Sabah, kendisini bağlıyor!
21 ARALIK 2003
Neredeyse her pazartesi evden çıkarken kendi kendime söz veriyorum: “Bugün başlıyorum. Sıkı rejim ve hedef 3 ayda 10 kilo!” Öğlen yemeğinden ya da en geç akşam yemeğinden sonra birden fark ediyorum. Ne söz kalmış ne hedef... Ama sorun yok. Çünkü kol kırılıp yen içinde kalmış. Oysa kendime verdiğim sözü herkese ilan etsem. Öyle gazetede yazarak değil. TV’lerden avazım çıktığı kadar bağırarak. Sonra da tutamasam... Anında itibarımı kaybederim, değil mi? Arkamdan da güler geçerler...
Cuma akşamı Sabah’ın 10’uncu katındaki toplantı salonunda gazetenin yeni reklam filmlerini izliyoruz.
Kelimenin tam anlamıyla “Bir Sinan Çetin yapımı”. Üç değişik film. Üçü de birbirinden iddialı ve çarpıcı. İşin ilginç yanı hiçbiri bence reklam filmi değil. Üçü de birer ‘adanmışlık’ filmi. Amerikan kültürlü iş dünyasında ‘commitment’ denen türden. Üçünü peşpeşe izleyince hemen fark edeceksiniz: Sabah kendisini ‘bağlıyor’. Topluma açık ve net bir söz veriyor. Bir tür manifesto.
Çetin’in yönettiği birinci filmde deniyor ki, “Biz yalan haber yapmayacağız! Kimseye çamur atmayacağız! Suçluluğu kanıtlanana kadar kimseyi suçlu ilan etmeyeceğiz! Meslek ilkelerine sonuna kadar uyacağız”... Yani mahkeme kararı yoksa, “Katil yakalandı!” ya da “İşte hortumcu işadamı!” başlığını Sabah’da göremeyeceğiz...
İkinci filmin yönetmeni Sinan Çetin’in Plato’sundan Barış Denge. Verdiği söz ise ilginçlik üzerine. Üç film de iyi ama bence içlerinde en sıcak olanı bu ikincisi. Tek kelime söz yok. Müzik de yok. Sonunda mesaj da yok. Bir çift pencere önündeki kanepelerinde oturmuş gazete okuyorlar. Camdan ağaçlar gözüküyor. Kuş seslerinden başka bir ses yok ortalıkta. Erkek Sabah’ı, Kadın Günaydın’ı okuyor. Ne var bunda, diyeceksiniz. İzleyin, ne olduğunu göreceksiniz...
Üçüncü film yine Plato’dan Volkan Duran’a ait. Sabah’ın tek renkli değil, ‘çok renkli’ olacağı sözünü veriyor. Tek bir siyasi partiyi tutmayacak. Bir futbol takımından yana olmayacak. Sadece bir başkan adayına ‘kıyak’ yapmayacak vs...
Bunları söylemezsen, ya da okurların gözüne sokmadan dostlar alışverişte görsün misali, ‘kalite sözümüz’ gibi şirket duvarlarına asar, web sitesine yerleştirirsen pek sorun çıkmaz. Bir sorun çıktı mı, “Şeytan doldurmuş... Hay Allah arkadaşlar yapmış...” der geçersin. Ama kendini bağladığın ilkeleri günlerce TV’lerden bağırırsan, herkes sana hesap sorar. En küçük hatan dev aynasında gösterilir.
Filmleri izledikten sonra Genel Yayın Yönetmenimiz Ergun Babahan’a dönüp “Bundan sonra işin kolay olmayacak” dedim. O da “Bir senedir buna hazırlandık. Bundan sonra karada ölüm yok!” diye cevap verdi. Bence iş o kadar da kolay değil. Üreten adam hata yapar. Burada kritik nokta, ‘sürçü ilan eylenirse’ yapılan hatayı açık yüreklilikle kabullenmek, okurla paylaşmak ve ondan ve taraflardan özür dilemektir. O zaman Sabah daha da büyür...
Daha önce de yazmıştım Sabah üst yönetimi medya sektörünün yerlerde sürünen itibar düzeyini de dikkate alarak, saygınlığı artırmak için kendisine 3 yıllık bir hedef koymuştu. Bu geçen yıldı. Aradan geçen zaman içinde alınan son derece olumlu mesafe araştırmalarda ortaya çıkıyor. Sabah yönetimi şimdi bu filmlerle sanki hedefi daha da öne çekmeye çalışıyor. Ve ok yaydan çıkıyor... Haydi hayırlısı...
