Size bir ‘Spiritüel Yaşam Koçu’ versem?..
01 TEMMUZ 2014
Gazeteye gelen basın bültenlerine göz atarken takıldım. PRoaktif İletişim’den Bilge Eser hanımın imzasıyla gönderilmiş… Gencecik bir hanım kızımızla ilgili bir basın bülteni… Bir de fotoğrafı var. Adı Gülnur Ünal imiş…
Başlık hayli iddialı: “Travmaya Karşı Acılarınızın Üzerini Kapatmayın!”..
Hanım kızımızın kendine uygun gördüğü unvan da bomba gibi: “Spiritüel Gelişim Danışmanı”…
Gülnur hanım kızımız henüz 24 yaşındaymış… Ama daha şimdiden şahsında üç devasa kavramı bir araya getirmeyi başarmış: ‘Spiritüel’, ‘Gelişim’ ve de ‘Danışman’… Ve de pazarlama konusunda hiç de fena durmuyor doğrusu: PR ajansından hizmet almalar, YouTube’da videolar, pek iyi çalışmasa da Web siteleri, Facebook, Twitter hesapları falan…
YouTube’da izleyebileceğiniz konu başlıklarına bir göz atınca, ortada şaşırmak için yeterli neden bulunduğu konusunda bana hak vereceksiniz:
“Aşk ve Bilinçaltı”, “Reiki ve Kuantum Terapi”, “Sağlık ve Bilinçaltı”, “Sezgiler”, “Cesaret”, “Korku”…
Basın bülteni Soma faciasından bir hafta sonra 21 Mayıs’ta gelmiş. Özetle deniyor ki: “Soma’da en çok ateşin düştüğü yer yanıyor ve en büyük acıyı yakınlarını yitirenler yaşıyor. Spiritüel Gelişim Danışmanı Gülnur Ünal travma yaşayanların bu acıların üzerini kapatmadan sonuna kadar yaşamaları gerektiğini belirtirken bir süre sonra hayatlarında yapacakları küçük de olsa olumlu değişikliklerin travmayı en azından hafifletmede yardımcı olacağının altını çizdi.”
Ülkede onca psikolog, psikiyatr varken, öyle bir depar ki, sormayın… Fırsatları değerlendirme konusunda müthiş bir maharet, cesaret ve girişimcilik ruhu…
Her ne kadar web sitesinde ‘Yazıları’, ‘Hizmetleri’, ‘Videoları’ sekmelerinin altı boş olsa da ‘Gülnur Ünal Kimdir’in altı dolu: Önce İstek Özel Atanur Oğuz Lisesi’ni sonra da Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmiş.
Bahçeşehir Üniversitesi’nde Halkla ilişkiler ve Pazarlama İletişimi üzerine Yüksek Lisans yapmış. Ardından Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi’nde Psikoloji ve İletişim alanında dersler almış. Sonrasında da Spiritüel Yaşam Koçluğu ve Kuantum Terapistliği alanında birçok eğitim ve etkinliğe katılmış.
Gülnur Ünal, Etiler’de bulunan ofisinde kişilerin gelişim ve dönüşüm yolculuklarına destek vermeye devam ederken bir yandan da Türkiye’nin önde gelen özel şirketlerinin çalışanlarına yönelik çalışmalarını sürdürüyormuş. Çünkü onun için ‘insan bir mucize’ imiş…
Bravo doğrusu. 24 yaşına neleri sığdırmış Gülnur Hanım…
Bu hikayeyi niye anlattım… Gülnur hanım bir örnek sadece… Bugün Türkiye’de pek çok meslek ancak izne ve yeterlilik belgesine tabi olarak yapılabiliyor… Bazı meslekler bunların dışında. Dileyen kapıya levhayı asıyor ve fatura kesmeye başlıyor:
Yaşam Koçu, PR’cı, Reklamcı, İletişim Danışmanı, Yönetim Danışmanı ya da ‘Her şeyin danışmanı’…
Oysa biraz da bu nedenle bu tür meslekler giderek itibar kaybediyor. Çünkü toplum adına, devlet adına en ufak bir denetim sistemi yok. Kerametleri kendilerinden menkul, “her kör satıcının bir kör alıcısı olur” misali, ‘kaderini arayan girişimci ruh’lu arkadaşlarla dolu bu ‘sektörler’… Mesleki yeterlilik belgesi, doktor, avukat, mimar, mühendiste dibine kadar aranacak, yukarıda saydığım işlerde ise kör tuttuğunu öpecek…
Tabii ki böyle gitmeyecek bu iş. Ne kapitalizm izin verir bu sallapatiliğe, ne de liberalizm… TOBB nezdinde inanılmaz derece yavaş yürüyen, dışarıdan bakıldığından havanda su dövüldüğü izlenimi veren, nasıl gittiği konusunda toplumun adam gibi bilgilendirilmediği bir çalışma var galiba… Sonuçlarını bizim kuşak görmez herhalde…
O nedenle bu tür işlerde her türlü izin birbirine karışması doğaldır… Ve bu kaosun içinde gemisini yüzdüren kaptanlara dilimizi değil şapkamızı çıkarmak durumundayız…
Bizim ‘sürdürülebilirliğimiz’, tercüme…
Az gelişmişliğin temel sorunlarından biri olan sürdürülebilirlik konusundaki zaafa da dikkat çekmeye çalışan, ‘İletişimde Sürdürülebilirlik’ meselesini doktora tezi olarak seçen eşimin çalışmalarını izlerken kavramın nereden çıktığı, ilk kez nerede kullanıldığı meselesi özellikle ilgimi çekmişti… Sanki her ülkenin bir sürdürülebilirlik hikâyesi vardı.
