Sallanan balyozlar içimi sızlatıyor
23 OCAK 2011
Kendimi bildim bileli ailemde ve çevremde hep subaylar vardı. Bizim evde Silahlı Kuvvetler’in her zaman önemli ve ayrıcalıklı bir yeri olmuştur.
Ağabeyim Alman Lisesi’ni bitirdiğinde, ben de İstanbul Erkek Lisesi diploması aldığımda Deniz Harp Okulu’na kaydolmak için yırtınmıştık.
O gün bugün ne zaman bir subay üniforması görsem heyecanlanırım. Türk halkının en itibarlı kurum olarak gördüğü ve güven duyduğu Silahlı Kuvvetler’e karşı son derece sübjektif duygularla bağlı olduğumu her fırsatta dile getirmişimdir.
Diniyle birlikte ordusu Türk halkının en büyük manevi değerleridir.
Şimdi bu değerlerden bir tanesi ayaklar altında eziliyor. Sallanan balyozlar ruhuna ve beynine isabet ettikçe benim de içim sızlıyor.
Kendimi yargının yerine koyup hüküm vermek niyetinde değilim. Ancak yetkililerin yerine koyup ordunun içinden ne çıkarsa çıksın, geri kalanının itibarının sonuna kadar korunması ve algısının hak ettiği şan ve şerefle yönetilmesi gerektiğini haykırma refleksinden kendimi alamıyorum.
Silahlı Kuvvetler hiç böyle bir kriz yaşamamıştı. Balyoz darbeleriyle hiç bu kadar karşılaşmamıştı. Bu nedenle de kriz iletişimi refleksleri böyle bir şiddete duyarlı şekilde geliştirilmemiş olmalıydı.
Ben orduma sahip çıkılmasını istiyorum. Bu görev kime düşüyorsa, kim kendini bu görevle yükümlü hissediyorsa, ondan… Bunun için üç adım gerekir:
Bir: Gerçeği olduğu gibi kabullenmek ve gereğini yapmak… Kafayı kuma gömmemek…
İki: Algı yönetiminin bütün öğelerini devreye alarak daha önceki itibar endeksini tekrar elde etmeyi hedeflemek…
Üç: İlk iki hareketin sürdürülebilirliğini sağlamak…
Sivil demokrasiyi inşa edeyim derken Türk halkının ortak ruhi şekillenmesinin en önemli unsurunu yok etmek ya da buna izin vermek, kimsenin ne hakkıdır ne de haddi…
Kanuni’nin hilaline bayıldım
Ben sahte zannediyordum. Eşim uyardı: “Hepsi sahici.”
- Yok ya!
- Evet, yüz binlerce Lira değerinde mücevher kullanmışlar.
- Kim vermiş bunları?
- Boybeyi Mücevher.
Meseleyi tabii ki eşim çözecekti. Mücevher ve kozmetik dendiğinde olanca entelektüel birikimi ve ruhsal tekâmülü “mola” alıyor, “İkisi birbirini yok eden şeyler değil, seninki erkek bakışı, bu güzelliklerden etkilenmeyen kadın düşünemiyorum” diye duruşunun altını ne kadar çizse de, onun bu ‘güzelliklere’ kendini ‘güzel’ bir şekilde kaptırmasını insani buluyorum.
Bu itiraf, imkânım olsa hemen gerçekliğe dönüşecek ve kendimi Boybeyi mağazasından içeri atacağım. Kanuni’nin kavuğuna taktığı hilal şeklinde elmaslı broş benim bile başımı döndürdü. Bugün bana verseler acaba nereme takardım diye düşünmemek elde değil.
Bu iş bitmiş. Muhteşem Yüzyıl’ı kimse durduramaz. Burada yasaklarlarsa komşu ülkelere satılır, onların televizyonlarından izleriz. Bu arada Boybeyi mükemmel bir “ürün yerleştirme” çalışması yapmış olmasına rağmen, olayı kendi websitesinde bile gerektiği gibi kullanmayarak pazarlama iletişimi tarihine başarısız örneklerden biri olarak geçeceğini biliyor mu acaba?
Türkiye’de güzel işler olur
Başucu kitaplarını çok severim. İnsanı strese sokmaz. Sonunda ne olacak diye meraktan tepinerek ille de son satırına kadar okuma mecburiyeti olmadan son satırına kadar okursunuz.
Şu sıra başucumda duran iki kitap, bir dergi tam da bu vasıftalar. Ali Poyrazoğlu’nun “Tamamla Bizi Ey Aşk”ı ile “İçimdeki Timsah”ı (Doğan Kitap) ve Psikeart dergisi…
Ali konusunda sübjektifim. Popülerle derinliği bu kadar yaratıcı bir şekilde bütünleyebilmeyi ne çok isterdim. Alın Ali’nin kitaplarını okumanın keyfine varın.
Benim için tüm zamanların en ‘beğenilesi’ dergisi hiç tartışmasız Vanity Fair’dir. Ya Türkiye’de? Belki bir zamanlar Gergedan’dı. Şimdilerde ise Psikeart...
İşte size her biri özel olan sayılarının bazılarının konuları: Tutku ve Kıskançlık, Stigma, Unutmak, Aşk, Şiddet, Utanç, Narsisizm, Yaratıcılık, Cinsellik, Yalnızlık, Gülmek, Yanılsama, Depresyon…
Türkiye’de böyle işler olmaz diyenleri utandıran Prof. Dr. M. Emin Önder, Nuh Mazhar Koçak, Ercan Yaşa, Sibel İlkin Uçuran’ı yürekten kutluyorum.
