Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?..
17 ekim 2023 yeni şafak
Bu ünlü özdeyiş Ziya Paşa’ya ait… Sanki ABD, yandaşları ve İsrail için söylenmiş… İnsana ve insanlığa çıkarlar doğrultusunda saldırmanın bedeli nasıl ödeniyor, tarih gösterecektir…
20. yüzyılın ilk yarısının sonuna kadar müstemlekeleri üzerinden kültürel ve ekonomik hegemonyaları vasıtasıyla dünyadaki egemenliklerini perçinlemiş olan Avrupa ülkeleri, zaman içinde ABD’nin önce ekonomik sonra da kültürel istilasını kabullenmek zorunda kaldılar.
Kolonyalizm yerini emperyalizme bırakırken, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkeler ABD’nin belirlenimi altına girip peşine takıldılar…
ABD ise, kendi çıkarları doğrultusunda gözüne kestirdiği ülkenin koşullarına göre üç stratejiyi alternatifli olarak devreye soktu… Ya doğrudan askerî müdahalede bulundu; ya o ülkelerdeki askeri darbeleri veyahut sivil iç savaşlarda bir tarafı destekledi; ya da bir zamanlar NPQ’nun yayıncısı olan, son yıllarda ise adından Noema Magazine ve The World Post genel yayın yönetmeni, aynı zamanda İsviçre Migros tarafından desteklenen siyasi araştırmalar kuruluşu Berggruen Enstitüsü’nün kurucu ortağı ve kıdemli danışmanı olarak söz ettiren Nathan Gardels’ın tespit ettiği gibi "ABD, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere Hollywood ve MTV’yi gönderdi"…
Kamu diplomasisi ve hedef ülkelerin algılarını ABD çıkarları doğrultusunda yönetme konusu Gardels’ın bu cümlesinden daha iyi nasıl ifade edilebilirdi acaba…
Bütün bunlara rağmen ABD, söz konusu üçlü stratejileri uygularken, uzunca süredir bölge halklarının ve kahramanca savaşan ulusların direnişiyle karşılaşıp oralardan arkasına bakmadan çekilmek zorunda kalıp durdu.
Vietnam… Şili… Dominik Cumhuriyeti… Bolivya… Türkiye… Afganistan… Irak… Suriye… ABD’nin üçlü stratejilerinin ya hepsini ya da ikili üçlü kombinasyonlarını uyguladığı ülkelerdi…
Tam da Ziya Paşa’nın dediği gibi, dünya halklarını âciz ve yalnız görerek çıkarlarını dikte etme politikası, bu kez de hüsrana uğrayacaktır… ABD’nin bu ülkelere uyguladığı politikaların ekseninde özgürlük, barış ve demokrasi yattığı algısını dünya bir zamanlar %85’e varan oranlarda ‘yiyordu’… Artık yemiyor… Aynı şekilde İsrail’in mağduriyet yaratıp sözüm ona kendini savunma bahanesiyle düzenlediği saldırıları ve yayılma politikalarını da kimse yemeyecek…
Dünyanın çeşitli başkentlerinde insanlar protestolara başladılar bile… Öğrencilik yıllarımızdaki Vietnam gösterileri geldi bir an aklıma… “Bir, iki, üç, dört, daha fazla Vietnam; Ho Chi Minh’e bin selam!” sloganıyla anti-emperyalist yürüyüşlerimiz… Sonra da ABD askerleri ve yandaşlarının Saigon’daki Büyükelçilik binasının tepesine inip oradan kalkan helikopterle son uçak gemisine erişmek üzere trajik kaçışlarını gösteren belgesel filmler…
Hoş Hollywood, Vietnam ve dünyanın dört bir yanında uğradığı ABD yenilgilerini örtbas etmek için Rambo’yu, Argo’yu, Spy Game’i ve diğer yüzlerce filmi çekti ama nafile… ABD ve İsrail’i bekleyen mukadderat değişmeyecektir… “My future is my past” (Geleceğim geçmişimdir) demiş Churchill… ABD ve İsrail’in bu insanlık dışı saldırganlıklarının, onlar adına nelere mal olacağını tahmin etmek için geçmişe bakmakta yarar var…
Günün sözü
“Rüzgâra karşı tüküren, kendi yüzüne tükürür”…
İtalyan Atasözü
Gözümüze takılanlar…
20. yüzyılın ilk yarısının sonuna kadar müstemlekeleri üzerinden kültürel ve ekonomik hegemonyaları vasıtasıyla dünyadaki egemenliklerini perçinlemiş olan Avrupa ülkeleri, zaman içinde ABD’nin önce ekonomik sonra da kültürel istilasını kabullenmek zorunda kaldılar.
