Sıradanlıkla bir yere varmak mümkün değil
02 TEMMUZ 2010
Dün davet büyük yerdendi… Cumhurbaşkanlığı’nın Tarabya’daki yazlık konutuna doğru çıkan yokuşa sapmak için Kalender Orduevi’nin hemen yanı başından sağa kıvrılmanız gerekiyor… Mükemmel bir girişi var konutun… Bir gurur abidesi… Müthiş bakımlı… Bir büyük ülkenin devlet başkanının ‘yazlık’ çalışma mekânına ve konutuna geldiğinizi hissediyorsunuz.
Çankaya’dan en önemli üç farkı var mekânın. Bir: Güvenlik, ‘kör kör parmağım gözüne’ kafanıza kakılmıyor. Hissetmiyorsunuz bile… Büyük olasılıkla Boğaz sahilinden başlamak üzere metre metre denetleniyordu gelen giden… Ama çaktırmadan… En iyi güvenlik önlemi, ziyaretçiye fark ettirmeden kuş uçurtmayanı değil midir?… İşte bu nedenle, atmosfer son derece sivil bir algı bırakıyor… İki: Etraf devlet devlet kokmuyor… Kapıdaki tek bir polis dışında bir tane bile resmi giysili ‘kolluk kuvvetine’ rastlamadım… Üç: Ve binanın içi… Mimarisi, panoramik boğaz manzarası ve her santimetrekaresinden üst düzeyde kalite fışkıran ‘finishing’ anlayışı…
***
İlk izlenimimi bu kadar ayrıntılı yazmamın nedeni çok basit. Devletin en üst kademesindeki anlayışın yaşam kültürüne yansıma şekli, bir vatandaş olarak beni çok etkiledi. Gelecekle ilgili daha da umutlandırdı…
Cumhurbaşkanı, Türkiye’de siyasi iletişimde “İstişare – İkna – İttifak” (3 İ) üçgenini uygulamayı en iyi bilen siyasetçi / devlet adamlarından biridir. Görüşmenin özünü istişare oluşturuyordu zaten… Onun liderliğinde zaten hayata geçirilmeye başlanmış olan, bizim de burada sık sık değindiğimiz Türkiye markası çalışmaları çerçevesinde küçük bir ufuk turu yaptık… Sohbetin girişini de Türkiye’de iyi iş yapanların “gereken takdiri görmek bir yana, horlanmalarının” arkasında yatabilecek nedenler oluşturuyordu…
Biraz da belki haddimi aşarak dünyada herkesin karşısında olmasına rağmen tüm sistemlere, ideolojilere ve yönetimlere karşı kendisini koruyagelen kapitalizmin ve onun siyasi uzantısı olarak vasatlığın (médiocre) eleştirel bir tavır getirdiği üç anlayışın altını çizmeye çalıştım…
Pek çok medeniyetin kültür ve değerler düzeyinde temelini teşkil eden eski Yunan ve Doğu Mistiklerinin (tasavvuf dünyasının) yücelttiği üç yaşam alanı neydi? Bunların yerine, kapitalizmle birlikte vidaya diş attırır gibi hangi anlayış monte edilmeye çalışılıyordu?
***
Bir: İlim, irfan, sanat… Oysa günümüzde yüceltilen neydi? Para ve iktidar… İlim, irfan ve sanatla uğraşanlar ancak paranın yanında ve içinde yer alıyorlarsa adam yerine konuyorlar; almıyorlarsa ‘tu kaka’ ediliyorlardı.
