Sadece devlet tepkisi ile olmaz
08 EKİM 2006
Fransa ve Hollanda İsviçre’nin yaptığını yapmaya hazırlanıyorlar. Medya aracılığıyla ya da kamuya açık yerlerde “Ermeni soykırımı yoktur!” dedin mi, hakkında yasal işlem başlayacak... 12 Ekimden sonra ilgili yasa, parlamentolarında ele alınacakmış.
Bizden de reaksiyon geliyor tabii... Devletin tepesi ateş püskürüyor... Cumhurbaşkanı: “Türkiye’yi ve Türk halkını kaybedersiniz!, Genel Kurmay Başkanı: “Her iki ülke ile askeri ilişkilerimizi bitiririz!” ve Dışişleri Bakanı: “Fransa’ya gelip ‘Soykırım yok’ dediğimde beni de mi cezalandıracaksınız?”...
Arkadaşlarla sabah kahvaltıda gazeteleri ‘kıraat’ ediyoruz. Bir tanesi, Avea’nın gibigibileri misali “Oh be!” dedi, sonra ekledi: “Nihayet devletin üst kademesi bir konuda tamamen mutabık!”
Ben de dedim ki: “Yetmez!”...
Onlara Hillary Clinton’ın 2 Şubat 1998’de Davos’da yaptığı tarihi konuşmayı hatırlattım. Toplum dinamiklerini dikkate almakta yarar vardı. Neydi onlar? Devlet – Özel sektör – Sivil toplum üçlüsü... En etkilisi de sivil toplum... Bu üçlüden biri oyun bozanlık yaptı mı, toplum o konuda dinamik bir atılımda bulunamıyordu. Dedim ki, “Nerede, STK’lar ve özel sektör? Nerede toplumsal reaksiyon?”..
Batı en çok paradan, ticaretten anlar. Bu nedenle şimdilik en etkili tepki Genel Kurmay Başkanınınki. İhalelerin ucunu gösterip, “Arpanı keseriz haa!” tavrı...
Ya da halktan gelecek “Mallarını almayız!” tehdidi. Ama altı, arkası, içi boş değil. Yoksa, kuru gürültü etkisi yapar. Hatırlayın Apo – İtalya krizini... İşte en azından öyle bir tepki... O zaman Fransız iş adamı dönüp hükümetine düdük çalıyor... O düdük çalınmazsa parlamentolar üç tane ermeni oyu için bu abuk yasaları çıkarmaktan hiç çekinmezler...
Siz ortada böyle bir sivil toplum – özel sektör tepkisi görüyor musunuz? Ben görmüyorum da... ‘Vaftizli entelektüellerimizin’ durumu zaten malum. Onlar bu yasayı destekliyordur... O zaman Fransa’da, Hollanda’da, ya da Schengen vize kuyruklarında aşağılanıp horlandığınız zaman hiç söylenmeyin...
Beta eski ayakkabılarınızı bekliyor
Sürekliliği olan iletişim çalışmalarını ve bu çalışmaların başarılı sonuçlarını duydukça teori ile pratik arasındaki uyumun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Bunun son örneği BETA’dan. Umut Çocukları Vakfı için başlattığı eski ayakkabıları toplama ve onararak sokak çocuklarına kazandırma projesi ilk başladığında iletişim kanalı sorunu ile ilgili bir yazı yazmıştım. Çünkü bu kampanya ile ilgili haberi gazete, televizyon gibi iletişim araçlarından değil, e-posta aracılığı ile öğrenmiştim.
BETA şu sıralar bu kampanyaya gösterilen ilgiden o kadar çok memnun olmuş ki, kampanyaya tekrar başlamış. Olması gereken de buydu. Tek vuruşluk bir iş olsaydı bu kampanyaya katılan, bu kampanyadan haberdar olanlar nezdinde algılama yarım kalacaktı. Bu arada 6000 çift ayakkabıdan söz ediliyor.
Kampanyanın devam sloganı “Haydi Türkiye, bir daha”. Kampanya Eylül’de başlamış. Kasım’a kadar sürecekmiş. Ayakkabılar yine tüm BETA mağazalarına teslim edilebilecekmiş.
BETA’ya önerim, bu kampanyayı bir ‘devam kampanyası’ havasından çıkarıp, her yıl düzenli olarak belli bir tarihte yinelenen ‘geleneksel etkinlik’ haline getirmeleri. Bu arada kampanyanın iletişimine biraz daha ağırlık vermeleri, yaptıkları iletişim çalışmasının geri dönüşünü hızlandıracaktır.
İtibar uçtu mu, bir daha zor gelir
Şu sıra krizden geçilmiyor. Ve de ‘kriz nasıl yönetilmez’ derslerinden...
