Sen de mi Hakkı Ağabey?
09 OCAK 2005
Ben adam olmam! Geçen yıl bakmıştım ki, herkes “Ben Tamer Karadağlı’nın arkasındayım” diyor. Ben de kalkıp ‘inceden’ kinayeli ve imalı bir eleştiri yazısı yazmış, “Ben de Karadağlı’nın arkasındayım” demiştim. Anlayan anlamıştı ama bir ton da ağır hakaret içeren e-posta almıştım. Ne ‘maço’luğum kalmıştı, ne de ‘kadınları hor görmem’...
Söz vermiştim kendi kendime. Bir daha öyle dolambaçlı, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla, türünden yazılar yazmayacaktım... Yazmadım da zaten.
Fakat geçen hafta şeytan dürttü. Cem Yılmaz’ın son reklam filmini ele alan bir yazı yazdım. Yazının içinde reklamını yaptığı ürünün tek kelime ile adı geçmiyordu. En azından buna pek çok kimse ‘uyanmış’. Şöyle demişim: “Herkes hem hayran olmuş filme, hem de ince ince beni tahrik ediyor. Yarı açık komplo!.. Akılları sıra beni tongaya düşürüp aslanlara yem olarak atacaklar. Arka plandaki gizli tahrik unsuru soruyla başlıyor zaten: Cem Yılmaz’ın filmini gördün mü?.. Ben de Cem’in deyişiyle ‘sazanlık’ yapıp diyeceğim ki, “Evet gördüm. Müthiş bir Cem Yılmaz filmi. Bak sen de ‘Cem Yılmaz’ı gördün mü’, diyorsun. Demek ki film Cem’e yontuyor işi. Nerede ürün?..” falan diye başlayıp döktüreceğim... Yok öyle yağma. Herkes deli gibi filmi izlerken, bir tek enayi ben miyim? İşin ‘iletişim harcamalarının geri dönüşü’, ‘entegre iletişim’, ‘iş sonuçları’, ‘ürünün bilinirliğini hızla artırmanın orta vadede satışı artırmaya yetmeyebileceği, tam tersi etki yapabileceği’ gibi ‘entel dantel’ yanına vurgu yapıp eleştirmeye kalkacak kadar. Hayır efendim. Tam tersine. Bayıldım. Cem Yılmaz’a da filmine de!”
Baştan sona satır arası, ince ince eleştiri içeren yazı bu kez pek çok kimseye ‘geçmiş’. Ama yine herkese değil... İşin en üzücü yanı ise bizim mesleğin en büyük ustalarından Hakkı Devrim ağabeyimize ‘geçmemiş’ olması. Gel de kahrolma!
Yazıyı ona ‘doğru okutamamış’ olsam da, benim duruşumu çok doğru okumuş Hakkı Devrim ağabeyim. Ondan zaten şüphem yoktu. Şöyle demiş Salı günü yazdığı yazıda:
“Ön planda iki yazan-uzman dikkati çekiyor: Ali Atıf Bir ile Ali Saydam; biri Hürriyet'in, diğeri Sabah'ın yazarı.
Bir, uzaktan bakınca, uzmanlık alanında şaklabanlığın ağırlıklı bir yeri olduğuna inanır görünüyor. Reklamda ve sanırım iletişimde de neşeli, şakacı tutum ve davranışların faydasına inandığı, hatta gerekliyse soytarılığın sınırlarında dolaşmakta bir sakınca görmediği izlenimini veriyor.
Saydam, daha bir molla tavırlı; mal veya fikir satacağız diye işi hafife almaktansa, telaşsız, ağırbaşlı bir tavırda ısrarı tercih ediyor. Cin fikirlilikten çok sağduyu ve güvenilirlik değerlerine sahip görünüyor.”
Buraya kadar sorun yok... Felaket bundan sonrasında. Şöyle devam etmiş ustamız: “Ali Saydam, Cem Yılmaz'ı yazdı geçen gün. ‘Cem Yılmaz fan'ı olarak yaşıyorum’ dedi. Bu bir iletişim uzmanı için, hem de konu ‘reklam’ iken aşırı bir angajman değil mi? Son sözünü de okudum: ’Kimse bana Cem Yılmaz'ı ya da onun içinde bulunduğu bir işi eleştiren yazı yazdıramaz’... ’Bana sağcılar adam öldürüyor, dedirtemezsiniz’ sözünü tekrarlıyor. Kulakları çınlasın!”