İki: Yaşam kalitesi… İyiyi ve güzeli insanın hakkı olarak görme meselesi… Oysa günümüz insanına ‘reva’ görülen sadece ne olursa olsun tüketimdi; kalite değil… Eski binaların dış cephelerinin o kadar özenli olmasına, fonksiyona hizmet etmeyen ‘hoşluğun’ yaşamımızda ‘gezinmesine’, Osmanlı padişahlarının yaşadıkları ortamın müthiş bir nezahet ve zevk düzeyine ulaşmasına şaşırır hale gelmiştik… Hayatımızı varsa yoksa bir sıradanlıktır kaplamıştı…
Üç: Adalet duygusu… Kadim ve ilahi olan ‘adalet’ anlayışı yerine, hayatın hiçbir yerinde izlerine dahi rastlanmayan ‘eşitlik’ duygusunu zorla monte etmeye çalışmıştık…
Bu üç alandaki anlayışların aralarındaki uçurum ne kadar açıksa, o toplumda vasatlık da o kadar hâkimdi; vasatlığın hakim olduğu yerde ise onun üzerine çıkmaya çalışan herkes o düzen içinde olumsuzlanmaya mahkumdu…
***
Çalışma masamın tam arkasında duran bir Albert Einstein posterinde düşünürün şu ‘aforizması’ yer alıyor: “Büyük ruhlar daima vasat beyinli muhaliflerin şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar” (İnternetten araştırmak isteyenler için: Great spirits have always encountered violent opposition from mediocre minds)…
Cumhurbaşkanı’nın da haklı olarak altını çizdiği husus çok yalındı: Türkiye’den çıkan /çıkacak olan markalar Türkiye markasını aşamaz. Türk markaları ancak Türkiye markası kadar güçlüdür… Burada vasatlıktan kurtulmanın ve kamuoyuyla bütünleşmenin yollarının aranması gerekir… Devlet – devlet ilişkilerinin çok üstündedir bu yol ve kısa zamanda etkisini gösterir…
Cumhurbaşkanı örnek olarak hemen önümüzdeki manzaraya; Boğazlarımıza getirdi konuyu… Meksika körfezinde, dünya üzerinde canlılığı tehdit eden felakete seyirci kalmamalıydık; sadece seyirci kalmamakla kalmayıp, İstanbul Boğazını tehdit eden tankerleri de gündeme taşımalıydık… Hem de bunu zamanı geçmeden yapmalıydık…
Cumhurbaşkanlığı bugün hâlâ Türkiye’nin en güvenilir kurumlarının başında geliyor. Herkesin tam mutabakatını almış tek makam. Türkiye’nin gelecek tasarımını tartışmak,Türkiye markasını adam gibi yönetmek, milli kültür politikasını belirlemek ve ona yatırım yapmak için şartlar ortada. Cumhurbaşkanı bu şartları geliştirmeye hazır… İş üç nalla bir ata kalmış yani: Bizlere… Meslekî deyişle ‘kanaat önderleri ve etkileyicilere’…
Çankaya’dan en önemli üç farkı var mekânın. Bir: Güvenlik, ‘kör kör parmağım gözüne’ kafanıza kakılmıyor. Hissetmiyorsunuz bile… Büyük olasılıkla Boğaz sahilinden başlamak üzere metre metre denetleniyordu gelen giden… Ama çaktırmadan… En iyi güvenlik önlemi, ziyaretçiye fark ettirmeden kuş uçurtmayanı değil midir?… İşte bu nedenle, atmosfer son derece sivil bir algı bırakıyor… İki: Etraf devlet devlet kokmuyor… Kapıdaki tek bir polis dışında bir tane bile resmi giysili ‘kolluk kuvvetine’ rastlamadım… Üç: Ve binanın içi… Mimarisi, panoramik boğaz manzarası ve her santimetrekaresinden üst düzeyde kalite fışkıran ‘finishing’ anlayışı…
***
İlk izlenimimi bu kadar ayrıntılı yazmamın nedeni çok basit. Devletin en üst kademesindeki anlayışın yaşam kültürüne yansıma şekli, bir vatandaş olarak beni çok etkiledi. Gelecekle ilgili daha da umutlandırdı…
Cumhurbaşkanı, Türkiye’de siyasi iletişimde “İstişare – İkna – İttifak” (3 İ) üçgenini uygulamayı en iyi bilen siyasetçi / devlet adamlarından biridir. Görüşmenin özünü istişare oluşturuyordu zaten… Onun liderliğinde zaten hayata geçirilmeye başlanmış olan, bizim de burada sık sık değindiğimiz Türkiye markası çalışmaları çerçevesinde küçük bir ufuk turu yaptık… Sohbetin girişini de Türkiye’de iyi iş yapanların “gereken takdiri görmek bir yana, horlanmalarının” arkasında yatabilecek nedenler oluşturuyordu…
Biraz da belki haddimi aşarak dünyada herkesin karşısında olmasına rağmen tüm sistemlere, ideolojilere ve yönetimlere karşı kendisini koruyagelen kapitalizmin ve onun siyasi uzantısı olarak vasatlığın (médiocre) eleştirel bir tavır getirdiği üç anlayışın altını çizmeye çalıştım…
Pek çok medeniyetin kültür ve değerler düzeyinde temelini teşkil eden eski Yunan ve Doğu Mistiklerinin (tasavvuf dünyasının) yücelttiği üç yaşam alanı neydi? Bunların yerine, kapitalizmle birlikte vidaya diş attırır gibi hangi anlayış monte edilmeye çalışılıyordu?
