Reklamları böyle mi izlemeliyiz?...
18 AĞUSTOS 2007
“Şu sıralar futbol sezonunun açılışını kutlayan bazı reklamlar dönüyor TV’lerde, ‘İyi ki varsın futbol’ diye bitiyor sanırım. Bu spotlardan bir tanesi ‘gol’ kavramı üzerine. Gündelik hayat içinde çeşitli zor hareketlerin başarıyla yapılmasını izleyenler ‘Gol!’ diye tezahürat yapıp eylemi kutluyorlar. Bu hareketlerden bir tanesi bir yolcunun şehir hatları vapurunu son anda yakalaması... Bu yolcu alış veriş torbaları taşıyan bir bayan... Zor eylem öncesi torbalarını iyice sağlama alıyor. Çımacılar halatları çözmüş, tahta sürmeli iskeleleri almışlar, gemi uzaklaşmaya başlamış. Kısacası kadının yaptığı, tamamen yasak ve tehlikeli.
Bu yasak ve tehlikeli biniş özendirilmiş olmuyor mu? Dahası Şehir Hatları vapurlarını işleten firma bu sahnenin çekilmesine nasıl izin verdi anlayamadım. Zira onlar bu eylemleri önlemek için çaba sarf ediyorlar. Yolcunun biniş şekli kural ihlali olduğuna göre bunun futbol karşılığı da atılan golün geçersiz sayılması olması gerekmez mi?”
Tek kelimeyle süper... Bu satırlar bana ait değil. Bir okurumuza, Yaman Öğüt imzasıyla bize yazmış olan arkadaşımıza ait. Kendisine teşekkür ediyoruz... Öte yandan şöyle çevresine; siyasetten spora, magazinden iş dünyasına, oradan medyaya bir daha dikkatlice bakmasını öneriyoruz. Adım başı başka bir kusurlu hareketle karşılaşacaktır. Örneğin tüm fosil yakıt kullanan otomobiller küresel ısınmayı tetiklemekte. Tüm elektronik aygıtların, deterjanların kanserojen yan etkisi bulunmakta. Bürokratların ve siyasilerin kahir çoğunluğu, memleketten çok bireysel çıkarlarını düşünmekte. Medyanın durumu malum... Bütün bunlarla kıyaslandığında reklam dünyamızdaki güzellik hataları çok daha masum kalabilmekte. Onun için bu hoş reklama da gülünüp geçilebilir...
Hiçbiri marka değil!
Şöhret olmakla marka olmak tartışması şu sıra yine gündemde... Seda Sayan Hanım ile Hülya Avşar Hanım arasındaki bilimsel ve düzeyli atışma “Sen kendine marka diyorsun; oysa bana halkım marka diyor!” , “Ben megamarkayım!”, “Sağdan git cüzdan bulursun” boyutundan, “Koydum mu oturturum!”, “Bir tane çarparım gider duvara yapışır!” kıvamına doğru yol almakta...
Fırsatı bulmuşken, daha iyi anlaşılmak adına biz de lafı gediğine koyalım bir kez daha. Marka olunup olunmadığının üç tane somut göstergesi vardır:
Bir: Yaptığın işten elde ettiğin gelir sürekli artıyor mu?
İki: Senin adının etrafında yapılan ek işlerden, en az kendi işin kadar gelir elde ediliyor mu?
Üç: Senin sadece adını ticari ya da sanayi bir üründe kullanabilmek için bir Allah’ın kulu çıkıp da ciddi bir rakam ödüyor mu? Ve bu ödenmek istenen rakam, yani piyasa (Pazar) değerin, giderek artıyor mu?
Bu üç sorunun üçünün de yanıtı ‘Evet’ ise sen bir marka olmaya namzetsin... Henüz namzetsin; çünkü marka olabilmenin en önemli özelliği sürdürülebilirlik’tir... Bir iki kere ‘iyi niyetli girişimler’ yetmez... “Ahmet Bey dünyaları ayaklarımın altına serer!” de olmaz...
Sürdürülebilirliği sağlamak ise şu dört alana yatırım yapmakla mümkündür: 1. İnsan kaynaklarına, 2. Ar-Ge’ye (yeni ürün geliştirme), 3. Yapısal sermayeye (kurumsallaşma), 4. Pazarlamaya (Reklam + Halkla İlişkiler)...