Devrim Hoca’dan bir ders daha aldım. Ne diyeceksen adam gibi de. Shakespeare’in o meşhur Julius Sezar cümlesi de aklıma gelmedi değil: “Sen de mi Brütüs! O zaman yıkıl Sezar!”...
Ülker’den ‘üç saniye’ hatası
Sporun önemini gören ve bunu kendi markasıyla basketbol dünyasına kazandıran Ülker son iki yıldır basketbol takımındaki oyuncuları ürünlerinin reklamlarında oynatıyor. Şu çok tartışılan İbrahim Kutluay’lı ColaTurka Light reklamını hatırlayacaksınız. Ardından Ülker basketbol takımını reklamlarda görmeye başladık. Paris’teki kampta annelerinin yemeklerini özleyen oyuncular çikolatalı Hanımeller bisküvisini yedikten sonra annelerini hatırlayıp telefona sarılıyorlar. Hal hatır soruyorlar. Bize de ‘Hanımeller bisküvisi annelerimizin mis gibi kokan kekleri lezzetinde’ mesajını almak kalıyor.
Buraya kadar herşey tamam. Ancak yeni yılla birlikte reklam yeniden dönünce, “Ülker bu kez 3 saniye koridorunda fazla kaldı” dedim. Bilirsiniz, hücum sırasında bir oyuncunuz pota altında ayrı renkle belirtilmiş bölgede 3 saniyeden fazla kalırsa, top rakibe geçer...
Reklamda oynayan 10 basketçiden tam 6 tanesi yeni sezonda başka kulüplere gitti. Belli ki bu filmin de, bunda oynamış oyuncuların da telif hakları Ülker’de. Yasal bir sakınca yok yani. Ama algılama sakıncası var. Bunu basketseverlerin anlamaması mümkün değil. Reklamdaki 4 yabancı oyuncu başka ülkelerde çeşitli kulüpler için ter dökerken kendilerini hâlâ Ülkerspor forması altında görünce kahkahayı basıyorlardır herhalde...
Reklam dört dörtlük, ya PR?
Hem Visa’yı kutlamak gerek hem de reklam ajansı Güzel Sanatlar’ı. Bankalararası Kart Merkezi’nin hazırlattığı, Okan Bayülgen’in özellikle bakkalın çocuğu rolünde (bu tipi Okan mutlaka Zaga’ya transfer etmeli) büyük başarıyla oynadığı reklam filmlerinin hemen ardından ‘Visa Electron demek, nakit demek’ kampanyasını başlatmaları çok akıllıca, bu bir.
İkincisi, filmi yerli. İthal değil. Bir çok abuk yabancı reklam filmi gibi bize ‘ecnebî’ kalmıyor. Üçüncüsü, çok kısa zamanda derdini son derece yalın bir mesajla anlatmayı başarıyor. Dördüncüsü, popcorn’lu ve çilekli iki film birden sadece 87 bin YTL’ye mal olmuş. Yeni ‘fiyat-performans’ dengesi çok iyi...
Bunlar çok iyi de, Visa’nın Genel Müdür Yardımcısı Aslı Alatan hanımla benim davetli olduğum bir yemekte Visa ile ilgili öğrendiğim şeyleri, böyle özel bir yemekte öğrenmiş olmam, ya benim ayıbım, ya da iletişimini ona layık olduğu şekilde yönetemediği için Visa’nın...
Visa kâr amacı gütmeyen bir kuruluşmuş. Buyurun... Bankalar ‘üyeleri’ imiş. Türkiye’de 25, dünyada binlerce üyesi varmış. Elde edilen gelir ya teknolojik alt yapıya harcanıyormuş, ya da ‘Rabat’ olarak bankalara iade ediliyormuş... Türkiye’de kart kullanma kültürü AB ülkelerinden daha ileride imiş. Borç takanların sayısı AB ortalamasının altındaymış. (Şu taksitli satışların artması yüzünden ‘Memleket elden gidiyor’ paniğine kapılanların bilmesi gereken bir veri bu. Milletimiz ‘hortumcu’ değil yani.)
Bu arada, kartla alışverişin kayıt dışı ekonomiyi engellemesi üzerine çok eğiliyorlar ve bu konuda hükümet politikalarını destekliyorlarmış...
Çalıştıkları PR ajansı Accord’u tanırım. İşlerini çok iyi yaparlar. Visa ile ilgili son iki ayda çıkan haberlerin kupürlerini istedim. Yollamışlar. Mükemmel... Ama dağınık. Odaklanmamış. Hangi konunun arkasında tam olarak durduklarını anlamak zor. PR şirketi işini mükemmelen yapmış. Visa’nın ev ödevi ise zayıf... İletişimde odaklanmazsan ve durmadan tekrarlamazsan, algılatamazsın. Ya da herkes, o ünlü soruyla Visa’nın bu dünyada ne için var olduğunu’ algıladı da bir tek ben mi ‘ecnebî’ kaldım?