Vakko’nun Almanya çıkarması
Vakko yine 12’den vurmuş. Hamburg’da mağaza açmış. Mağazanın fotoğraflarını ve Alman gazetelerinde çıkan haberlerin kupürlerini göndermişler. Göğsüm kabardı. Alman basınında bu kadar etki yaratmak kolay değildir.
Sinan Yaman’ın o ilginç lafı geldi yine aklıma: Hazır, Hızır, Huzur... Hazırlığını doğru yaparsan Hızır yetişir. Hızır yetişirse Huzur bulursun... Vakko bu mağaza için bir yıldır hazırlanıyormuş. Ağır emek ve planlama varmış işin arkasında. Bu tutarsa Almanya’nın diğer kentlerinde de yatırım yapacaklarmış. Türkiye’den ‘marka’ mı çıkıyor yoksa?...
Yassu bre Tike!
Vakko’nun Almanya girişiminden sonra bir başka marka adayımız daha Avrupa yoluna çıkıyor: Tike. İlk yurtdışı şubesi Atina’da açılıyor. Kentin en güzel yerlerinden Kifisia’da.
“Alt tarafı kebapçı” diye düşünenler olmuştu başlangıçta. Oysa kebabın özünü kaybetmeden, onu modern bir yaşam biçiminin içine monte etmeyi başardılar. Anadolu Ateşi, eski adıyla Sultance of the Dance’in yaptığı gibi...
Mehmet Ali Burduroğlu ve ortakları Ferhat Yeşilfırat , Orhan Tekin , Seha Tekin sürekli ve sağlıklı büyümeden yana. 5 yıl içinde Levent, Şaşkınbakkal, Güneşli, Nişantaşı, Ankara ve Bodrum’da açılan şubelerde yönetici ortaklarıyla büyümüşler. Toplam 1 milyon 100 bin onların deyimiyle ‘misafir’ ağırlamışlar. Gelecek yıl 350 bin kişi bekliyorlar. Toplam 198 kişi çalışıyormuş sistemde. Atina’da 7’si Türkiye’den 30 kişi görev yapacakmış. Kifisia şubesinin yönetici ise bir Türk: Verda Saral.
Aşçılar aylardır Adana’da eğitim alıyorlarmış. Yani Türkiye’deki şubeleri zayıflatmak yok. Nisan 2004’de Kemerburgaz, 2004 sonuna doğru da Avrupa’da yeni bir şube hedeflerinin arasında. Burduroğlu heyecanlı: “Ülkelerin ve kültürlerin güzelliklerinin en iyi ve etkili şekilde müzik, sanat, sportif başarılar, moda alanındaki markalar vb araçlarla anlatılabileceği görüşündeyiz. Tike bu yolda cesur bir adım atmıştır. Ülkemiz için atılan bu adımdan haklı bir heyecan ve gurur duymaktayız.”
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersiniz ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Seçkin misiniz?
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
Yahu bugünün Türkiye’sinde kim kendisinin “Seçkin” diye anılmasından hoşlanır. Onca sözde seçkinin hazin sonu ortadayken...
Katılın kazanın!
Geçen haftanın iletişim sorusu şöyleydi: ““Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
Gelen 80 yanıtın içinde en etkili olanı İzmit’den yazan Faruk Kargı’ya aitti:
“Bunun en önemli nedeni bazı medyanın yanlı, taraflı haber yapmasıdır. Kamuoyu her haberin doğru olmadığını her medyanın doğru haber yazmadığını senaryolar ürettiğini çok iyi biliyor. Kamuoyu; Usame Bin Ladin'in ,El Kaide'nin Afgan-Rus Savaşı sırasında ABD tarafından Ruslara karşı kurulduğunu da, kullanıldığını da çok iyi biliyor. Halk ABD'nin Dünya üzerinde çıkar çabasını ve emperyalist düşüncelerini iyi kavradığı için aksini iddia eden kurumlara ve haberlere inanmıyor. Medya'ya karşı inançsızlığa da medyanın yine kendisinin sebep olduğu inancındayım çünkü; bir kısım medyanın yıllarca kamuoyunu yalan haberlerle kandırdığını
bütün kamuoyu gördü. Atalarımız ne güzel söylemiş "Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar."
Bu haftaki yarışmanın sponsoru Baltaş-Baltaş Yönetim Eğitim Danışmanlık birinci gelen Kargı’ya 8 kitaplık bir set armağan ediyor. Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar, Onur Kılıçlar, Önder Toptan, Ahmet Gezgin, Serdar Kâhya, Mehmet Çoğal da Prof. Dr. Acar Baltaş ve Prof. Dr. Zuhal Baltaş’ın “Stres ve Başa Çıkma Yolları” adlı kitabını kazandılar. Kutlarım. Bu yarışma, armağan vermek isteyen her sponsora açık...