Roche’un sadece SSK’daki alımlara fesat karıştırmakla kalmayıp, ölüm raporları üzerinde oynama yaptığının ve ‘sunî hastalıklar’ ürettiğinin iddia edilmesi... Hasan Pulur üstadın genç bir bayan gazeteci ile ilgili hakarete varan sözler içeren talihsiz bir yazıyı kaleme alması... Özcan Deniz’in milli bakiremiz Şebnem hanım tarafından biseksüellikle suçlanması... Sahte Somali Heyeti’nin Unakıtan ve Merkez Bankası Başkanı tarafından resmen kabulü... Ve nihayet Enka Okulları Yabancı Dil Bölüm Başkanı’nın çocuk pornocusu çıkması...
Bunların ortak yanı ne? Yönetilmemeleri... Başrol oyuncularının, “Boşver, bunlar da geçer. Unutulur... Sen sesini çıkarma; konuşur konuşur susarlar...” diyen çok bilmiş laf ebelerini dinlemeleri; iletişim uzmanlarını değil. Hele Enka’nın açıklaması çok tipik: “Biz de bilmiyorduk. Şaşırdık. Üzüldük. Ama okulumuzu koruduk!” Bunu bizim mutfak görevlisi Zehra hanım söylemez. Toplantılara gire çıka, kriz iletişiminin böyle yönetilemeyeceğini; öğrenci ailelerinin ve kamuoyunun daha derinlemesine bilgilendirilmesi gerektiğini, ayrıca bir daha böyle şeyler olmaması için ne gibi önlemler aldığını anlatmalarının ve bunu birinci ağızdan söylemelerinin yerinde olacağını bilir... İtibar teldeki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha aynı yere kondurmak çok zordur, derler...
Adam gibi reklama para harcayın!
Şu sıra üzerine konuşulması ve iş dünyasının dikkatle izlemesi gereken iki reklam filminden söz edilebilir. Biri Beko’nun diğeri Alpet’in...
Beko’da arkadaşlarıyla restoranda yemek yiyen delikanlının karşı masadaki kızla ilgili kurduğu fantezi var. Fantezi ve düş, evde yakasında ruj izi bulunan gömleğini karısından gizli yıkamaya kalkarken yakalandığı sahnede bitiyor... Bir reklam filmi bu kadar içten ve sevecen olur. İnsanın satın alma kararında da etkili olan bu duygular değil mi zaten? Çekimdeki özen ve kalite de gözden kaçacak gibi değil...
Alpet filminde ise alıştığımız Fatih Terim senaryosu, alıştığımız Hulusi Derici tezgâhından geçmiş. Cuma akşamı Vestel Manisaspor’un Başkanı Haluk Çubukçu ile izliyorduk reklamı. Başkan dedi ki, “Ne zaman izlesem, bizi anlattığını zannediyorum”... 5 büyüklerden yola çıkıyor ya... Alpet’in hiç itirazı olmaz herhalde bu iki yanlı algılanmaya...
Kıssadan hisse: Abur cubur, sıradan reklamlara boşuna para harcayacağınıza adam gibi reklama adam gibi para harcayın! Çok daha ekonomiktir.
Bir sonraki adım ne olacak?
Şirketlerde kurumsal iletişim uzmanının (CCO) yanı sıra kriz iletişimi (CCCO) ve iç iletişim (CICO) uzmanlarının da çalıştırılmaya başlandığını, yurt dışında gazetelerin insan kaynakları sayfalarında özel olarak bu iki uzmanlık için ilan veren şirketlerin sayılarının gittikçe arttığını biliyoruz.
Gelişmeler gösteriyor ki, iç iletişimin önemini ve değerini anlayan firmalarda ‘çalışan memnuniyeti, sadakat, motivasyon, performans’ gibi kavramlar çeşitli projelerle daha sık çıkacak karşımıza.
Merinos’ta buna yönelik ciddi bir vaatle çıkmış yola. Firmada beş yılını dolduran çalışanlara konut inşa ediyormuş. Çalışanlar konut maliyetinin yarısını maaşından kesilmek suretiyle ödüyor, diğer yarısını ise Merinos karşılıyormuş. Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Erdemoğlu, “Bir şirket büyürken çalışanlarının da yaşam koşullarını iyileştiriyorsa anlam kazanır” diye açıklama yapmış.
Beklenti üstü yaklaşım sergilemeye ve çalışan memnuniyeti odaklı çalışmaya muhteşem ve unutulmaz bir örnek. Belli ki kazandıkları parayı ya da en azından bir kısmını Türkbükü’nde ya da Cote d’Azure bükünde yemek yerine çalışanlarıyla paylaşmayı tercih eden bir yönetim anlayışları var. Tebrik etmesine ediyorum, iyi bir fikir ancak bu kadar abartılı bir ‘çalışan memnuniyeti’ uygulamasının bir sonraki aşaması ne olur, onu merak ediyorum. Çünkü her uygulama eğer aşılmaz, tekrarlanırsa, sıradanlık ve alışkanlık duygusu yaratıyor...
