'Sen varsın ya, artık ölsem de gam yemem'
14 Kasım 2009 Akşam Gazetesi
Geçenlerde lütfedip TVNet’e davet ettiler... Mustafa Özkaya Bey’in Akşama Doğru adlı programında bir saat marka hakkında konuştuk... Çok iyi bir programdı. Marka konusunda fikrimi soranlara gönül rahatlığıyla CD’sini gönderebileceğim bir kayıt çıktı ortaya...
O programda da ürün markası, kent markası, ülke markası arasındaki bağlantı konuşuldu... Orada dile getirmediğimiz iki örneği ele almakta yarar var...
Birincisi; ülke markasının en temel öğelerinden biri, o ülkenin siyasi iklimidir... İsviçre’ye mi gitmek istersin, Bangladeş’e mi? Belki Bangladeş İsviçre’den daha da bir cennettir... Ama hayır! 100 kişiden 100’ü de İsviçre, diyecektir...
İkinci olarak ürün markası, kent markası, ülke markası arasındaki bağlantıyı en iyi gözlemleyebileceğimiz örneklere hiç şüphesiz gıda alanında rastlamak mümkündür. İsviçre, çikolata (Nestle, Toblerone, Lindt vb.), peynir (Gruyer, Emmental, Tilsiter)... Almanya, bira, Löwenbraeu; sosis, Frankfurter. İtalya, salami, Citterio; jambon, Prosciutto di Parma... Örnekleri yüzlerle ifade etmek mümkündür...
***
Peki Türkiye her iki alanda ne durumdadır?
Siyasi durum daha sık ele alınıyor... Örneğin Ergenekon davasının içeriği ve bunca zaman uzamasının; başlangıcı ve sonu olmayan bir boyut kazanmak üzere gelişmesinin ülke markasına getirdiği katma değer muazzamdır(!) mesela...
Peki ya gıda durumu nasıldır? Hangi gıda ürünümüz, hangi marka ile uluslararası piyasalarda ‘registered’ (tescilli) bir şekilde kabul görmekte, ülke markamıza değer katmaktadır?..
Lokal birer lezzet harikası olarak, şehvetli tatlar üretilebilmekte ancak kapitalizmin gereği bir ulusal ve evrensel marka inşasını oluşturulamamaktadır...
Mesela Adana Kebabı... Türkiye’nin her yerinde yedim... Fakat Adana’da, özellikle de Menekşe’de yediğim gibisine rastlamadım. Antep Baklavası için de aynı şey geçerlidir. Hangi özelliği yüzündendir bilemem ama Antep’te yapılan baklavanın lezzeti farklı olur... İstanbul Acıbadem’de ve Bağdat Caddesi’nde bulunan Antebi, kebabı kendisi yapar ama baklavayı her gün taptaze Antep’ten getirtir...
Menekşe’ye gelince, bambaşka bir âlem... Aslında iş yemeklerini falan oraya almak büyük talihsizlik... İnsan her an ruhunu teslim edebilir... Menekşe’nin sahibi Cevdet Menekşe 50 yıldır bu işi yapıyormuş. Hatta Yılmaz Güney’in Umut filminde arka planda kebap yapan adam rolünde görülmekte... Bana bir metre uzunluğunda Adana Kebabı yaptı (ya da yaptırdı). Bir gün burada yazacağımı bilmeden...
Belki biraz kızdırmış olabilirim. İddialaşıp ahşap bir konstrüksiyon üstünde öyle bir sunumla getirdi ki kebabı, İsviçrelilerin o ünlü deyişi aklıma geldi ve sonrasında zaten kaybetmişim kendimi... “Numene di und nachher sterbe!..” (Sen varsın ya, artık ölsem de gam yemem!)... Nasıl yiyip bitirdiğimi hatırlamıyorum...
***
Peki muhteşem Adana Kebabı’nın markası Adana’ya ve ülkeye ve de tabii ki kebapçılara ne kadar yarıyor?..
Bana sorarsanız; yok denecek kadar az... Tam tersine; yaratılan algılama kaosu ve müphemiyet Adana Kebabı’nın algısı üzerinde çarpan değil bölen etkisi yaratmaktadır...
Peki ne yapılabilir? Bu sorunun yanıtını, Bozcaada’da adanın eşrafı bana “Ünlü Çavuş üzümü markasını nasıl koruruz?”diye sorduklarında verdiğim cevabın bir benzerini oluşturarak belki karşılayabiliriz...
İşe şuradan başlanabilir mi mesela: Adana Belediyesi yörenin en usta kebapçılarını bir araya getirir, onların yanına bir de akademisyenleri davet eder... Onlara der ki: Bize bir Adana Kebabı standardı hazırlayın... Böylece nasıl yapılacağı ‘tescillenmiş’ bir Adana Kebabı çıkar ortaya. Ondan sonra her yıl bu standartlara göre yarışma düzenlersiniz... En iyi Adnan Kebapçılarını ödüllendirirsiniz... Bir sonraki aşama kebapçılara standart belgesi, tavsiye amblemi verilmesidir... Bu işi ülke içinde ve dışında yapabilirsiniz...
Süreci böyle yönetmeye başladınız mı, kentin, bölgenin ve ülkenin markasını da benzer bir zihniyetle ele almanın mümkün olduğunu göreceksinizdir...
Aynı yaklaşım, Çavuş Üzümü için de geçerlidir, siyasetimiz için de, diğer marka kültürleri için de...
