Rehavet ciddi bir tehlikedir
25 Şubat 2017 - Yeni Şafak
Altındaki imza rahmetli şair Cahit Zarifoğlu’na aitti. Kitabından, sayfasına dokunarak okumadım. İnternetin yalancısıyım. Şair, bizim insanlarımızın ortak ruhi şekillenmesindeki belirgin kültürel ayrımı nasıl da şıpın işi özetleyivermiş:
“Pazartesi sendromu sosyete şımarıklığıdır. Ekmeğinin peşinde olanlar için Pazartesi besmeledir.”
Rehavete kapılmak, bizim toplumdaki ‘çalışkan’ insan tipolojisinin karakter özelliklerinden biri asla olmamıştır. Hem çok çalışırlar ve hem de kadere gönüllerinin tüm rızasıyla inanırlar.
Daha çok ‘plaza Türkçesi’yle konuşup, büyük kariyer hayalleriyle mevcut yaşam realitesi arasındaki uçurumdan rahatsızlık duyan, azalan zaferleriyle çoğalan yenilgileri arasındaki makas açıldıkça kendisi dışındaki her etkili unsurdan şikayetçi olan ‘el aman’ların rehavete kapılmaya daha çok müsait olduklarını gözlemlerimize dayanarak iddia edebiliriz. Ya zafer sarhoşluğuyla rehavete kapılırlar veya yenilgileriyle başa çıkamadıklarında… İkisi de pratikte masumane görünen dinlenmek arzusundan ibarettir. Oysa ki sonuçlarına katlanmak güç olabilir.
Siyasette de rehavet, hangi dünya görüşünü temsil ederse etsin her zaman en büyük tehlikelerden biri olagelmiştir…
Al Jazeera Türk’ten İrfan Bozan kardeşimize verdiğim röportajda, referandum öncesi AK Parti mahfillerinde ‘Sayın Cumhurbaşkanı sahalara çıkar ve biz de sonuçta nasılsa yüzde 52 alırız” rehavetini gözlemlediğimi ifade etmiştim. Sayın Ahmet Taşgetiren, dün Star gazetesindeki köşesinde bu röportajımı değerlendirmiş. Röportajın özünde neyin altını çizmek istediysem hepsini hem Al Jazeera Türk’te ve hem de Sayın Taşgetiren’in yazısında görmek mümkün.
Ne var ki bizzat hakikatle değil, gerçekliğin ‘ilginç’ sayılabilecek parçasıyla alâkadar olan haber portalleri için köşe yazılarından haber icat etme kolaylığı günümüzde neredeyse bir yayıncılık trendi… Bu trend tahrifat kültürüyle de buluşunca ortaya mesajı verenin ne dediği ya da işin özü değil, haber portalinin malzemeyi nasıl ‘görmek istediği’ sorunuyla başbaşa kalıyoruz.
Al Jazeera Türk’te yer alan şu ifadenin ne hale geldiğini iki cümlede göstermeye çalışalım:
“Evet” cephesinin, “Sayın Cumhurbaşkanı çıkar sahalara bir konuşur, yüzde 52 alırız” rehaveti içinde olduğunu savunan Saydam, bu durumun tehlikeli olduğu görüşünde.”
Al Jazeera Türk’teki bu ifade, bakınız T24 haber portalinde nasıl yansıtılıyor:
“İletişim uzmanı Ali Saydam: AK Parti’de rehavet var, Erdoğan’ın sahayı çıkması sakıncalı”.
Haberin altına Cumhurbaşkanı’nın seçim meydanlarından birindeki fotoğrafını da koyunca günlük haber listesine yalapşap hazırlanmış da olsa, sonuçta bir malzeme daha katmış oluyor. ‘Çalışıyorlar’ gibi görünmek de, dostlar alışverişte görsün türünden bir çabadır nihayetinde. (Çaba deyip geçmeyin, avarakasnak gibi boşa dönse de sözkonusu olan o ‘kutsal iş’i çağrıştıran ‘emek’tir. Baş tacı edilen emeğin içini ufak ufak böyle boşalttıklarının ne kadar farkındadırlar bilemeyiz. Bu onların sorunu.)
Bu arada bir kısmı röportaj metninde olup da arada kaynayıp gitmemesi gereken şu üç hususu es geçmek istemem.
Bir: Cumhurbaşkanı’nın yalnız bırakılması.
İki: İttifaklar meselesi.
Üç: Bilgilendirme süreci.
Birincisinden başlayacak olursak: Sayın Erdoğan’ın yalnız bırakıldığını Başbakanlık döneminden bu yana pek çok yazımda ifade etmişimdir. Güçlü liderliğin bu türden sendromları da ortaya çıkarabileceği herkesin malumudur ve doğal karşılanır.