Kısa...Kısa...Kısa...
· Sinan Çetin Plato yayınlarından Ayn Rand’ın kitaplarını çıkarıp duruyor. En son ‘Kapitalizm, bilinmeyen ideal’ geldi. Allah razı olsun. Bizde yazar denince solcu aydın gelirdi akla. Liberalizmin yazarı Ayn Rand’ı Türkiye’ye ancak Sinan Çetin gibi, aklıyla duyguları birbirine çok yakın olan biri getirebilirdi. Bir de şu kitaplar okunabilecek gibi olsaymış. Minicik harfler, binlerce sayfa... Gel de çık işin içinden. Onun yüzünden gözlük numaram arttı. Değiştirdim. Kendisine söyledim. “Söz” dedi, “Senin gibiler için, kocaman harflerle basılmışını da çıkaracağım”. ‘Senin gibiler’ derken ne demek istedi acaba?..
· Bu hafta birikmiş kitaplar var. Bircan Silan’ın kitabı ‘Dört Yapraklı Yonca’yı yeni okuyabildim. Türkan, Hülya, Filiz ve Fatma benim de starlarımdı. Bu bana onları ön adlarıyla anma izni verir. Liseden kaçıp Marmara sinemasında izlediğim filmleri bugün TV’lerde tekrar izlediğimde, bir garip hüzün doluyor içime. Kitabı okurken de öyle oldu.
· Ipana’nın şu sıra iki reklamı dönüyor. Bir tanesinde göl kıyısında bir gençlik kampı görülüyor. Gölün üzerinde kürek yarışına katılmaya hazırlanan gençlerin tekneleri. Kıyı cıvıl cıvıl. Çadırlar tertemiz. O arada kar gibi gömleği ile bir diş hekimi belirip, açık havada o bildiğimiz 7 maddelik diş bakım testini bir gence uyguluyor. Bu film bana çok ‘ecnebi’ geldi. Soğuk ve uzak. İkinci film ise süper. Bir çizgi film bu. Ipana’nın ilköğretim çocuklarına yönelik bir sosyal sorumluluk kampanyasından yola çıkılarak hazırlanmış. Yerli, bizden, sıcacık. Ipana’cılar katılmıyorlarsa bana yazsınlar.
Söz vermiştim kendi kendime. Bir daha öyle dolambaçlı, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla, türünden yazılar yazmayacaktım... Yazmadım da zaten.
Fakat geçen hafta şeytan dürttü. Cem Yılmaz’ın son reklam filmini ele alan bir yazı yazdım. Yazının içinde reklamını yaptığı ürünün tek kelime ile adı geçmiyordu. En azından buna pek çok kimse ‘uyanmış’. Şöyle demişim: “Herkes hem hayran olmuş filme, hem de ince ince beni tahrik ediyor. Yarı açık komplo!.. Akılları sıra beni tongaya düşürüp aslanlara yem olarak atacaklar. Arka plandaki gizli tahrik unsuru soruyla başlıyor zaten: Cem Yılmaz’ın filmini gördün mü?.. Ben de Cem’in deyişiyle ‘sazanlık’ yapıp diyeceğim ki, “Evet gördüm. Müthiş bir Cem Yılmaz filmi. Bak sen de ‘Cem Yılmaz’ı gördün mü’, diyorsun. Demek ki film Cem’e yontuyor işi. Nerede ürün?..” falan diye başlayıp döktüreceğim... Yok öyle yağma. Herkes deli gibi filmi izlerken, bir tek enayi ben miyim? İşin ‘iletişim harcamalarının geri dönüşü’, ‘entegre iletişim’, ‘iş sonuçları’, ‘ürünün bilinirliğini hızla artırmanın orta vadede satışı artırmaya yetmeyebileceği, tam tersi etki yapabileceği’ gibi ‘entel dantel’ yanına vurgu yapıp eleştirmeye kalkacak kadar. Hayır efendim. Tam tersine. Bayıldım. Cem Yılmaz’a da filmine de!”
Baştan sona satır arası, ince ince eleştiri içeren yazı bu kez pek çok kimseye ‘geçmiş’. Ama yine herkese değil... İşin en üzücü yanı ise bizim mesleğin en büyük ustalarından Hakkı Devrim ağabeyimize ‘geçmemiş’ olması. Gel de kahrolma!