Bu haftanın sorusuna gelince: “Fatih Terim, özellikle yalan haber yazdıklarını düşündüğü iki gazeteciyi kulüpten kovdurması ve takımın başarısızlığı nedeniyle ciddi eleştirilere neden oluyor. Siz Galatasaray Kulübünün iletişimini yönetiyor olsaydınız, Fatih Terim için nasıl bir kriz iletişimi planlaması hazırlardınız.” Herkesin eleştirirken bir fikri vardır ya... Bakalım Terim’e yardımcı olacak hangi iletişim fikirleri gelecek? Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
Yılbaşı hediyeleri imha kriterleri!
Yılbaşı yaklaşıyor ya, yine tebrik trafiği hızlandı. Ben de gerilmeye başladım. Kendimce 7 kritere göre imha yöntemi belirledim. Belki sizin de işinize yarar:
1. İnternetten araklanmış fabrika çıkışı dijital tebrik kartlarını okumadan çöpe atıyorum. 2. İçine benim de e-posta adresim yerleştirilmiş, toplu adreslere gönderilen tebriklere bakmadan bir klikle yok ediyorum. 3. Asistanıma, sağ üst köşesine kart zımbalanmış, hiçbir şahsi not yazılmamış tebrik kartlarını hiç bana göstermeden yok etmesi talimatını verdim. 4. Üstünde kuru kartla gelen standart yılbaşı sepetleri, kimin gönderdiği not edilmeden ihtiyaç sahibi yoksullara gidiyor 5. Benim adımla bana özel yazılmamış tüm SMS mesajları okunmadan çöpe gidiyor. 6. Armağan ne kadar şık olursa olsun, içinde şahsi, el yazısı ile yazılmış not yoksa, nezdimde hiçbir kıymeti yok. Doğru ihtiyaç sahiplerine. 7. Koku gibi, yiyecek gibi, içki gibi benim özel tercihlerim bilinmeden yollanmış her armağanda 6’ıncı madde devreye giriyor...
Bu arada çok hoş armağanlar aldığımı da söylemeliyim. Arçelik’den Ömer Kayalıoğlu’nun yolladığı ve içinde TEMA Vakfı’nın doğal ürünlerini taşıyan kutudan, Garanti Emeklilik’in toplantısında dağıttığı metal stres toplarından, Cem Hakko’nun gönderdiği ‘sihirli cüzdandan’ ve Tween’in gönderdiği, mis gibi kokan, rengârenk ve çok güzel zıplayan 13 minik topundan çok etkilendim.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Cuma akşamı Sabah’ın 10’uncu katındaki toplantı salonunda gazetenin yeni reklam filmlerini izliyoruz.
Kelimenin tam anlamıyla “Bir Sinan Çetin yapımı”. Üç değişik film. Üçü de birbirinden iddialı ve çarpıcı. İşin ilginç yanı hiçbiri bence reklam filmi değil. Üçü de birer ‘adanmışlık’ filmi. Amerikan kültürlü iş dünyasında ‘commitment’ denen türden. Üçünü peşpeşe izleyince hemen fark edeceksiniz: Sabah kendisini ‘bağlıyor’. Topluma açık ve net bir söz veriyor. Bir tür manifesto.
Çetin’in yönettiği birinci filmde deniyor ki, “Biz yalan haber yapmayacağız! Kimseye çamur atmayacağız! Suçluluğu kanıtlanana kadar kimseyi suçlu ilan etmeyeceğiz! Meslek ilkelerine sonuna kadar uyacağız”... Yani mahkeme kararı yoksa, “Katil yakalandı!” ya da “İşte hortumcu işadamı!” başlığını Sabah’da göremeyeceğiz...
İkinci filmin yönetmeni Sinan Çetin’in Plato’sundan Barış Denge. Verdiği söz ise ilginçlik üzerine. Üç film de iyi ama bence içlerinde en sıcak olanı bu ikincisi. Tek kelime söz yok. Müzik de yok. Sonunda mesaj da yok. Bir çift pencere önündeki kanepelerinde oturmuş gazete okuyorlar. Camdan ağaçlar gözüküyor. Kuş seslerinden başka bir ses yok ortalıkta. Erkek Sabah’ı, Kadın Günaydın’ı okuyor. Ne var bunda, diyeceksiniz. İzleyin, ne olduğunu göreceksiniz...