İkinci husus olarak ifade ettiğim ‘İttifaklar meselesi’yle ilgili olarak sözkonusu röportajda demişim ki:
“AK Parti’nin kemik oyu ne kadardır diye bana sorulursa derimki yüzde 18-22 arasında bir yerdedir. Fakat parti yüzde 49-52 alıyor. Bunu ittifaklarla alıyor. Türkiye’nin gelecek tasarımı ile ilgili AK Parti ile ittifak eden, Türkiye’nin istikrarını isteyen hatta milli bağımsızlık noktasında AK Parti ile aynı düşünen müttefikler var. Bu oranlar bunların ikna edilmesi ile oluyor. Bu ittifakları hamasi propoganda araçlarıyla tutmak mümkün mü? Bence hayır.”
İttifakların duyguda değil düşünce düzeyinde tesis edilebileceğini bu vesileyle bir kez daha hatırlatalım. İttifaklar meselesinin gereklerini de bugüne kadar sayın Erdoğan liderliğinde dokuz seçim ard arda başarı elde eden AK Partisi bihakkın yerine getirmiştir.
Ve üçüncü konu başlığı olarak ‘Bilgilendirme süreci’yle ilgili olarak dikkatleri çekmemiz gereken husus, hâlâ yüzde 60 cıvarında seçmenin Anayasa’da nelerin değiştiğinin farkında olmayışıdır. Bugün açıklanacak olan AK Parti iletişim stratejileri ve taktiklerinin, uygulanması halinde yukarıda sıralamaya çalıştığımız bu üç sorunun üstesinden gelebileceğini ummak istiyoruz.
‘Rehaveti tehlikeli buluyorum’ derken bu üçlü payandanın taşıdığı olumsuzlukların mutlaka ama mutlaka gözden geçirilmesi gerektiğinin altını çizmek isterim. İş dünyasındaki gündelik yaşamdan çok iyi tanıdığımız bu ‘rehavet’in ikiz kardeşinden söz etmezsek yazımız eksik kalır.
Rehavetin ikiz kardeşi ‘Dolduruşa gelmek’tir. Dolduruşa getirenler, ‘çalışıyormuş’ gibi yaparken, dolduruşa gelenler gerçekten çalışırlarken bir anda ‘Hadi ya?’ sorusunun şaşkınlığıyla tembelliğin safına kolayca geçiverenlerdir.
Rehavet, sonuçta hem iş hayatı ve hem de siyaset için ciddi bir tehlikedir.
“Pazartesi sendromu sosyete şımarıklığıdır. Ekmeğinin peşinde olanlar için Pazartesi besmeledir.”
Rehavete kapılmak, bizim toplumdaki ‘çalışkan’ insan tipolojisinin karakter özelliklerinden biri asla olmamıştır. Hem çok çalışırlar ve hem de kadere gönüllerinin tüm rızasıyla inanırlar.
Daha çok ‘plaza Türkçesi’yle konuşup, büyük kariyer hayalleriyle mevcut yaşam realitesi arasındaki uçurumdan rahatsızlık duyan, azalan zaferleriyle çoğalan yenilgileri arasındaki makas açıldıkça kendisi dışındaki her etkili unsurdan şikayetçi olan ‘el aman’ların rehavete kapılmaya daha çok müsait olduklarını gözlemlerimize dayanarak iddia edebiliriz. Ya zafer sarhoşluğuyla rehavete kapılırlar veya yenilgileriyle başa çıkamadıklarında… İkisi de pratikte masumane görünen dinlenmek arzusundan ibarettir. Oysa ki sonuçlarına katlanmak güç olabilir.
Siyasette de rehavet, hangi dünya görüşünü temsil ederse etsin her zaman en büyük tehlikelerden biri olagelmiştir…
Al Jazeera Türk’ten İrfan Bozan kardeşimize verdiğim röportajda, referandum öncesi AK Parti mahfillerinde ‘Sayın Cumhurbaşkanı sahalara çıkar ve biz de sonuçta nasılsa yüzde 52 alırız” rehavetini gözlemlediğimi ifade etmiştim. Sayın Ahmet Taşgetiren, dün Star gazetesindeki köşesinde bu röportajımı değerlendirmiş. Röportajın özünde neyin altını çizmek istediysem hepsini hem Al Jazeera Türk’te ve hem de Sayın Taşgetiren’in yazısında görmek mümkün.
