Roche 5 ay önce sürüden kopmuş
22 AĞUSTOS 2004
Tekrarlamakta yarar var. Roche’un başına gelenler konusunda adalet dağıtmak bizim haddimizi aşar. Fakat iletişimin bu dönemde nasıl yönetildiği daha doğrusu nasıl yönetilmediği hususunda görüş bildirmek boynumuzun borcu.
Konu sadece Roche’u değil sektörün tamamı ilgilendirmesine rağmen, ilaç sektörü kuruluşları ve Eczacılar Birliği ve Türk Tabipler Birliği gibi konunun bir numaralı tarafları sanki bu olay Fransa’da cereyan ediyormuş gibi davranmaktalar.
Herkes kafayı kuma gömmek için bir sebep bulmuş. Bunların en geçerlisini de İlaç İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri bana yolladığı e-postada yazmış: “Sabah Gazetesi’ndeki köşenizde Roche firmasının Sendikamız üyesi olduğu varsayılarak bazı yorumlarda bulunulmuştur. Söz konusu firmanın 19 Mart 2004 tarihinden itibaren Sendikamız üyesi olmadığını bilgilerinize sunarız. Saygılarımla. Turgut Tokgöz. İEİS Genel Sekreteri.”
Özür dilerim. Hakikaten çok özür dilerim. Çok önemli. Her ne kadar kriz bütün sektörü ilgilendirse de, Roche 5 ay önce üyelikten ayrılmış. Ben de “Konuyla ilgili olumlu ya da olumsuz bir açıklama niye yapmıyorsunuz?” diyorum. İEİS ve çevresinden çok sayıda dost aradı. Roche’un yıllardır İEİS üyesi olarak sektöre katma değer getirmiş olması, sistemin tamamının şaibe altına girmesi falan önemsiz... Roche 5 ay önce üyelikten ayrılmış... Her arayan aynı şeyi söylüyor. “Hata yaptın! Bilmen gerekirdi. Biz, sürüden ayrılma diye çok ısrar ettik. Ama o ayrıldı. 5 ay oluyor!”
“Tamam kardeşim özür dilerim. Atlamışım. 5 ay olmuş ayrılalı. Kabul. Ama kamu oyu olarak bizi aydınlatma, sistem ve oyuncuların ne durumda olduğunu anlatma göreviniz nerede kaldı?” O çevreden bu sefer bir başkası arıyor. Hem de üç kez. Üçünde de aynı şeyi söylüyor: “Hata yapmışsın ağabey. Adamlar 5 ay önce üyelikten ayrılmış!...”
Ayrıca yangın, kısa bir süre önce İEİS’de ayrılıp kendi örgütleri Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği’ni (AİFD) kurmuş olan yabancı ilaç üreticilerini sarabilecekken, onlardan tek ses tek bir nefes yok. İEİS Genel Sekreteri Turgut Bey hiç olmazsa olayı ciddiye alıp ikinci e-postada neden sustuklarına kendince bir açıklama getirmeye çalışmıış:
“Roche olayının elbette sektörümüzün tümünü ilgilendiren yönleri bulunmaktadır. Ancak bu aşamada ilgi, olayın doğrudan sıcak yönüne odaklanmış durumdadır. Böyle bir ortamda dolaylı yoldan gündeme getirilen sektörel sorunlar ile ilgili açıklama yapmak sizin de bildiğiniz üzere kamuoyunda bir algılama kargaşası yaratabilecektir. Konunun sektörün sorunlarına uzanan boyutları kamuoyunda daha sağlıklı bir algılama ortamı oluştuğunda sektöre ve kamuoyuna dönük olarak tartışılacaktır.” Vallahi bizim ‘algılama ortamımız’ hiç de fena değil; ama İEİS’in bir bildiği var herhalde...
Roche, istişarede bulunmadı. Roche kimseleri ikna edemedi. Roche ittifaklarını kuramadı... Yani 3İ’nin üçünü de yönetemedi... Üstüne üstlük, iletişim hizmeti aldığı, Türkiye’nin en iyi PR şirketlerinden bir olan ve kriz yönetimi konusunda ustalığıyla bilinen MPR’a teslim etmedi bu krizi yönetme işini...
Amca ölüm döşeğinden kurtulacak mı?