Üçüncü film yine Plato’dan Volkan Duran’a ait. Sabah’ın tek renkli değil, ‘çok renkli’ olacağı sözünü veriyor. Tek bir siyasi partiyi tutmayacak. Bir futbol takımından yana olmayacak. Sadece bir başkan adayına ‘kıyak’ yapmayacak vs...
Bunları söylemezsen, ya da okurların gözüne sokmadan dostlar alışverişte görsün misali, ‘kalite sözümüz’ gibi şirket duvarlarına asar, web sitesine yerleştirirsen pek sorun çıkmaz. Bir sorun çıktı mı, “Şeytan doldurmuş... Hay Allah arkadaşlar yapmış...” der geçersin. Ama kendini bağladığın ilkeleri günlerce TV’lerden bağırırsan, herkes sana hesap sorar. En küçük hatan dev aynasında gösterilir.
Filmleri izledikten sonra Genel Yayın Yönetmenimiz Ergun Babahan’a dönüp “Bundan sonra işin kolay olmayacak” dedim. O da “Bir senedir buna hazırlandık. Bundan sonra karada ölüm yok!” diye cevap verdi. Bence iş o kadar da kolay değil. Üreten adam hata yapar. Burada kritik nokta, ‘sürçü ilan eylenirse’ yapılan hatayı açık yüreklilikle kabullenmek, okurla paylaşmak ve ondan ve taraflardan özür dilemektir. O zaman Sabah daha da büyür...
Daha önce de yazmıştım Sabah üst yönetimi medya sektörünün yerlerde sürünen itibar düzeyini de dikkate alarak, saygınlığı artırmak için kendisine 3 yıllık bir hedef koymuştu. Bu geçen yıldı. Aradan geçen zaman içinde alınan son derece olumlu mesafe araştırmalarda ortaya çıkıyor. Sabah yönetimi şimdi bu filmlerle sanki hedefi daha da öne çekmeye çalışıyor. Ve ok yaydan çıkıyor... Haydi hayırlısı...
Vakko’nun Almanya çıkarması
Vakko yine 12’den vurmuş. Hamburg’da mağaza açmış. Mağazanın fotoğraflarını ve Alman gazetelerinde çıkan haberlerin kupürlerini göndermişler. Göğsüm kabardı. Alman basınında bu kadar etki yaratmak kolay değildir.
Sinan Yaman’ın o ilginç lafı geldi yine aklıma: Hazır, Hızır, Huzur... Hazırlığını doğru yaparsan Hızır yetişir. Hızır yetişirse Huzur bulursun... Vakko bu mağaza için bir yıldır hazırlanıyormuş. Ağır emek ve planlama varmış işin arkasında. Bu tutarsa Almanya’nın diğer kentlerinde de yatırım yapacaklarmış. Türkiye’den ‘marka’ mı çıkıyor yoksa?...
Yassu bre Tike!
Vakko’nun Almanya girişiminden sonra bir başka marka adayımız daha Avrupa yoluna çıkıyor: Tike. İlk yurtdışı şubesi Atina’da açılıyor. Kentin en güzel yerlerinden Kifisia’da.
“Alt tarafı kebapçı” diye düşünenler olmuştu başlangıçta. Oysa kebabın özünü kaybetmeden, onu modern bir yaşam biçiminin içine monte etmeyi başardılar. Anadolu Ateşi, eski adıyla Sultance of the Dance’in yaptığı gibi...
Mehmet Ali Burduroğlu ve ortakları Ferhat Yeşilfırat , Orhan Tekin , Seha Tekin sürekli ve sağlıklı büyümeden yana. 5 yıl içinde Levent, Şaşkınbakkal, Güneşli, Nişantaşı, Ankara ve Bodrum’da açılan şubelerde yönetici ortaklarıyla büyümüşler. Toplam 1 milyon 100 bin onların deyimiyle ‘misafir’ ağırlamışlar. Gelecek yıl 350 bin kişi bekliyorlar. Toplam 198 kişi çalışıyormuş sistemde. Atina’da 7’si Türkiye’den 30 kişi görev yapacakmış. Kifisia şubesinin yönetici ise bir Türk: Verda Saral.
Aşçılar aylardır Adana’da eğitim alıyorlarmış. Yani Türkiye’deki şubeleri zayıflatmak yok. Nisan 2004’de Kemerburgaz, 2004 sonuna doğru da Avrupa’da yeni bir şube hedeflerinin arasında. Burduroğlu heyecanlı: “Ülkelerin ve kültürlerin güzelliklerinin en iyi ve etkili şekilde müzik, sanat, sportif başarılar, moda alanındaki markalar vb araçlarla anlatılabileceği görüşündeyiz. Tike bu yolda cesur bir adım atmıştır. Ülkemiz için atılan bu adımdan haklı bir heyecan ve gurur duymaktayız.”