Yazıyı ona ‘doğru okutamamış’ olsam da, benim duruşumu çok doğru okumuş Hakkı Devrim ağabeyim. Ondan zaten şüphem yoktu. Şöyle demiş Salı günü yazdığı yazıda:
“Ön planda iki yazan-uzman dikkati çekiyor: Ali Atıf Bir ile Ali Saydam; biri Hürriyet'in, diğeri Sabah'ın yazarı.
Bir, uzaktan bakınca, uzmanlık alanında şaklabanlığın ağırlıklı bir yeri olduğuna inanır görünüyor. Reklamda ve sanırım iletişimde de neşeli, şakacı tutum ve davranışların faydasına inandığı, hatta gerekliyse soytarılığın sınırlarında dolaşmakta bir sakınca görmediği izlenimini veriyor.
Saydam, daha bir molla tavırlı; mal veya fikir satacağız diye işi hafife almaktansa, telaşsız, ağırbaşlı bir tavırda ısrarı tercih ediyor. Cin fikirlilikten çok sağduyu ve güvenilirlik değerlerine sahip görünüyor.”
Buraya kadar sorun yok... Felaket bundan sonrasında. Şöyle devam etmiş ustamız: “Ali Saydam, Cem Yılmaz'ı yazdı geçen gün. ‘Cem Yılmaz fan'ı olarak yaşıyorum’ dedi. Bu bir iletişim uzmanı için, hem de konu ‘reklam’ iken aşırı bir angajman değil mi? Son sözünü de okudum: ’Kimse bana Cem Yılmaz'ı ya da onun içinde bulunduğu bir işi eleştiren yazı yazdıramaz’... ’Bana sağcılar adam öldürüyor, dedirtemezsiniz’ sözünü tekrarlıyor. Kulakları çınlasın!”
Devrim Hoca’dan bir ders daha aldım. Ne diyeceksen adam gibi de. Shakespeare’in o meşhur Julius Sezar cümlesi de aklıma gelmedi değil: “Sen de mi Brütüs! O zaman yıkıl Sezar!”...
Ülker’den ‘üç saniye’ hatası
Sporun önemini gören ve bunu kendi markasıyla basketbol dünyasına kazandıran Ülker son iki yıldır basketbol takımındaki oyuncuları ürünlerinin reklamlarında oynatıyor. Şu çok tartışılan İbrahim Kutluay’lı ColaTurka Light reklamını hatırlayacaksınız. Ardından Ülker basketbol takımını reklamlarda görmeye başladık. Paris’teki kampta annelerinin yemeklerini özleyen oyuncular çikolatalı Hanımeller bisküvisini yedikten sonra annelerini hatırlayıp telefona sarılıyorlar. Hal hatır soruyorlar. Bize de ‘Hanımeller bisküvisi annelerimizin mis gibi kokan kekleri lezzetinde’ mesajını almak kalıyor.
Buraya kadar herşey tamam. Ancak yeni yılla birlikte reklam yeniden dönünce, “Ülker bu kez 3 saniye koridorunda fazla kaldı” dedim. Bilirsiniz, hücum sırasında bir oyuncunuz pota altında ayrı renkle belirtilmiş bölgede 3 saniyeden fazla kalırsa, top rakibe geçer...
Reklamda oynayan 10 basketçiden tam 6 tanesi yeni sezonda başka kulüplere gitti. Belli ki bu filmin de, bunda oynamış oyuncuların da telif hakları Ülker’de. Yasal bir sakınca yok yani. Ama algılama sakıncası var. Bunu basketseverlerin anlamaması mümkün değil. Reklamdaki 4 yabancı oyuncu başka ülkelerde çeşitli kulüpler için ter dökerken kendilerini hâlâ Ülkerspor forması altında görünce kahkahayı basıyorlardır herhalde...
Reklam dört dörtlük, ya PR?
Hem Visa’yı kutlamak gerek hem de reklam ajansı Güzel Sanatlar’ı. Bankalararası Kart Merkezi’nin hazırlattığı, Okan Bayülgen’in özellikle bakkalın çocuğu rolünde (bu tipi Okan mutlaka Zaga’ya transfer etmeli) büyük başarıyla oynadığı reklam filmlerinin hemen ardından ‘Visa Electron demek, nakit demek’ kampanyasını başlatmaları çok akıllıca, bu bir.