Üç sorunun yanıtı ‘Evet’ ise ve 4 alanın dördüne de yatırım yapabiliyorsanız, eh karada ölüm yok demektir. Elinizde bir nal vardır artık... İş, üç nal bir at bulmaya bakar... Yani yeteneğinize, kendi eğitiminize, yenilenmenize... O üç nal ve bir atı da buldunuz mu kimseler tutamaz sizi...
Bunlar olmadan ‘Marka olmaya’ kalkılmaz mı? Kalkılır... Bu biraz benim diyetisyen olmama benzer...
Güç kirlenmesi medyada göründükçe artar
Benim publicity’ye, yani medyada şu veya bu nedeni yaratıp görünme refleksine hiçbir itirazım olamaz... Bir iletişim hedefi ve stratejinin parçası değilse, hiçbir işe yaramadığını bilmeme rağmen...
Tam tersine, publicity serseri mayın gibi uygulanınca güç kirlenmesi denen ‘toplumsal enfeksiyonu’ da beraberinde getirebilir... İnsanların durduk yerde size karşı saldırgan olmasına neden olan ‘güç kirlenmesi’nin sonradan kontrolü de çok zordur...
Tanıdığım liderler arasında bu ‘kirliliği’ kontrol altına almayı başarmış üç büyük işadamı tanıdım: Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Nejat Eczacıbaşı... Vehbi Bey’in Murat marka otomobilleri tercih etmesini, Sakıp Bey’in abartılıymış gibi duran şiveli konuşmasını, Nejat Bey’in oğlu Faruk’u yıllarca Renault 9 gibi arabalara bindirmesini, çok sonra anlayabilmiştim... Mütevazılığın bir erdem olduğunu biliyorduk tabii; ancak ‘power pollution’ üzerine bir iki makale okumamıştık henüz...
Dün gazetelerde ‘Ünlü Modacı’ Yıldırım Mayruk’un Terzi Yamağı olarak kendisini lanse eden Barbaros Şansal Beyin haberini okuduğumda şu ‘güç kirlenmesi’ meselesi geldi aklıma... Haber şu Şansal, Reina’da bir gece ayakları hava alsın diye ayakkabılarını çıkarmış. Sonra bir bakmış, ayakkabıları yok... Çalınmış yani... Korumalarla birlikte aramışlar, taramışlar... Yok... Bir türlü bulamamışlar... Barbaros Beyefendinin ayakkabılarının markası Alberto Guardi imiş. Fiyatı ise 300 Avro...
Şansal’ın şu açıklaması olmasa belki yırtacak ama mümkün mü? Dilin kemiği yok... Şöyle demiş Yamak Bey: “Birileri orayı cami zannedip, pabuç çalıyor!..”
Bu yasak ve tehlikeli biniş özendirilmiş olmuyor mu? Dahası Şehir Hatları vapurlarını işleten firma bu sahnenin çekilmesine nasıl izin verdi anlayamadım. Zira onlar bu eylemleri önlemek için çaba sarf ediyorlar. Yolcunun biniş şekli kural ihlali olduğuna göre bunun futbol karşılığı da atılan golün geçersiz sayılması olması gerekmez mi?”
Tek kelimeyle süper... Bu satırlar bana ait değil. Bir okurumuza, Yaman Öğüt imzasıyla bize yazmış olan arkadaşımıza ait. Kendisine teşekkür ediyoruz... Öte yandan şöyle çevresine; siyasetten spora, magazinden iş dünyasına, oradan medyaya bir daha dikkatlice bakmasını öneriyoruz. Adım başı başka bir kusurlu hareketle karşılaşacaktır. Örneğin tüm fosil yakıt kullanan otomobiller küresel ısınmayı tetiklemekte. Tüm elektronik aygıtların, deterjanların kanserojen yan etkisi bulunmakta. Bürokratların ve siyasilerin kahir çoğunluğu, memleketten çok bireysel çıkarlarını düşünmekte. Medyanın durumu malum... Bütün bunlarla kıyaslandığında reklam dünyamızdaki güzellik hataları çok daha masum kalabilmekte. Onun için bu hoş reklama da gülünüp geçilebilir...
Hiçbiri marka değil!