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersiniz ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Seçkin misiniz?
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
Yahu bugünün Türkiye’sinde kim kendisinin “Seçkin” diye anılmasından hoşlanır. Onca sözde seçkinin hazin sonu ortadayken...
Katılın kazanın!
Geçen haftanın iletişim sorusu şöyleydi: ““Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
Gelen 80 yanıtın içinde en etkili olanı İzmit’den yazan Faruk Kargı’ya aitti:
“Bunun en önemli nedeni bazı medyanın yanlı, taraflı haber yapmasıdır. Kamuoyu her haberin doğru olmadığını her medyanın doğru haber yazmadığını senaryolar ürettiğini çok iyi biliyor. Kamuoyu; Usame Bin Ladin'in ,El Kaide'nin Afgan-Rus Savaşı sırasında ABD tarafından Ruslara karşı kurulduğunu da, kullanıldığını da çok iyi biliyor. Halk ABD'nin Dünya üzerinde çıkar çabasını ve emperyalist düşüncelerini iyi kavradığı için aksini iddia eden kurumlara ve haberlere inanmıyor. Medya'ya karşı inançsızlığa da medyanın yine kendisinin sebep olduğu inancındayım çünkü; bir kısım medyanın yıllarca kamuoyunu yalan haberlerle kandırdığını
bütün kamuoyu gördü. Atalarımız ne güzel söylemiş "Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar."
Bu haftaki yarışmanın sponsoru Baltaş-Baltaş Yönetim Eğitim Danışmanlık birinci gelen Kargı’ya 8 kitaplık bir set armağan ediyor. Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar, Onur Kılıçlar, Önder Toptan, Ahmet Gezgin, Serdar Kâhya, Mehmet Çoğal da Prof. Dr. Acar Baltaş ve Prof. Dr. Zuhal Baltaş’ın “Stres ve Başa Çıkma Yolları” adlı kitabını kazandılar. Kutlarım. Bu yarışma, armağan vermek isteyen her sponsora açık...
Bu haftanın sorusuna gelince: “Fatih Terim, özellikle yalan haber yazdıklarını düşündüğü iki gazeteciyi kulüpten kovdurması ve takımın başarısızlığı nedeniyle ciddi eleştirilere neden oluyor. Siz Galatasaray Kulübünün iletişimini yönetiyor olsaydınız, Fatih Terim için nasıl bir kriz iletişimi planlaması hazırlardınız.” Herkesin eleştirirken bir fikri vardır ya... Bakalım Terim’e yardımcı olacak hangi iletişim fikirleri gelecek? Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
Yılbaşı hediyeleri imha kriterleri!
Yılbaşı yaklaşıyor ya, yine tebrik trafiği hızlandı. Ben de gerilmeye başladım. Kendimce 7 kritere göre imha yöntemi belirledim. Belki sizin de işinize yarar:
1. İnternetten araklanmış fabrika çıkışı dijital tebrik kartlarını okumadan çöpe atıyorum. 2. İçine benim de e-posta adresim yerleştirilmiş, toplu adreslere gönderilen tebriklere bakmadan bir klikle yok ediyorum. 3. Asistanıma, sağ üst köşesine kart zımbalanmış, hiçbir şahsi not yazılmamış tebrik kartlarını hiç bana göstermeden yok etmesi talimatını verdim. 4. Üstünde kuru kartla gelen standart yılbaşı sepetleri, kimin gönderdiği not edilmeden ihtiyaç sahibi yoksullara gidiyor 5. Benim adımla bana özel yazılmamış tüm SMS mesajları okunmadan çöpe gidiyor. 6. Armağan ne kadar şık olursa olsun, içinde şahsi, el yazısı ile yazılmış not yoksa, nezdimde hiçbir kıymeti yok. Doğru ihtiyaç sahiplerine. 7. Koku gibi, yiyecek gibi, içki gibi benim özel tercihlerim bilinmeden yollanmış her armağanda 6’ıncı madde devreye giriyor...
Bu arada çok hoş armağanlar aldığımı da söylemeliyim. Arçelik’den Ömer Kayalıoğlu’nun yolladığı ve içinde TEMA Vakfı’nın doğal ürünlerini taşıyan kutudan, Garanti Emeklilik’in toplantısında dağıttığı metal stres toplarından, Cem Hakko’nun gönderdiği ‘sihirli cüzdandan’ ve Tween’in gönderdiği, mis gibi kokan, rengârenk ve çok güzel zıplayan 13 minik topundan çok etkilendim.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”