Ne var ki bizzat hakikatle değil, gerçekliğin ‘ilginç’ sayılabilecek parçasıyla alâkadar olan haber portalleri için köşe yazılarından haber icat etme kolaylığı günümüzde neredeyse bir yayıncılık trendi… Bu trend tahrifat kültürüyle de buluşunca ortaya mesajı verenin ne dediği ya da işin özü değil, haber portalinin malzemeyi nasıl ‘görmek istediği’ sorunuyla başbaşa kalıyoruz.
Al Jazeera Türk’te yer alan şu ifadenin ne hale geldiğini iki cümlede göstermeye çalışalım:
“Evet” cephesinin, “Sayın Cumhurbaşkanı çıkar sahalara bir konuşur, yüzde 52 alırız” rehaveti içinde olduğunu savunan Saydam, bu durumun tehlikeli olduğu görüşünde.”
Al Jazeera Türk’teki bu ifade, bakınız T24 haber portalinde nasıl yansıtılıyor:
“İletişim uzmanı Ali Saydam: AK Parti’de rehavet var, Erdoğan’ın sahayı çıkması sakıncalı”.
Haberin altına Cumhurbaşkanı’nın seçim meydanlarından birindeki fotoğrafını da koyunca günlük haber listesine yalapşap hazırlanmış da olsa, sonuçta bir malzeme daha katmış oluyor. ‘Çalışıyorlar’ gibi görünmek de, dostlar alışverişte görsün türünden bir çabadır nihayetinde. (Çaba deyip geçmeyin, avarakasnak gibi boşa dönse de sözkonusu olan o ‘kutsal iş’i çağrıştıran ‘emek’tir. Baş tacı edilen emeğin içini ufak ufak böyle boşalttıklarının ne kadar farkındadırlar bilemeyiz. Bu onların sorunu.)
Bu arada bir kısmı röportaj metninde olup da arada kaynayıp gitmemesi gereken şu üç hususu es geçmek istemem.
Bir: Cumhurbaşkanı’nın yalnız bırakılması.
İki: İttifaklar meselesi.
Üç: Bilgilendirme süreci.
Birincisinden başlayacak olursak: Sayın Erdoğan’ın yalnız bırakıldığını Başbakanlık döneminden bu yana pek çok yazımda ifade etmişimdir. Güçlü liderliğin bu türden sendromları da ortaya çıkarabileceği herkesin malumudur ve doğal karşılanır.
İkinci husus olarak ifade ettiğim ‘İttifaklar meselesi’yle ilgili olarak sözkonusu röportajda demişim ki:
“AK Parti’nin kemik oyu ne kadardır diye bana sorulursa derimki yüzde 18-22 arasında bir yerdedir. Fakat parti yüzde 49-52 alıyor. Bunu ittifaklarla alıyor. Türkiye’nin gelecek tasarımı ile ilgili AK Parti ile ittifak eden, Türkiye’nin istikrarını isteyen hatta milli bağımsızlık noktasında AK Parti ile aynı düşünen müttefikler var. Bu oranlar bunların ikna edilmesi ile oluyor. Bu ittifakları hamasi propoganda araçlarıyla tutmak mümkün mü? Bence hayır.”
İttifakların duyguda değil düşünce düzeyinde tesis edilebileceğini bu vesileyle bir kez daha hatırlatalım. İttifaklar meselesinin gereklerini de bugüne kadar sayın Erdoğan liderliğinde dokuz seçim ard arda başarı elde eden AK Partisi bihakkın yerine getirmiştir.
Ve üçüncü konu başlığı olarak ‘Bilgilendirme süreci’yle ilgili olarak dikkatleri çekmemiz gereken husus, hâlâ yüzde 60 cıvarında seçmenin Anayasa’da nelerin değiştiğinin farkında olmayışıdır. Bugün açıklanacak olan AK Parti iletişim stratejileri ve taktiklerinin, uygulanması halinde yukarıda sıralamaya çalıştığımız bu üç sorunun üstesinden gelebileceğini ummak istiyoruz.
‘Rehaveti tehlikeli buluyorum’ derken bu üçlü payandanın taşıdığı olumsuzlukların mutlaka ama mutlaka gözden geçirilmesi gerektiğinin altını çizmek isterim. İş dünyasındaki gündelik yaşamdan çok iyi tanıdığımız bu ‘rehavet’in ikiz kardeşinden söz etmezsek yazımız eksik kalır.
Rehavetin ikiz kardeşi ‘Dolduruşa gelmek’tir. Dolduruşa getirenler, ‘çalışıyormuş’ gibi yaparken, dolduruşa gelenler gerçekten çalışırlarken bir anda ‘Hadi ya?’ sorusunun şaşkınlığıyla tembelliğin safına kolayca geçiverenlerdir.
Rehavet, sonuçta hem iş hayatı ve hem de siyaset için ciddi bir tehlikedir.