Ağabeyim Alman Lisesi’ni bitirdiğinde, ben de İstanbul Erkek Lisesi diploması aldığımda Deniz Harp Okulu’na kaydolmak için yırtınmıştık.
O gün bugün ne zaman bir subay üniforması görsem heyecanlanırım. Türk halkının en itibarlı kurum olarak gördüğü ve güven duyduğu Silahlı Kuvvetler’e karşı son derece sübjektif duygularla bağlı olduğumu her fırsatta dile getirmişimdir.
Diniyle birlikte ordusu Türk halkının en büyük manevi değerleridir.
Şimdi bu değerlerden bir tanesi ayaklar altında eziliyor. Sallanan balyozlar ruhuna ve beynine isabet ettikçe benim de içim sızlıyor.
Kendimi yargının yerine koyup hüküm vermek niyetinde değilim. Ancak yetkililerin yerine koyup ordunun içinden ne çıkarsa çıksın, geri kalanının itibarının sonuna kadar korunması ve algısının hak ettiği şan ve şerefle yönetilmesi gerektiğini haykırma refleksinden kendimi alamıyorum.
Silahlı Kuvvetler hiç böyle bir kriz yaşamamıştı. Balyoz darbeleriyle hiç bu kadar karşılaşmamıştı. Bu nedenle de kriz iletişimi refleksleri böyle bir şiddete duyarlı şekilde geliştirilmemiş olmalıydı.
Ben orduma sahip çıkılmasını istiyorum. Bu görev kime düşüyorsa, kim kendini bu görevle yükümlü hissediyorsa, ondan… Bunun için üç adım gerekir:
Bir: Gerçeği olduğu gibi kabullenmek ve gereğini yapmak… Kafayı kuma gömmemek…
İki: Algı yönetiminin bütün öğelerini devreye alarak daha önceki itibar endeksini tekrar elde etmeyi hedeflemek…
Üç: İlk iki hareketin sürdürülebilirliğini sağlamak…
Sivil demokrasiyi inşa edeyim derken Türk halkının ortak ruhi şekillenmesinin en önemli unsurunu yok etmek ya da buna izin vermek, kimsenin ne hakkıdır ne de haddi…
Kanuni’nin hilaline bayıldım
Ben sahte zannediyordum. Eşim uyardı: “Hepsi sahici.”
- Yok ya!
- Evet, yüz binlerce Lira değerinde mücevher kullanmışlar.
- Kim vermiş bunları?
- Boybeyi Mücevher.
Meseleyi tabii ki eşim çözecekti. Mücevher ve kozmetik dendiğinde olanca entelektüel birikimi ve ruhsal tekâmülü “mola” alıyor, “İkisi birbirini yok eden şeyler değil, seninki erkek bakışı, bu güzelliklerden etkilenmeyen kadın düşünemiyorum” diye duruşunun altını ne kadar çizse de, onun bu ‘güzelliklere’ kendini ‘güzel’ bir şekilde kaptırmasını insani buluyorum.
Bu itiraf, imkânım olsa hemen gerçekliğe dönüşecek ve kendimi Boybeyi mağazasından içeri atacağım. Kanuni’nin kavuğuna taktığı hilal şeklinde elmaslı broş benim bile başımı döndürdü. Bugün bana verseler acaba nereme takardım diye düşünmemek elde değil.
Bu iş bitmiş. Muhteşem Yüzyıl’ı kimse durduramaz. Burada yasaklarlarsa komşu ülkelere satılır, onların televizyonlarından izleriz. Bu arada Boybeyi mükemmel bir “ürün yerleştirme” çalışması yapmış olmasına rağmen, olayı kendi websitesinde bile gerektiği gibi kullanmayarak pazarlama iletişimi tarihine başarısız örneklerden biri olarak geçeceğini biliyor mu acaba?
Türkiye’de güzel işler olur
Başucu kitaplarını çok severim. İnsanı strese sokmaz. Sonunda ne olacak diye meraktan tepinerek ille de son satırına kadar okuma mecburiyeti olmadan son satırına kadar okursunuz.
Şu sıra başucumda duran iki kitap, bir dergi tam da bu vasıftalar. Ali Poyrazoğlu’nun “Tamamla Bizi Ey Aşk”ı ile “İçimdeki Timsah”ı (Doğan Kitap) ve Psikeart dergisi…
Ali konusunda sübjektifim. Popülerle derinliği bu kadar yaratıcı bir şekilde bütünleyebilmeyi ne çok isterdim. Alın Ali’nin kitaplarını okumanın keyfine varın.
Benim için tüm zamanların en ‘beğenilesi’ dergisi hiç tartışmasız Vanity Fair’dir. Ya Türkiye’de? Belki bir zamanlar Gergedan’dı. Şimdilerde ise Psikeart...
İşte size her biri özel olan sayılarının bazılarının konuları: Tutku ve Kıskançlık, Stigma, Unutmak, Aşk, Şiddet, Utanç, Narsisizm, Yaratıcılık, Cinsellik, Yalnızlık, Gülmek, Yanılsama, Depresyon…
Türkiye’de böyle işler olmaz diyenleri utandıran Prof. Dr. M. Emin Önder, Nuh Mazhar Koçak, Ercan Yaşa, Sibel İlkin Uçuran’ı yürekten kutluyorum.