Geçen hafta Fotomaç reklamları için demişiz ki, “Basının kendisini anlatmak için yaptığı reklamlar her ne hikmetse son derece özensiz ve sıradan olabiliyor. Bu öyle değil. Bu nedenle de tartışmaya açık. Futbolda ölüm/kalım temasını konsept yapmak riskli mi riskli... Hayat bana önüme çıkan her sivriliği hemen reddetmemeyi öğretti. Bu nedenle reklam ajansının bu konuda neler diyeceğini merak ediyorum.”
Bunun üzerine Saatchi&Saatchi’nin Başkanı sevgili Zeynep Aydın aşağıdaki e-postayı göndermiş:
“Fotomaç hedef kitlesinin gözünde futbol, basketboldan, hentboldan, voleyboldan farklıdır. Bir stadyumda 90 dakika içinde olup bitenleri mantıkla açıklamak zordur. Tribündeki taraftar ‘C sosyoekonomik grubuna mensup, şehirli, erkek’ gibi örnekleyebileceğimiz demografik bir varlık olmaktan çok uzaktır. Gazetelerin gayet doyurucu spor sayfaları verdikleri Türkiye’de, bununla yetinmeyip futbol gazetesi satın alan kitle, futbolun gerçek ‘hasta’larıdır. Reklam filminde gördüğünüz durum gerçektir. Oradaki yaşlı adam birimizin dayısı, öbürünün amcası, bir diğerinin abisidir. Bu reklam filminde kendini bulmayanlar zaten hiçbir zaman Fotomaç almayacakları için, hedef kitlemiz içinde değildirler?
Ölüm döşeğindeki adamın ölmeden önce takımının maçını merak etmesi ve huzur içinde ölmesi sadece traji-komik ve kim bilir belki pek çok kez yaşanmış bir olaydır. Bu reklamda stad terörünü teşvik eden veya şiddete yönlendiren herhangi bir mesaj yoktur. Her duyarlı insan gibi biz de elbette, bu tür şiddet duygu ve davranışlarını onaylamıyoruz.
Geriye kalıyor, reklamda ölüm temasının işlenmesi? Bu da özünde, gerçek duyguların yakalanması için, hayattan gerçek bir durumun reklamda kullanılmasıdır. Ancak reklamdaki sevimli amcanın ölüp ölmediği konusunda lütfen acele karar vermeyin. Önümüzdeki günlerde, sizi ve tüm diğer televizyon izleyicilerini, bir sürpriz bekliyor olabilir?”
Zeynep Hanım’ın son cümlesi her şeyi değiştiriyor. Amcayı bir an önce ölümden kurtaracak golü attılar mı, geride kalan ‘makaber’ (ölümcül) lezzetten kurtarırlar işi. Ayrıca bu arada bakın Kerem Keskin adlı okurumuz ne hatırlatmış bize:“Liverpool efsanesini yaratan ve "Liverpool şehrinde iki büyük takım var Liverpool ve Liverpool yedekleri", "Birinciysen birincisindir, ikinciysen hiçbirşey!" diyebilecek kadar da çılgın bir teknik direktör olan Bill Shnkly kendisine yöneltilen bir soru üzerine: "Futbol yalnızca bir oyun değildir, futbol bir ölüm-kalım meselesidir!" demiştir. Fotomaç'ın da bu sözden esinlenerek reklamı çıkarttığı kanısındayım...”
Algılamalar gerçektir...
AYGAZ’ın binasının dış cephesini yenilerken iki cephesini mükemmel birer görselle süslemesinden etkilenmiş ve bir taşla bir kaç kuş vurduğunu söylemiştik. Aygaz’ın bu fırsatı değerlendirmesinden yola çıkarak HSBC’nin bombalanan binaya aynı uygulamayı yapabileceğinden söz etmiştik.
HSBC’den Grup Başkanı Sema Üstar ve Pazarlama ve İletişim Müdürü Laçin Öncel’den bir mektup aldım. Bir kere mektubu ıslak imza ve son derece ciddi bir yaklaşımla göndermeleri, ‘İlişki Yönetimi’ alanında öğrenecekleri pek bir şey olmadığını gösteriyordu. Ama ‘İletişim yönetimi’ ne durumundaydı?