***
Bir: İlim, irfan, sanat… Oysa günümüzde yüceltilen neydi? Para ve iktidar… İlim, irfan ve sanatla uğraşanlar ancak paranın yanında ve içinde yer alıyorlarsa adam yerine konuyorlar; almıyorlarsa ‘tu kaka’ ediliyorlardı.
İki: Yaşam kalitesi… İyiyi ve güzeli insanın hakkı olarak görme meselesi… Oysa günümüz insanına ‘reva’ görülen sadece ne olursa olsun tüketimdi; kalite değil… Eski binaların dış cephelerinin o kadar özenli olmasına, fonksiyona hizmet etmeyen ‘hoşluğun’ yaşamımızda ‘gezinmesine’, Osmanlı padişahlarının yaşadıkları ortamın müthiş bir nezahet ve zevk düzeyine ulaşmasına şaşırır hale gelmiştik… Hayatımızı varsa yoksa bir sıradanlıktır kaplamıştı…
Üç: Adalet duygusu… Kadim ve ilahi olan ‘adalet’ anlayışı yerine, hayatın hiçbir yerinde izlerine dahi rastlanmayan ‘eşitlik’ duygusunu zorla monte etmeye çalışmıştık…
Bu üç alandaki anlayışların aralarındaki uçurum ne kadar açıksa, o toplumda vasatlık da o kadar hâkimdi; vasatlığın hakim olduğu yerde ise onun üzerine çıkmaya çalışan herkes o düzen içinde olumsuzlanmaya mahkumdu…
***
Çalışma masamın tam arkasında duran bir Albert Einstein posterinde düşünürün şu ‘aforizması’ yer alıyor: “Büyük ruhlar daima vasat beyinli muhaliflerin şiddetli muhalefetiyle karşılaşırlar” (İnternetten araştırmak isteyenler için: Great spirits have always encountered violent opposition from mediocre minds)…
Cumhurbaşkanı’nın da haklı olarak altını çizdiği husus çok yalındı: Türkiye’den çıkan /çıkacak olan markalar Türkiye markasını aşamaz. Türk markaları ancak Türkiye markası kadar güçlüdür… Burada vasatlıktan kurtulmanın ve kamuoyuyla bütünleşmenin yollarının aranması gerekir… Devlet – devlet ilişkilerinin çok üstündedir bu yol ve kısa zamanda etkisini gösterir…
Cumhurbaşkanı örnek olarak hemen önümüzdeki manzaraya; Boğazlarımıza getirdi konuyu… Meksika körfezinde, dünya üzerinde canlılığı tehdit eden felakete seyirci kalmamalıydık; sadece seyirci kalmamakla kalmayıp, İstanbul Boğazını tehdit eden tankerleri de gündeme taşımalıydık… Hem de bunu zamanı geçmeden yapmalıydık…
Cumhurbaşkanlığı bugün hâlâ Türkiye’nin en güvenilir kurumlarının başında geliyor. Herkesin tam mutabakatını almış tek makam. Türkiye’nin gelecek tasarımını tartışmak,Türkiye markasını adam gibi yönetmek, milli kültür politikasını belirlemek ve ona yatırım yapmak için şartlar ortada. Cumhurbaşkanı bu şartları geliştirmeye hazır… İş üç nalla bir ata kalmış yani: Bizlere… Meslekî deyişle ‘kanaat önderleri ve etkileyicilere’…