Sakın ayaklarınızı ihmal etmeyin
19 Ağustos 2009 Akşam Gazetesi
Kendimi Robin gibi hissettim... Robin bizimle uzunca bir süre yaşamış olan Doberman'ın adıydı. Ali Karacan küçükken vermişti bize.
Ben ve Robin... Ne alaka, değil mi? Hemen anlatayım... Herkese de ibret olsun...
90'lı yıllarda Sapanca yakınlarındaki tepelerden birinin üzerine kurulu Mahmudiye adlı köyde bir ev kiralamıştık. O zamanlar henüz Sapanca ve civarına bugünkü kadar tahaccüm yoktu. 100 yıllık ahşap, iki katlı, tarihi, şirin mi şirin, Gürcü bir aileye ait tipik bir köy eviydi... Duvarları bir hayli yıpranmıştı. Rüzgar bir yandan girip öte yandan çıkardı... Şöminenin dışında başka bir ısınma aracı yoktu. Odun ateşinde ısınan su ile yıkanılırdı. Ancak banyo yerine geçen mekana bir pencere açtırmıştım. Bütün Sapanca Gölü ayaklarınızın altındaydı. Yıkanırken, amma saltanat...
Öte yandan öyle bir bahçesi vardı ki, anlatılır gibi değil. Cennetin resmini çiz, deseler ancak öyle bir yer çıkardı ortaya... Hamakları erik, elma, armut ağaçlarının arasına gerer, dinlenme ve dalga geçme kültürünün kitabını yazardınız...
Alt katta 'Bakıcılar' kalırdı. Bir karı-koca, bütün ev ve bahçenin işlerini hallederlerdi.
Buldumcuk olmuştuk adeta... İnekler, tavuklar, kediler ve tabii ki köpekler... Öyle abartmıştık ki, onlarca litre sütü nereye koyacağımızı, vereceğimizi şaşırır; her hafta toplanan 100'e yakın yumurtayı ne yapacağımızı bilemezdik. Kızım o tarihlerde 6 yaşındaydı ve ilk ticari tecrübesini yaşıyordu. Yumurtaları topluyor, onları mahalledeki bakkala satıyor; aldığı parayı da kendisine harçlık yapıyordu...
Bu atmosferde bizi bir köpek kesmezdi. Doberman'ın yanına ne yakışırdı? Tabii ki bir kurt köpeği. Aslında hakkını yememek lazım; Pomfi Robin'den daha önce katılmıştı aileye...
Köpeklerin bakımı ve eğitimi bana aitti. İşi o kadar abartmıştım ki; 20'ye yakın komut öğrettiğim köpeklere gösterdiğim ihtimam, köy imamının bile dikkatini çekmiş, yaptığı konuşmalarda, beni kastederek 'İnsanlardan çok hayvanlara önem verenler var!' diye eleştirdiğine tanık olmuştum. Sonradan bayram namazları ve camiye yardım sürecinden imamla aramız zaman içinde düzelmişti...
Başlangıçta haftada bir, sonraları ayda bir veteriner ve eğitmen gelirdi köye. Bana köpek eğitimi vermek ve köpeklerin bakımını yapmak için... Köyden uzak kaldığımızda ise bakıcılardan sık sık rapor alır; hayvanlara ne olup bittiğini kontrol ederdik. Ne büyük sorumluluk işiymiş, hayvan beslemek...
Bir gece sabaha karşı saat 03.00 gibi telefon acı acı çaldı. Açtım baktım bizim bakıcı... 'Ali Bey Robin ölüyor... Yerlerde sürünüyor ve çığlık çığlığa bağırıyor! Köy inliyor onun ağlamasıyla... Durum feci olmasa sizi aramazdım!'...
Arka planda Robin'in sesi duyuluyordu. Ne Mahmudiyesi, bütün Sapanca inliyor olmalıydı. Boğazını kesseler bu kadar bağırmazdı herhalde...
Derhal bizim veterineri aradım. Çocuk, 'Hemen gelin beni alın gidelim!' dedi... Yeşilköy'de oturuyordu. Tam ters istikamet. Olsun... Sapanca'ya vardığımızda saat 04.15'ti... Robin'in sesini Mahmudiye'nin alt tarafındaki Kırkpınar'dan duymak mümkündü...
Köyde karşılaştığımız manzara bakıcının anlattığından daha feciydi...
Veteriner Robin'i şöyle bir yokladı... Cebindeki cımbızı çıkardı... Robin'in ayağına batmış olan kıymığı hafifçe çekip çıkardı...