İki yönetici mektuplarında HSBC’nin binayı fiilen 31 Aralık 2003’de resmen de 5 Şubat 2004’de binanın Demirbank nedeniyle sahibi durumunda bulunan BDDK’ya teslim edildiğini söylüyorlardı. Yani o binanın güç ve esenlik duyguları sergileyeceğine, yılgınlık ve keder sergilemesinin sorumluluğunun kendilerine ait olamayacaklarını ifade etmekyteydiler. Demek ki, biz o bina ile ilişkilerinin tamamen kesildiğini bilememişiz. Sadece biz mi? Sokakta100 kişiye “Bu bina kimin?”sorsak, kaç tanesi sizce hiç düşünmeden HSBC, der... Abartmamak için 100’ü de demiyorum, ama herhalde 99’u... Algılamalar gerçektir, boşuna dememişler. Pek iyi bu işin böyle algılanmasının sorumlusu kim? En azından biz değiliz herhalde...
Sakın sigarayı bırakmayın!
Böyle olacağını bilsem hiç bırakmaya kalkışır mıydım?.. Ne sabah kahvaltısının tadı kaldı; ne akşam yemeğinin tuzu. Her defasında başka bir serüven gibi yaşanan Türk kahvesi, kokusu bütün ofisi kaplayan expresso artık olsa da olur olmasa da. Aslında olmasa daha iyi olur. Çünkü hepsi tütünü çağrıştırıyor...
Sakın bırakmayın sigarayı. Çünkü hayatın anlamı kalmıyor...
O anı unutamıyorum:
- Günde üç tane sigarillos içebilir miyim doktor?
- Bir tane bile içemezsin. Dumanlı bir yerde oturman bile sakıncalı...
Buyurun... Olacak iş mi? Günde 30 tane sigarillos içerken, birden zınnk diye dur!.. Sabah kahvaltısı sonrası başını hafif döndüren günün ilk tütünü içememek insanı bütün gün gerer mi? Gerer!..
Ya çevrenizdekiler? Onlara çektirdiklerinize ne demeli. Bazen aralarında kaş göz işareti yaptıklarına tanık oluyorum. ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ gibilerinden...
Onun için siz siz olun. Tütün içeceksiniz, adam gibi için. Tütün sizi içmesin. Benim gibi tütüne köle olmayın. Yoksa kötü oluyorsunuz bıramak zorunda kalınca. Hem kendinize kötü hem de çevrenize. Siz siz olun sigarayı tütünü bırakmayın...
Naylon torbadan kurtulmak zor işmiş
Bozcaada Belediye Başkanı Mustafa Mutay’ın adaya naylon torba sokmamak için sponsorların da katılacağı bir projesi olduğundan, bunun da tüm Türkiye’ye örnek olacağından söz etmiştim. Mert Sanlı adlı okurumuz bu işi pek gerçekçi bulmammış:
“Haydi o zaman! Bozcaada’yı naylonlardan yani, Pirinç, makarna, bakliyat ambalajlarından, cips, çerez, çikolata, dondurma ambalajlarından, kağıt havlu, tuvalet kağıdı, sabun ambalajlarından, dondurulmuş gıda ambalajlarından, çöp torbalarından, kargo torbalarından, mağaza poşetlerinden, yani tüm gıda, temizlik ve tekstil sektöründen kurtaralım. Tüm Türkiye'ye ve dünyaya örnek olalım. Siz ki üretimin artışı ve dolayısıyla ekonomik gelişmenin en büyük destekçisi olan iletişim sektörünün kahramanısınız. Kurtarın Türkiye'yi bu yüklerden. Yılda 500 milyon dolardan fazla getiri sağlayan bu gereksiz malzemelerden, yüz binlerce kisiye istihdam sağlayan fabrikalardan kurtarın. Hepsinin yerine kesekağıtlarını koymaya calisin. Bu arada daha fazla ağaç dikmeyi unutmayın, ne ekerseniz onu biçersiniz çünkü. Ufak çapta kandırın milleti ne kadar da çevreciyiz diye. İnsanlara, "torbayı, çöpü, sokağa-denize değil çöp kutusuna at" diye öğretmek varken, koskoca bir sektörü çöpe atın. Hangisi daha ucuz varın siz hesaplayın. Çevreye saygılı olmayı öğretmek zor is diyorsanız, o zaman bence de naylona hayır! Sürdürülebilir kalkınma... Sürdürebilirsen... Yoksa hiç sürdürme... Hiç kalkınma... Sevgiler. Mert Sanlı”
Bir kalemde silinip atılacak görüşler değil. Mert Sanlı’ya, karaya vurmuş milyonlarca deniz yıldızını birer birer denize geri atmaya çalışan adamın hikayesini anlattım. Hani “Ne farkedecek kardeşim, bir tanesini kurtarıyorsun ama milyonlarcası ölüyor.” Adam da yerden bir tane daha alıp attıktan sonra, “Bak onun için fark etti!” demiş. Hikayeyi anlattım ama, Murat Bey’in söyledikleri de yabana atılır cinsten değil. Ne dersiniz?