İkincisi, filmi yerli. İthal değil. Bir çok abuk yabancı reklam filmi gibi bize ‘ecnebî’ kalmıyor. Üçüncüsü, çok kısa zamanda derdini son derece yalın bir mesajla anlatmayı başarıyor. Dördüncüsü, popcorn’lu ve çilekli iki film birden sadece 87 bin YTL’ye mal olmuş. Yeni ‘fiyat-performans’ dengesi çok iyi...
Bunlar çok iyi de, Visa’nın Genel Müdür Yardımcısı Aslı Alatan hanımla benim davetli olduğum bir yemekte Visa ile ilgili öğrendiğim şeyleri, böyle özel bir yemekte öğrenmiş olmam, ya benim ayıbım, ya da iletişimini ona layık olduğu şekilde yönetemediği için Visa’nın...
Visa kâr amacı gütmeyen bir kuruluşmuş. Buyurun... Bankalar ‘üyeleri’ imiş. Türkiye’de 25, dünyada binlerce üyesi varmış. Elde edilen gelir ya teknolojik alt yapıya harcanıyormuş, ya da ‘Rabat’ olarak bankalara iade ediliyormuş... Türkiye’de kart kullanma kültürü AB ülkelerinden daha ileride imiş. Borç takanların sayısı AB ortalamasının altındaymış. (Şu taksitli satışların artması yüzünden ‘Memleket elden gidiyor’ paniğine kapılanların bilmesi gereken bir veri bu. Milletimiz ‘hortumcu’ değil yani.)
Bu arada, kartla alışverişin kayıt dışı ekonomiyi engellemesi üzerine çok eğiliyorlar ve bu konuda hükümet politikalarını destekliyorlarmış...
Çalıştıkları PR ajansı Accord’u tanırım. İşlerini çok iyi yaparlar. Visa ile ilgili son iki ayda çıkan haberlerin kupürlerini istedim. Yollamışlar. Mükemmel... Ama dağınık. Odaklanmamış. Hangi konunun arkasında tam olarak durduklarını anlamak zor. PR şirketi işini mükemmelen yapmış. Visa’nın ev ödevi ise zayıf... İletişimde odaklanmazsan ve durmadan tekrarlamazsan, algılatamazsın. Ya da herkes, o ünlü soruyla Visa’nın bu dünyada ne için var olduğunu’ algıladı da bir tek ben mi ‘ecnebî’ kaldım?
Kısa...Kısa...Kısa...
· Sinan Çetin Plato yayınlarından Ayn Rand’ın kitaplarını çıkarıp duruyor. En son ‘Kapitalizm, bilinmeyen ideal’ geldi. Allah razı olsun. Bizde yazar denince solcu aydın gelirdi akla. Liberalizmin yazarı Ayn Rand’ı Türkiye’ye ancak Sinan Çetin gibi, aklıyla duyguları birbirine çok yakın olan biri getirebilirdi. Bir de şu kitaplar okunabilecek gibi olsaymış. Minicik harfler, binlerce sayfa... Gel de çık işin içinden. Onun yüzünden gözlük numaram arttı. Değiştirdim. Kendisine söyledim. “Söz” dedi, “Senin gibiler için, kocaman harflerle basılmışını da çıkaracağım”. ‘Senin gibiler’ derken ne demek istedi acaba?..
· Bu hafta birikmiş kitaplar var. Bircan Silan’ın kitabı ‘Dört Yapraklı Yonca’yı yeni okuyabildim. Türkan, Hülya, Filiz ve Fatma benim de starlarımdı. Bu bana onları ön adlarıyla anma izni verir. Liseden kaçıp Marmara sinemasında izlediğim filmleri bugün TV’lerde tekrar izlediğimde, bir garip hüzün doluyor içime. Kitabı okurken de öyle oldu.
· Ipana’nın şu sıra iki reklamı dönüyor. Bir tanesinde göl kıyısında bir gençlik kampı görülüyor. Gölün üzerinde kürek yarışına katılmaya hazırlanan gençlerin tekneleri. Kıyı cıvıl cıvıl. Çadırlar tertemiz. O arada kar gibi gömleği ile bir diş hekimi belirip, açık havada o bildiğimiz 7 maddelik diş bakım testini bir gence uyguluyor. Bu film bana çok ‘ecnebi’ geldi. Soğuk ve uzak. İkinci film ise süper. Bir çizgi film bu. Ipana’nın ilköğretim çocuklarına yönelik bir sosyal sorumluluk kampanyasından yola çıkılarak hazırlanmış. Yerli, bizden, sıcacık. Ipana’cılar katılmıyorlarsa bana yazsınlar.