Bizden de reaksiyon geliyor tabii... Devletin tepesi ateş püskürüyor... Cumhurbaşkanı: “Türkiye’yi ve Türk halkını kaybedersiniz!, Genel Kurmay Başkanı: “Her iki ülke ile askeri ilişkilerimizi bitiririz!” ve Dışişleri Bakanı: “Fransa’ya gelip ‘Soykırım yok’ dediğimde beni de mi cezalandıracaksınız?”...
Arkadaşlarla sabah kahvaltıda gazeteleri ‘kıraat’ ediyoruz. Bir tanesi, Avea’nın gibigibileri misali “Oh be!” dedi, sonra ekledi: “Nihayet devletin üst kademesi bir konuda tamamen mutabık!”
Ben de dedim ki: “Yetmez!”...
Onlara Hillary Clinton’ın 2 Şubat 1998’de Davos’da yaptığı tarihi konuşmayı hatırlattım. Toplum dinamiklerini dikkate almakta yarar vardı. Neydi onlar? Devlet – Özel sektör – Sivil toplum üçlüsü... En etkilisi de sivil toplum... Bu üçlüden biri oyun bozanlık yaptı mı, toplum o konuda dinamik bir atılımda bulunamıyordu. Dedim ki, “Nerede, STK’lar ve özel sektör? Nerede toplumsal reaksiyon?”..
Batı en çok paradan, ticaretten anlar. Bu nedenle şimdilik en etkili tepki Genel Kurmay Başkanınınki. İhalelerin ucunu gösterip, “Arpanı keseriz haa!” tavrı...
Ya da halktan gelecek “Mallarını almayız!” tehdidi. Ama altı, arkası, içi boş değil. Yoksa, kuru gürültü etkisi yapar. Hatırlayın Apo – İtalya krizini... İşte en azından öyle bir tepki... O zaman Fransız iş adamı dönüp hükümetine düdük çalıyor... O düdük çalınmazsa parlamentolar üç tane ermeni oyu için bu abuk yasaları çıkarmaktan hiç çekinmezler...
Siz ortada böyle bir sivil toplum – özel sektör tepkisi görüyor musunuz? Ben görmüyorum da... ‘Vaftizli entelektüellerimizin’ durumu zaten malum. Onlar bu yasayı destekliyordur... O zaman Fransa’da, Hollanda’da, ya da Schengen vize kuyruklarında aşağılanıp horlandığınız zaman hiç söylenmeyin...
Beta eski ayakkabılarınızı bekliyor
Sürekliliği olan iletişim çalışmalarını ve bu çalışmaların başarılı sonuçlarını duydukça teori ile pratik arasındaki uyumun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Bunun son örneği BETA’dan. Umut Çocukları Vakfı için başlattığı eski ayakkabıları toplama ve onararak sokak çocuklarına kazandırma projesi ilk başladığında iletişim kanalı sorunu ile ilgili bir yazı yazmıştım. Çünkü bu kampanya ile ilgili haberi gazete, televizyon gibi iletişim araçlarından değil, e-posta aracılığı ile öğrenmiştim.
BETA şu sıralar bu kampanyaya gösterilen ilgiden o kadar çok memnun olmuş ki, kampanyaya tekrar başlamış. Olması gereken de buydu. Tek vuruşluk bir iş olsaydı bu kampanyaya katılan, bu kampanyadan haberdar olanlar nezdinde algılama yarım kalacaktı. Bu arada 6000 çift ayakkabıdan söz ediliyor.
Kampanyanın devam sloganı “Haydi Türkiye, bir daha”. Kampanya Eylül’de başlamış. Kasım’a kadar sürecekmiş. Ayakkabılar yine tüm BETA mağazalarına teslim edilebilecekmiş.
BETA’ya önerim, bu kampanyayı bir ‘devam kampanyası’ havasından çıkarıp, her yıl düzenli olarak belli bir tarihte yinelenen ‘geleneksel etkinlik’ haline getirmeleri. Bu arada kampanyanın iletişimine biraz daha ağırlık vermeleri, yaptıkları iletişim çalışmasının geri dönüşünü hızlandıracaktır.
İtibar uçtu mu, bir daha zor gelir
Şu sıra krizden geçilmiyor. Ve de ‘kriz nasıl yönetilmez’ derslerinden...