Konu sadece Roche’u değil sektörün tamamı ilgilendirmesine rağmen, ilaç sektörü kuruluşları ve Eczacılar Birliği ve Türk Tabipler Birliği gibi konunun bir numaralı tarafları sanki bu olay Fransa’da cereyan ediyormuş gibi davranmaktalar.
Herkes kafayı kuma gömmek için bir sebep bulmuş. Bunların en geçerlisini de İlaç İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri bana yolladığı e-postada yazmış: “Sabah Gazetesi’ndeki köşenizde Roche firmasının Sendikamız üyesi olduğu varsayılarak bazı yorumlarda bulunulmuştur. Söz konusu firmanın 19 Mart 2004 tarihinden itibaren Sendikamız üyesi olmadığını bilgilerinize sunarız. Saygılarımla. Turgut Tokgöz. İEİS Genel Sekreteri.”
Özür dilerim. Hakikaten çok özür dilerim. Çok önemli. Her ne kadar kriz bütün sektörü ilgilendirse de, Roche 5 ay önce üyelikten ayrılmış. Ben de “Konuyla ilgili olumlu ya da olumsuz bir açıklama niye yapmıyorsunuz?” diyorum. İEİS ve çevresinden çok sayıda dost aradı. Roche’un yıllardır İEİS üyesi olarak sektöre katma değer getirmiş olması, sistemin tamamının şaibe altına girmesi falan önemsiz... Roche 5 ay önce üyelikten ayrılmış... Her arayan aynı şeyi söylüyor. “Hata yaptın! Bilmen gerekirdi. Biz, sürüden ayrılma diye çok ısrar ettik. Ama o ayrıldı. 5 ay oluyor!”
“Tamam kardeşim özür dilerim. Atlamışım. 5 ay olmuş ayrılalı. Kabul. Ama kamu oyu olarak bizi aydınlatma, sistem ve oyuncuların ne durumda olduğunu anlatma göreviniz nerede kaldı?” O çevreden bu sefer bir başkası arıyor. Hem de üç kez. Üçünde de aynı şeyi söylüyor: “Hata yapmışsın ağabey. Adamlar 5 ay önce üyelikten ayrılmış!...”
Ayrıca yangın, kısa bir süre önce İEİS’de ayrılıp kendi örgütleri Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği’ni (AİFD) kurmuş olan yabancı ilaç üreticilerini sarabilecekken, onlardan tek ses tek bir nefes yok. İEİS Genel Sekreteri Turgut Bey hiç olmazsa olayı ciddiye alıp ikinci e-postada neden sustuklarına kendince bir açıklama getirmeye çalışmıış:
“Roche olayının elbette sektörümüzün tümünü ilgilendiren yönleri bulunmaktadır. Ancak bu aşamada ilgi, olayın doğrudan sıcak yönüne odaklanmış durumdadır. Böyle bir ortamda dolaylı yoldan gündeme getirilen sektörel sorunlar ile ilgili açıklama yapmak sizin de bildiğiniz üzere kamuoyunda bir algılama kargaşası yaratabilecektir. Konunun sektörün sorunlarına uzanan boyutları kamuoyunda daha sağlıklı bir algılama ortamı oluştuğunda sektöre ve kamuoyuna dönük olarak tartışılacaktır.” Vallahi bizim ‘algılama ortamımız’ hiç de fena değil; ama İEİS’in bir bildiği var herhalde...
Roche, istişarede bulunmadı. Roche kimseleri ikna edemedi. Roche ittifaklarını kuramadı... Yani 3İ’nin üçünü de yönetemedi... Üstüne üstlük, iletişim hizmeti aldığı, Türkiye’nin en iyi PR şirketlerinden bir olan ve kriz yönetimi konusunda ustalığıyla bilinen MPR’a teslim etmedi bu krizi yönetme işini...
Amca ölüm döşeğinden kurtulacak mı?
Geçen hafta Fotomaç reklamları için demişiz ki, “Basının kendisini anlatmak için yaptığı reklamlar her ne hikmetse son derece özensiz ve sıradan olabiliyor. Bu öyle değil. Bu nedenle de tartışmaya açık. Futbolda ölüm/kalım temasını konsept yapmak riskli mi riskli... Hayat bana önüme çıkan her sivriliği hemen reddetmemeyi öğretti. Bu nedenle reklam ajansının bu konuda neler diyeceğini merak ediyorum.”