Çok mu hayalciyim acaba?..
Geçenlerde lütfedip TVNet’e davet ettiler... Mustafa Özkaya Bey’in Akşama Doğru adlı programında bir saat marka hakkında konuştuk... Çok iyi bir programdı. Marka konusunda fikrimi soranlara gönül rahatlığıyla CD’sini gönderebileceğim bir kayıt çıktı ortaya...
O programda da ürün markası, kent markası, ülke markası arasındaki bağlantı konuşuldu... Orada dile getirmediğimiz iki örneği ele almakta yarar var...
Birincisi; ülke markasının en temel öğelerinden biri, o ülkenin siyasi iklimidir... İsviçre’ye mi gitmek istersin, Bangladeş’e mi? Belki Bangladeş İsviçre’den daha da bir cennettir... Ama hayır! 100 kişiden 100’ü de İsviçre, diyecektir...
İkinci olarak ürün markası, kent markası, ülke markası arasındaki bağlantıyı en iyi gözlemleyebileceğimiz örneklere hiç şüphesiz gıda alanında rastlamak mümkündür. İsviçre, çikolata (Nestle, Toblerone, Lindt vb.), peynir (Gruyer, Emmental, Tilsiter)... Almanya, bira, Löwenbraeu; sosis, Frankfurter. İtalya, salami, Citterio; jambon, Prosciutto di Parma... Örnekleri yüzlerle ifade etmek mümkündür...
***
Peki Türkiye her iki alanda ne durumdadır?
Siyasi durum daha sık ele alınıyor... Örneğin Ergenekon davasının içeriği ve bunca zaman uzamasının; başlangıcı ve sonu olmayan bir boyut kazanmak üzere gelişmesinin ülke markasına getirdiği katma değer muazzamdır(!) mesela...
Peki ya gıda durumu nasıldır? Hangi gıda ürünümüz, hangi marka ile uluslararası piyasalarda ‘registered’ (tescilli) bir şekilde kabul görmekte, ülke markamıza değer katmaktadır?..
Lokal birer lezzet harikası olarak, şehvetli tatlar üretilebilmekte ancak kapitalizmin gereği bir ulusal ve evrensel marka inşasını oluşturulamamaktadır...
Mesela Adana Kebabı... Türkiye’nin her yerinde yedim... Fakat Adana’da, özellikle de Menekşe’de yediğim gibisine rastlamadım. Antep Baklavası için de aynı şey geçerlidir. Hangi özelliği yüzündendir bilemem ama Antep’te yapılan baklavanın lezzeti farklı olur... İstanbul Acıbadem’de ve Bağdat Caddesi’nde bulunan Antebi, kebabı kendisi yapar ama baklavayı her gün taptaze Antep’ten getirtir...
Menekşe’ye gelince, bambaşka bir âlem... Aslında iş yemeklerini falan oraya almak büyük talihsizlik... İnsan her an ruhunu teslim edebilir... Menekşe’nin sahibi Cevdet Menekşe 50 yıldır bu işi yapıyormuş. Hatta Yılmaz Güney’in Umut filminde arka planda kebap yapan adam rolünde görülmekte... Bana bir metre uzunluğunda Adana Kebabı yaptı (ya da yaptırdı). Bir gün burada yazacağımı bilmeden...
Belki biraz kızdırmış olabilirim. İddialaşıp ahşap bir konstrüksiyon üstünde öyle bir sunumla getirdi ki kebabı, İsviçrelilerin o ünlü deyişi aklıma geldi ve sonrasında zaten kaybetmişim kendimi... “Numene di und nachher sterbe!..” (Sen varsın ya, artık ölsem de gam yemem!)... Nasıl yiyip bitirdiğimi hatırlamıyorum...
***
Peki muhteşem Adana Kebabı’nın markası Adana’ya ve ülkeye ve de tabii ki kebapçılara ne kadar yarıyor?..
Bana sorarsanız; yok denecek kadar az... Tam tersine; yaratılan algılama kaosu ve müphemiyet Adana Kebabı’nın algısı üzerinde çarpan değil bölen etkisi yaratmaktadır...
Peki ne yapılabilir? Bu sorunun yanıtını, Bozcaada’da adanın eşrafı bana “Ünlü Çavuş üzümü markasını nasıl koruruz?”diye sorduklarında verdiğim cevabın bir benzerini oluşturarak belki karşılayabiliriz...
İşe şuradan başlanabilir mi mesela: Adana Belediyesi yörenin en usta kebapçılarını bir araya getirir, onların yanına bir de akademisyenleri davet eder... Onlara der ki: Bize bir Adana Kebabı standardı hazırlayın... Böylece nasıl yapılacağı ‘tescillenmiş’ bir Adana Kebabı çıkar ortaya. Ondan sonra her yıl bu standartlara göre yarışma düzenlersiniz... En iyi Adnan Kebapçılarını ödüllendirirsiniz... Bir sonraki aşama kebapçılara standart belgesi, tavsiye amblemi verilmesidir... Bu işi ülke içinde ve dışında yapabilirsiniz...
Süreci böyle yönetmeye başladınız mı, kentin, bölgenin ve ülkenin markasını da benzer bir zihniyetle ele almanın mümkün olduğunu göreceksinizdir...
Aynı yaklaşım, Çavuş Üzümü için de geçerlidir, siyasetimiz için de, diğer marka kültürleri için de...
Çok mu hayalciyim acaba?..