknik açıdan bir harika değil. Aynı zamanda yarattığı duygu da muhteşem. İnsana çevresini ve hayatını değiştirme sevinci veriyor neredeyse.
· Türk markası Colin’s Jeans, Double Vision adıyla yeni bir ürün çıkarmış. Reklamını büyük bir keyifle izliyorum. Hedef kitlesi değilim; yinede ilgimi çekiyor. Kim ters yüz edip pantolon giyer bilemem. Beni ilgilendiren bu kadar hoş bir reklamın Türk gençleriyle ne düzeyde yakın bir duygusal buluşma sağlayacağı. Çünkü şüphem var... Colin’sçiler bize sonuçları bildirirlerse seviniriz.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Bellona bugüne kadar yaptığı reklamlarda hep gelir ve kültür düzeyi nispeten daha düşük kitleleri hedeflemiştir. İtalyan havasının estiği son reklamda ise sanki hedef kitle tamamen değiştirilmiş. Kısmen İtalyanca konuşulan alt yazılı film, bu kez neredeyse en üst gelir ve kültür grubuna yönelmiş. Ürünler de öyle ise mesele yok. Yoksa hüsran var demektir...