Bunun üzerine Saatchi&Saatchi’nin Başkanı sevgili Zeynep Aydın aşağıdaki e-postayı göndermiş:
“Fotomaç hedef kitlesinin gözünde futbol, basketboldan, hentboldan, voleyboldan farklıdır. Bir stadyumda 90 dakika içinde olup bitenleri mantıkla açıklamak zordur. Tribündeki taraftar ‘C sosyoekonomik grubuna mensup, şehirli, erkek’ gibi örnekleyebileceğimiz demografik bir varlık olmaktan çok uzaktır. Gazetelerin gayet doyurucu spor sayfaları verdikleri Türkiye’de, bununla yetinmeyip futbol gazetesi satın alan kitle, futbolun gerçek ‘hasta’larıdır. Reklam filminde gördüğünüz durum gerçektir. Oradaki yaşlı adam birimizin dayısı, öbürünün amcası, bir diğerinin abisidir. Bu reklam filminde kendini bulmayanlar zaten hiçbir zaman Fotomaç almayacakları için, hedef kitlemiz içinde değildirler?
Ölüm döşeğindeki adamın ölmeden önce takımının maçını merak etmesi ve huzur içinde ölmesi sadece traji-komik ve kim bilir belki pek çok kez yaşanmış bir olaydır. Bu reklamda stad terörünü teşvik eden veya şiddete yönlendiren herhangi bir mesaj yoktur. Her duyarlı insan gibi biz de elbette, bu tür şiddet duygu ve davranışlarını onaylamıyoruz.
Geriye kalıyor, reklamda ölüm temasının işlenmesi? Bu da özünde, gerçek duyguların yakalanması için, hayattan gerçek bir durumun reklamda kullanılmasıdır. Ancak reklamdaki sevimli amcanın ölüp ölmediği konusunda lütfen acele karar vermeyin. Önümüzdeki günlerde, sizi ve tüm diğer televizyon izleyicilerini, bir sürpriz bekliyor olabilir?”
Zeynep Hanım’ın son cümlesi her şeyi değiştiriyor. Amcayı bir an önce ölümden kurtaracak golü attılar mı, geride kalan ‘makaber’ (ölümcül) lezzetten kurtarırlar işi. Ayrıca bu arada bakın Kerem Keskin adlı okurumuz ne hatırlatmış bize:“Liverpool efsanesini yaratan ve "Liverpool şehrinde iki büyük takım var Liverpool ve Liverpool yedekleri", "Birinciysen birincisindir, ikinciysen hiçbirşey!" diyebilecek kadar da çılgın bir teknik direktör olan Bill Shnkly kendisine yöneltilen bir soru üzerine: "Futbol yalnızca bir oyun değildir, futbol bir ölüm-kalım meselesidir!" demiştir. Fotomaç'ın da bu sözden esinlenerek reklamı çıkarttığı kanısındayım...”
Algılamalar gerçektir...
AYGAZ’ın binasının dış cephesini yenilerken iki cephesini mükemmel birer görselle süslemesinden etkilenmiş ve bir taşla bir kaç kuş vurduğunu söylemiştik. Aygaz’ın bu fırsatı değerlendirmesinden yola çıkarak HSBC’nin bombalanan binaya aynı uygulamayı yapabileceğinden söz etmiştik.
HSBC’den Grup Başkanı Sema Üstar ve Pazarlama ve İletişim Müdürü Laçin Öncel’den bir mektup aldım. Bir kere mektubu ıslak imza ve son derece ciddi bir yaklaşımla göndermeleri, ‘İlişki Yönetimi’ alanında öğrenecekleri pek bir şey olmadığını gösteriyordu. Ama ‘İletişim yönetimi’ ne durumundaydı?
İki yönetici mektuplarında HSBC’nin binayı fiilen 31 Aralık 2003’de resmen de 5 Şubat 2004’de binanın Demirbank nedeniyle sahibi durumunda bulunan BDDK’ya teslim edildiğini söylüyorlardı. Yani o binanın güç ve esenlik duyguları sergileyeceğine, yılgınlık ve keder sergilemesinin sorumluluğunun kendilerine ait olamayacaklarını ifade etmekyteydiler. Demek ki, biz o bina ile ilişkilerinin tamamen kesildiğini bilememişiz. Sadece biz mi? Sokakta100 kişiye “Bu bina kimin?”sorsak, kaç tanesi sizce hiç düşünmeden HSBC, der... Abartmamak için 100’ü de demiyorum, ama herhalde 99’u... Algılamalar gerçektir, boşuna dememişler. Pek iyi bu işin böyle algılanmasının sorumlusu kim? En azından biz değiliz herhalde...