Kolonyalizm yerini emperyalizme bırakırken, İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkeler ABD’nin belirlenimi altına girip peşine takıldılar…
ABD ise, kendi çıkarları doğrultusunda gözüne kestirdiği ülkenin koşullarına göre üç stratejiyi alternatifli olarak devreye soktu… Ya doğrudan askerî müdahalede bulundu; ya o ülkelerdeki askeri darbeleri veyahut sivil iç savaşlarda bir tarafı destekledi; ya da bir zamanlar NPQ’nun yayıncısı olan, son yıllarda ise adından Noema Magazine ve The World Post genel yayın yönetmeni, aynı zamanda İsviçre Migros tarafından desteklenen siyasi araştırmalar kuruluşu Berggruen Enstitüsü’nün kurucu ortağı ve kıdemli danışmanı olarak söz ettiren Nathan Gardels’ın tespit ettiği gibi "ABD, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere Hollywood ve MTV’yi gönderdi"…
Kamu diplomasisi ve hedef ülkelerin algılarını ABD çıkarları doğrultusunda yönetme konusu Gardels’ın bu cümlesinden daha iyi nasıl ifade edilebilirdi acaba…
Bütün bunlara rağmen ABD, söz konusu üçlü stratejileri uygularken, uzunca süredir bölge halklarının ve kahramanca savaşan ulusların direnişiyle karşılaşıp oralardan arkasına bakmadan çekilmek zorunda kalıp durdu.
Vietnam… Şili… Dominik Cumhuriyeti… Bolivya… Türkiye… Afganistan… Irak… Suriye… ABD’nin üçlü stratejilerinin ya hepsini ya da ikili üçlü kombinasyonlarını uyguladığı ülkelerdi…
Tam da Ziya Paşa’nın dediği gibi, dünya halklarını âciz ve yalnız görerek çıkarlarını dikte etme politikası, bu kez de hüsrana uğrayacaktır… ABD’nin bu ülkelere uyguladığı politikaların ekseninde özgürlük, barış ve demokrasi yattığı algısını dünya bir zamanlar %85’e varan oranlarda ‘yiyordu’… Artık yemiyor… Aynı şekilde İsrail’in mağduriyet yaratıp sözüm ona kendini savunma bahanesiyle düzenlediği saldırıları ve yayılma politikalarını da kimse yemeyecek…
Dünyanın çeşitli başkentlerinde insanlar protestolara başladılar bile… Öğrencilik yıllarımızdaki Vietnam gösterileri geldi bir an aklıma… “Bir, iki, üç, dört, daha fazla Vietnam; Ho Chi Minh’e bin selam!” sloganıyla anti-emperyalist yürüyüşlerimiz… Sonra da ABD askerleri ve yandaşlarının Saigon’daki Büyükelçilik binasının tepesine inip oradan kalkan helikopterle son uçak gemisine erişmek üzere trajik kaçışlarını gösteren belgesel filmler…
Hoş Hollywood, Vietnam ve dünyanın dört bir yanında uğradığı ABD yenilgilerini örtbas etmek için Rambo’yu, Argo’yu, Spy Game’i ve diğer yüzlerce filmi çekti ama nafile… ABD ve İsrail’i bekleyen mukadderat değişmeyecektir… “My future is my past” (Geleceğim geçmişimdir) demiş Churchill… ABD ve İsrail’in bu insanlık dışı saldırganlıklarının, onlar adına nelere mal olacağını tahmin etmek için geçmişe bakmakta yarar var…