Roche’un sadece SSK’daki alımlara fesat karıştırmakla kalmayıp, ölüm raporları üzerinde oynama yaptığının ve ‘sunî hastalıklar’ ürettiğinin iddia edilmesi... Hasan Pulur üstadın genç bir bayan gazeteci ile ilgili hakarete varan sözler içeren talihsiz bir yazıyı kaleme alması... Özcan Deniz’in milli bakiremiz Şebnem hanım tarafından biseksüellikle suçlanması... Sahte Somali Heyeti’nin Unakıtan ve Merkez Bankası Başkanı tarafından resmen kabulü... Ve nihayet Enka Okulları Yabancı Dil Bölüm Başkanı’nın çocuk pornocusu çıkması...
Bunların ortak yanı ne? Yönetilmemeleri... Başrol oyuncularının, “Boşver, bunlar da geçer. Unutulur... Sen sesini çıkarma; konuşur konuşur susarlar...” diyen çok bilmiş laf ebelerini dinlemeleri; iletişim uzmanlarını değil. Hele Enka’nın açıklaması çok tipik: “Biz de bilmiyorduk. Şaşırdık. Üzüldük. Ama okulumuzu koruduk!” Bunu bizim mutfak görevlisi Zehra hanım söylemez. Toplantılara gire çıka, kriz iletişiminin böyle yönetilemeyeceğini; öğrenci ailelerinin ve kamuoyunun daha derinlemesine bilgilendirilmesi gerektiğini, ayrıca bir daha böyle şeyler olmaması için ne gibi önlemler aldığını anlatmalarının ve bunu birinci ağızdan söylemelerinin yerinde olacağını bilir... İtibar teldeki kuş gibidir. En ufak gürültüde kaçar gider. Bir daha aynı yere kondurmak çok zordur, derler...
Adam gibi reklama para harcayın!
Şu sıra üzerine konuşulması ve iş dünyasının dikkatle izlemesi gereken iki reklam filminden söz edilebilir. Biri Beko’nun diğeri Alpet’in...
Beko’da arkadaşlarıyla restoranda yemek yiyen delikanlının karşı masadaki kızla ilgili kurduğu fantezi var. Fantezi ve düş, evde yakasında ruj izi bulunan gömleğini karısından gizli yıkamaya kalkarken yakalandığı sahnede bitiyor... Bir reklam filmi bu kadar içten ve sevecen olur. İnsanın satın alma kararında da etkili olan bu duygular değil mi zaten? Çekimdeki özen ve kalite de gözden kaçacak gibi değil...
Alpet filminde ise alıştığımız Fatih Terim senaryosu, alıştığımız Hulusi Derici tezgâhından geçmiş. Cuma akşamı Vestel Manisaspor’un Başkanı Haluk Çubukçu ile izliyorduk reklamı. Başkan dedi ki, “Ne zaman izlesem, bizi anlattığını zannediyorum”... 5 büyüklerden yola çıkıyor ya... Alpet’in hiç itirazı olmaz herhalde bu iki yanlı algılanmaya...
Kıssadan hisse: Abur cubur, sıradan reklamlara boşuna para harcayacağınıza adam gibi reklama adam gibi para harcayın! Çok daha ekonomiktir.
Bir sonraki adım ne olacak?
Şirketlerde kurumsal iletişim uzmanının (CCO) yanı sıra kriz iletişimi (CCCO) ve iç iletişim (CICO) uzmanlarının da çalıştırılmaya başlandığını, yurt dışında gazetelerin insan kaynakları sayfalarında özel olarak bu iki uzmanlık için ilan veren şirketlerin sayılarının gittikçe arttığını biliyoruz.
Gelişmeler gösteriyor ki, iç iletişimin önemini ve değerini anlayan firmalarda ‘çalışan memnuniyeti, sadakat, motivasyon, performans’ gibi kavramlar çeşitli projelerle daha sık çıkacak karşımıza.
Merinos’ta buna yönelik ciddi bir vaatle çıkmış yola. Firmada beş yılını dolduran çalışanlara konut inşa ediyormuş. Çalışanlar konut maliyetinin yarısını maaşından kesilmek suretiyle ödüyor, diğer yarısını ise Merinos karşılıyormuş. Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Erdemoğlu, “Bir şirket büyürken çalışanlarının da yaşam koşullarını iyileştiriyorsa anlam kazanır” diye açıklama yapmış.
Beklenti üstü yaklaşım sergilemeye ve çalışan memnuniyeti odaklı çalışmaya muhteşem ve unutulmaz bir örnek. Belli ki kazandıkları parayı ya da en azından bir kısmını Türkbükü’nde ya da Cote d’Azure bükünde yemek yerine çalışanlarıyla paylaşmayı tercih eden bir yönetim anlayışları var. Tebrik etmesine ediyorum, iyi bir fikir ancak bu kadar abartılı bir ‘çalışan memnuniyeti’ uygulamasının bir sonraki aşaması ne olur, onu merak ediyorum. Çünkü her uygulama eğer aşılmaz, tekrarlanırsa, sıradanlık ve alışkanlık duygusu yaratıyor...