Sakın sigarayı bırakmayın!
Böyle olacağını bilsem hiç bırakmaya kalkışır mıydım?.. Ne sabah kahvaltısının tadı kaldı; ne akşam yemeğinin tuzu. Her defasında başka bir serüven gibi yaşanan Türk kahvesi, kokusu bütün ofisi kaplayan expresso artık olsa da olur olmasa da. Aslında olmasa daha iyi olur. Çünkü hepsi tütünü çağrıştırıyor...
Sakın bırakmayın sigarayı. Çünkü hayatın anlamı kalmıyor...
O anı unutamıyorum:
- Günde üç tane sigarillos içebilir miyim doktor?
- Bir tane bile içemezsin. Dumanlı bir yerde oturman bile sakıncalı...
Buyurun... Olacak iş mi? Günde 30 tane sigarillos içerken, birden zınnk diye dur!.. Sabah kahvaltısı sonrası başını hafif döndüren günün ilk tütünü içememek insanı bütün gün gerer mi? Gerer!..
Ya çevrenizdekiler? Onlara çektirdiklerinize ne demeli. Bazen aralarında kaş göz işareti yaptıklarına tanık oluyorum. ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ gibilerinden...
Onun için siz siz olun. Tütün içeceksiniz, adam gibi için. Tütün sizi içmesin. Benim gibi tütüne köle olmayın. Yoksa kötü oluyorsunuz bıramak zorunda kalınca. Hem kendinize kötü hem de çevrenize. Siz siz olun sigarayı tütünü bırakmayın...
Naylon torbadan kurtulmak zor işmiş
Bozcaada Belediye Başkanı Mustafa Mutay’ın adaya naylon torba sokmamak için sponsorların da katılacağı bir projesi olduğundan, bunun da tüm Türkiye’ye örnek olacağından söz etmiştim. Mert Sanlı adlı okurumuz bu işi pek gerçekçi bulmammış:
“Haydi o zaman! Bozcaada’yı naylonlardan yani, Pirinç, makarna, bakliyat ambalajlarından, cips, çerez, çikolata, dondurma ambalajlarından, kağıt havlu, tuvalet kağıdı, sabun ambalajlarından, dondurulmuş gıda ambalajlarından, çöp torbalarından, kargo torbalarından, mağaza poşetlerinden, yani tüm gıda, temizlik ve tekstil sektöründen kurtaralım. Tüm Türkiye'ye ve dünyaya örnek olalım. Siz ki üretimin artışı ve dolayısıyla ekonomik gelişmenin en büyük destekçisi olan iletişim sektörünün kahramanısınız. Kurtarın Türkiye'yi bu yüklerden. Yılda 500 milyon dolardan fazla getiri sağlayan bu gereksiz malzemelerden, yüz binlerce kisiye istihdam sağlayan fabrikalardan kurtarın. Hepsinin yerine kesekağıtlarını koymaya calisin. Bu arada daha fazla ağaç dikmeyi unutmayın, ne ekerseniz onu biçersiniz çünkü. Ufak çapta kandırın milleti ne kadar da çevreciyiz diye. İnsanlara, "torbayı, çöpü, sokağa-denize değil çöp kutusuna at" diye öğretmek varken, koskoca bir sektörü çöpe atın. Hangisi daha ucuz varın siz hesaplayın. Çevreye saygılı olmayı öğretmek zor is diyorsanız, o zaman bence de naylona hayır! Sürdürülebilir kalkınma... Sürdürebilirsen... Yoksa hiç sürdürme... Hiç kalkınma... Sevgiler. Mert Sanlı”
Bir kalemde silinip atılacak görüşler değil. Mert Sanlı’ya, karaya vurmuş milyonlarca deniz yıldızını birer birer denize geri atmaya çalışan adamın hikayesini anlattım. Hani “Ne farkedecek kardeşim, bir tanesini kurtarıyorsun ama milyonlarcası ölüyor.” Adam da yerden bir tane daha alıp attıktan sonra, “Bak onun için fark etti!” demiş. Hikayeyi anlattım ama, Murat Bey’in söyledikleri de yabana atılır cinsten değil. Ne dersiniz?