Şöhret olmakla marka olmak tartışması şu sıra yine gündemde... Seda Sayan Hanım ile Hülya Avşar Hanım arasındaki bilimsel ve düzeyli atışma “Sen kendine marka diyorsun; oysa bana halkım marka diyor!” , “Ben megamarkayım!”, “Sağdan git cüzdan bulursun” boyutundan, “Koydum mu oturturum!”, “Bir tane çarparım gider duvara yapışır!” kıvamına doğru yol almakta...
Fırsatı bulmuşken, daha iyi anlaşılmak adına biz de lafı gediğine koyalım bir kez daha. Marka olunup olunmadığının üç tane somut göstergesi vardır:
Bir: Yaptığın işten elde ettiğin gelir sürekli artıyor mu?
İki: Senin adının etrafında yapılan ek işlerden, en az kendi işin kadar gelir elde ediliyor mu?
Üç: Senin sadece adını ticari ya da sanayi bir üründe kullanabilmek için bir Allah’ın kulu çıkıp da ciddi bir rakam ödüyor mu? Ve bu ödenmek istenen rakam, yani piyasa (Pazar) değerin, giderek artıyor mu?
Bu üç sorunun üçünün de yanıtı ‘Evet’ ise sen bir marka olmaya namzetsin... Henüz namzetsin; çünkü marka olabilmenin en önemli özelliği sürdürülebilirlik’tir... Bir iki kere ‘iyi niyetli girişimler’ yetmez... “Ahmet Bey dünyaları ayaklarımın altına serer!” de olmaz...
Sürdürülebilirliği sağlamak ise şu dört alana yatırım yapmakla mümkündür: 1. İnsan kaynaklarına, 2. Ar-Ge’ye (yeni ürün geliştirme), 3. Yapısal sermayeye (kurumsallaşma), 4. Pazarlamaya (Reklam + Halkla İlişkiler)...
Üç sorunun yanıtı ‘Evet’ ise ve 4 alanın dördüne de yatırım yapabiliyorsanız, eh karada ölüm yok demektir. Elinizde bir nal vardır artık... İş, üç nal bir at bulmaya bakar... Yani yeteneğinize, kendi eğitiminize, yenilenmenize... O üç nal ve bir atı da buldunuz mu kimseler tutamaz sizi...
Bunlar olmadan ‘Marka olmaya’ kalkılmaz mı? Kalkılır... Bu biraz benim diyetisyen olmama benzer...
Güç kirlenmesi medyada göründükçe artar
Benim publicity’ye, yani medyada şu veya bu nedeni yaratıp görünme refleksine hiçbir itirazım olamaz... Bir iletişim hedefi ve stratejinin parçası değilse, hiçbir işe yaramadığını bilmeme rağmen...
Tam tersine, publicity serseri mayın gibi uygulanınca güç kirlenmesi denen ‘toplumsal enfeksiyonu’ da beraberinde getirebilir... İnsanların durduk yerde size karşı saldırgan olmasına neden olan ‘güç kirlenmesi’nin sonradan kontrolü de çok zordur...
Tanıdığım liderler arasında bu ‘kirliliği’ kontrol altına almayı başarmış üç büyük işadamı tanıdım: Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Nejat Eczacıbaşı... Vehbi Bey’in Murat marka otomobilleri tercih etmesini, Sakıp Bey’in abartılıymış gibi duran şiveli konuşmasını, Nejat Bey’in oğlu Faruk’u yıllarca Renault 9 gibi arabalara bindirmesini, çok sonra anlayabilmiştim... Mütevazılığın bir erdem olduğunu biliyorduk tabii; ancak ‘power pollution’ üzerine bir iki makale okumamıştık henüz...
Dün gazetelerde ‘Ünlü Modacı’ Yıldırım Mayruk’un Terzi Yamağı olarak kendisini lanse eden Barbaros Şansal Beyin haberini okuduğumda şu ‘güç kirlenmesi’ meselesi geldi aklıma... Haber şu Şansal, Reina’da bir gece ayakları hava alsın diye ayakkabılarını çıkarmış. Sonra bir bakmış, ayakkabıları yok... Çalınmış yani... Korumalarla birlikte aramışlar, taramışlar... Yok... Bir türlü bulamamışlar... Barbaros Beyefendinin ayakkabılarının markası Alberto Guardi imiş. Fiyatı ise 300 Avro...
Şansal’ın şu açıklaması olmasa belki yırtacak ama mümkün mü? Dilin kemiği yok... Şöyle demiş Yamak Bey: “Birileri orayı cami zannedip, pabuç çalıyor!..”