Günün sözü
“Rüzgâra karşı tüküren, kendi yüzüne tükürür”…
İtalyan Atasözü
Gözümüze takılanlar…
- İş insanı, Mimar ve Sivil toplum gönüllüsü Mehmet Kalyoncu’nun Cumhuriyetin 100. yılına ithafen bestelediği “Emanet” adlı eseri, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Salonu’ndaki Gala gecesinde sanatseverlerle buluşmuş. Piyanoda “Emanet”i seslendiren Kalyoncu’ya İstanbul Film Müzikleri Orkestrası eşlik etmiş. Mehmet Bey ilk bestelerini yaptığı yıllardan beri bu eserin hayalini kuruyormuş. Galada konuşan Kalyoncu bestesini, ‘millî bağımsızlığımızı’ ve onu bize kazandıranları ilelebet hatırlamak için bir vesile olarak gördüğünü ifade etmiş. “100 yıl önce bu günlerde bir hayal, ortak etti birbirine koca bir milleti. Hayaller hedeflere, hedefler adımlara dönüştü. Büyük bir adım atıldı. Bugün yeni hayaller kurmamızı sağlayan devletimizin kurucuları ve bu yolda canlarını veren şehitlerimiz bizlere emanet etti bu Cumhuriyet” diyen Kalyoncu, biz de birbirimize emanetiz, diyerek anlamlı bir mesaj vermiş.
- Kabul etmeliyiz ki bazen eleştirdiğimiz, hatta nefret ettiğimiz, öfkelendiğimiz TV ya da internet yayınlarını izlerken buluyoruz kendimizi. Klinik Psikolog Ali Pamir Kaplan, bu durumu psikolojik boyutuyla açıklamış. ‘Hate watching’ adı verilen davranış, nefret veya öfke hissetmenin insanları ‘tatmin’ ederek ‘mutlu’ kılmasıyla alakalıymış. Sosyal psikoloji açısından ise ‘ortak bir nefret nesnesinin’ insanları birbirlerine ortak bir sevgi nesnesinden daha çok yaklaştırdığı, bir gruba ait hissetmelerini sağladığı düşünülüyormuş. Bir zamanlar magazin programlarında çok sık gördüğümüz “Kadınları dövmek lazım diyen” Levent adındaki karakteri hatırlarsınız ya da harcadıkları paralarla magazinden düşmeyen meşhurları… ‘Hate person’ denen bu tiplerin iletişim terminolojisindeki adıyla ‘tanınırlık’ kazanmak için alametifarikalarının nefret olduğu belliydi de biz izleyicilerin de bundan çıkarımız olduğu pek çokları için şaşırtıcıdır. (Taner Türker, Kalamış Psikoloji)
- Üçay İnşaat Grup Direktörü Mehmet Gül, kentsel dönüşümün önünde engel olarak görülen parametrelerin devletin sağladığı olanaklarla aşıldığını söylemiş ve bu süreçte mağdur olmamak için izlenmesi gereken adımları paylaşmış. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın belirlediği, müteahhit firmalarının teknik ve mali yeterliliklerine göre kaç metrekarelik işlerde çalışabileceklerini gösteren sınıflandırmalara dikkat edilmeliymiş. Ayrıca müteahhit firmadan teminat alınması, sözleşmenin bir avukatla birlikte düzenlenerek kapsamının doğru belirlenmesi, teknik şartname hazırlanması ve projede kullanılacak malzemelerin özelliklerin belirtilmesi de önemliymiş. (Ezgi Temoçin, ETM)