O anda köpek değişti... Robin, hiçbir şey olmamış gibi kalktı... Pomfi ve bizimle oynaşmaya, Lay Lay Lom eğlenmeye başladı...
Gelelim bana...
Yıllardır ayaklarımdan çekerim. Tırnaklar batar her yanıma. Haydi kendim kesmeyeyim, dedim. Pedikür yaptırdım. Sonuç daha beter... Bir de erkeklerin yüzde 80'inin başına gelen mantar bindi mi üstüne... O batık tırnakların aralarından, parmaklardan içeri parazit ve bakteriler akın etmemiş mi? Bunlar gidip damarlarda enfeksiyona neden olmamış mı? Alın başınıza belayı. Burada da yazdığım gibi neredeyse üç hafta sağ ayağı tavana dikip yatmamın nedeni oydu...
Neyse atlattık o durumu. Fakat bütün hekimlerin ortak kanaati şuydu: 'Ayaklarını halledemezsen bu tedavi bir işe yaramaz. Bugüne kadar dört atağa maruz kaldığın gibi bir beşinci de gelebilir!..'
Ben ise hala ayaklarımın üstüne basmakta zorluk çekiyordum. Reaksiyonum aşağı yukarı Robin'inkiyle aynıydı...
Sonra eşimin aklına geldi. İnternette araştırdı. İlk kez karşılaştığımız 'Podiatri' kavramıyla tanıştık ve Etiler'de International Etiler Tıp Merkezi'nde 'Podiatri'den anlayan insanlar olduğunu öğrendik. Perişan halde kendimi oraya attım...
Medikal el ve ayak sağlık merkezinde Songül Asrak Hanım bizimle ilgilendi... Ve ben hayatımda ilk kez bilgi ile ihtimam bir araya gelince ayak konusunda neler oluyor orada gördüm... Ve Robin'in yaptığı gibi, güle oynaya çıktım oradan.
Biraz pahalı... Ancak bin kere helal olsun... Şiddetle tavsiye ediyorum... Estetiğiniz adına, French mirenç yaptırmak için dilediğiniz pedikürcüye gidin, ancak arada bir mutlaka yolunuzu en azından kontrol için Songül Hanım'ın muayene koltuğuna düşürün; pedikürle podiatri arasındaki farkı görün ve ayaklarınızı sakın benim gibi ihmal etmeyin...
Kendimi Robin gibi hissettim... Robin bizimle uzunca bir süre yaşamış olan Doberman'ın adıydı. Ali Karacan küçükken vermişti bize.
Ben ve Robin... Ne alaka, değil mi? Hemen anlatayım... Herkese de ibret olsun...
90'lı yıllarda Sapanca yakınlarındaki tepelerden birinin üzerine kurulu Mahmudiye adlı köyde bir ev kiralamıştık. O zamanlar henüz Sapanca ve civarına bugünkü kadar tahaccüm yoktu. 100 yıllık ahşap, iki katlı, tarihi, şirin mi şirin, Gürcü bir aileye ait tipik bir köy eviydi... Duvarları bir hayli yıpranmıştı. Rüzgar bir yandan girip öte yandan çıkardı... Şöminenin dışında başka bir ısınma aracı yoktu. Odun ateşinde ısınan su ile yıkanılırdı. Ancak banyo yerine geçen mekana bir pencere açtırmıştım. Bütün Sapanca Gölü ayaklarınızın altındaydı. Yıkanırken, amma saltanat...
Öte yandan öyle bir bahçesi vardı ki, anlatılır gibi değil. Cennetin resmini çiz, deseler ancak öyle bir yer çıkardı ortaya... Hamakları erik, elma, armut ağaçlarının arasına gerer, dinlenme ve dalga geçme kültürünün kitabını yazardınız...
Alt katta 'Bakıcılar' kalırdı. Bir karı-koca, bütün ev ve bahçenin işlerini hallederlerdi.
Buldumcuk olmuştuk adeta... İnekler, tavuklar, kediler ve tabii ki köpekler... Öyle abartmıştık ki, onlarca litre sütü nereye koyacağımızı, vereceğimizi şaşırır; her hafta toplanan 100'e yakın yumurtayı ne yapacağımızı bilemezdik. Kızım o tarihlerde 6 yaşındaydı ve ilk ticari tecrübesini yaşıyordu. Yumurtaları topluyor, onları mahalledeki bakkala satıyor; aldığı parayı da kendisine harçlık yapıyordu...
Bu atmosferde bizi bir köpek kesmezdi. Doberman'ın yanına ne yakışırdı? Tabii ki bir kurt köpeği. Aslında hakkını yememek lazım; Pomfi Robin'den daha önce katılmıştı aileye...
Köpeklerin bakımı ve eğitimi bana aitti. İşi o kadar abartmıştım ki; 20'ye yakın komut öğrettiğim köpeklere gösterdiğim ihtimam, köy imamının bile dikkatini çekmiş, yaptığı konuşmalarda, beni kastederek 'İnsanlardan çok hayvanlara önem verenler var!' diye eleştirdiğine tanık olmuştum. Sonradan bayram namazları ve camiye yardım sürecinden imamla aramız zaman içinde düzelmişti...
Başlangıçta haftada bir, sonraları ayda bir veteriner ve eğitmen gelirdi köye. Bana köpek eğitimi vermek ve köpeklerin bakımını yapmak için... Köyden uzak kaldığımızda ise bakıcılardan sık sık rapor alır; hayvanlara ne olup bittiğini kontrol ederdik. Ne büyük sorumluluk işiymiş, hayvan beslemek...
Bir gece sabaha karşı saat 03.00 gibi telefon acı acı çaldı. Açtım baktım bizim bakıcı... 'Ali Bey Robin ölüyor... Yerlerde sürünüyor ve çığlık çığlığa bağırıyor! Köy inliyor onun ağlamasıyla... Durum feci olmasa sizi aramazdım!'...
Arka planda Robin'in sesi duyuluyordu. Ne Mahmudiyesi, bütün Sapanca inliyor olmalıydı. Boğazını kesseler bu kadar bağırmazdı herhalde...
Derhal bizim veterineri aradım. Çocuk, 'Hemen gelin beni alın gidelim!' dedi... Yeşilköy'de oturuyordu. Tam ters istikamet. Olsun... Sapanca'ya vardığımızda saat 04.15'ti... Robin'in sesini Mahmudiye'nin alt tarafındaki Kırkpınar'dan duymak mümkündü...
Köyde karşılaştığımız manzara bakıcının anlattığından daha feciydi...
Veteriner Robin'i şöyle bir yokladı... Cebindeki cımbızı çıkardı... Robin'in ayağına batmış olan kıymığı hafifçe çekip çıkardı...
O anda köpek değişti... Robin, hiçbir şey olmamış gibi kalktı... Pomfi ve bizimle oynaşmaya, Lay Lay Lom eğlenmeye başladı...
Gelelim bana...
Yıllardır ayaklarımdan çekerim. Tırnaklar batar her yanıma. Haydi kendim kesmeyeyim, dedim. Pedikür yaptırdım. Sonuç daha beter... Bir de erkeklerin yüzde 80'inin başına gelen mantar bindi mi üstüne... O batık tırnakların aralarından, parmaklardan içeri parazit ve bakteriler akın etmemiş mi? Bunlar gidip damarlarda enfeksiyona neden olmamış mı? Alın başınıza belayı. Burada da yazdığım gibi neredeyse üç hafta sağ ayağı tavana dikip yatmamın nedeni oydu...
Neyse atlattık o durumu. Fakat bütün hekimlerin ortak kanaati şuydu: 'Ayaklarını halledemezsen bu tedavi bir işe yaramaz. Bugüne kadar dört atağa maruz kaldığın gibi bir beşinci de gelebilir!..'
Ben ise hala ayaklarımın üstüne basmakta zorluk çekiyordum. Reaksiyonum aşağı yukarı Robin'inkiyle aynıydı...
Sonra eşimin aklına geldi. İnternette araştırdı. İlk kez karşılaştığımız 'Podiatri' kavramıyla tanıştık ve Etiler'de International Etiler Tıp Merkezi'nde 'Podiatri'den anlayan insanlar olduğunu öğrendik. Perişan halde kendimi oraya attım...
Medikal el ve ayak sağlık merkezinde Songül Asrak Hanım bizimle ilgilendi... Ve ben hayatımda ilk kez bilgi ile ihtimam bir araya gelince ayak konusunda neler oluyor orada gördüm... Ve Robin'in yaptığı gibi, güle oynaya çıktım oradan.
Biraz pahalı... Ancak bin kere helal olsun... Şiddetle tavsiye ediyorum... Estetiğiniz adına, French mirenç yaptırmak için dilediğiniz pedikürcüye gidin, ancak arada bir mutlaka yolunuzu en azından kontrol için Songül Hanım'ın muayene koltuğuna düşürün; pedikürle podiatri arasındaki farkı görün ve ayaklarınızı sakın benim gibi ihmal etmeyin...