Alman meslekdaşım ve kadim dostum Synchronis Ajansının sahibi Christian Langer bu konudaki merakımı bildiği için, Evangelist Kilise’nin aylık dergisi Chrismon’un geçen ayki sayısında yayınlanmış bir makaleyi yollamış…
Makale 1645 – 1715 yılları arasında yaşamış olan Alman orman bilimcisi Hans Carl von Carlowitz üzerine…
Eşimin çalışmaları sırasında da farkına vardığımız Carlowitz’in, 1618 – 1648 yılları arasındaki 30 yıl savaşlarından perişan halde çıkan ülkenin kalkınma hamlesi adına ormanlara saldırması üzerine çabaları heyecan verici.
1965’de Halle’de liseyi bitiren Carl, Jena’da üniversite okuyor. Doğa araştırmaları ve Orman politikaları. 20 yaşında çıktığı Paris seyahatinde 14. Lui’nin bakanı Colbert’in bir uygulaması dikkatini çekiyor. Savaş gemilerinin yapımı adına ormanların yok edilmesini engellemek için son derece etkili bir mücadele yürüten Bakan’ın fikriyatı, Carlowitz’in geliştireceği yaklaşımın da temelini oluşturuyor. 50 yıl üzerine çalıştığı 400 sayfalık kitabı “Sylvicultura Oeconomica” ölümünden bir yıl önce 1713’te Freiburg’da yayınlanıyor. Kitap özetle bir ormandan ancak ona eklenen ağaç sayısı kadar ağaç kesilebileceği ilkesini anlatıyor. Ve ‘sürdürülebilirlik’ (Nachhaltigkeit) kavramı böylece ilk kez Alman literatürüne geçiyor… Oradan buradan değil bir ülkenin kendi yaşam pratiğinin içinden…
Bizde ise ‘sürdürülebilirlik’ kavramı tercümedir… Tercüme olduğu için de ancak zorlama ile kabul görür, içselleşemez. Dr. Arın Saydam’ın yakında kitap olarak çıkacak doktora tezi de işte tam bu noktada, derinlemesine bir araştırma temelinde ‘kıyaslama’ yöntemi ile olayı içselleştirebilmiş ve içselleştirememiş yapılardan yola çıkarak sürdürülebilir iletişim ile kurumsallaşma arasında bağ kuruyor…
Carlowitz’in mücadelesine dair makaleyle 17’in yüzyılın ilk yarısına uzanırken zamandaki bir sıçramayla 21. Yüzyıla ve Türkiye’de iletişim sektörünün ‘sürdürülebilirlik’ adına nerede durduğunu hatırlayıp, ısrarlı çabaların nasıl kalıcı kılınamadığını düşünmek bile içimin bir tuhaf olmasına yetti.
Teknosa, hayatla teknolojiyi yarıştırıyor
Teknosa’nın reklamı, teknoloji ile hayat arasındaki irtibatı, bir tane ürün bile gösterme ihtiyacı duymadan nasıl da etkili anlatmış. Bu reklamı izlerken satın alma davranışınızın ‘kurma kolu’ vazifesini gören ‘ayaklanmış duygular’ tümüyle devrede.
Reklamın bir bölümü ‘Babalar Günü’ne ithaf edilmişti. “Hangi navigasyon sistemi babalarımızdan daha iyi yol gösterebilir ki? Bize her zaman doğru yolu gösteren babalarımıza saygılarımızla” diyen kısmını Babalar Günü’nde ve öncesinde izlemiştik. Ancak ‘bütünleşik’ reklamda “Hangi televizyon şu manzaradan daha canlı bir görüntü verebilir ki?’ diye başlayarak ‘Hangi film annenin anlattığı masaldan daha iyi olabilir ki?’ diye devam ederek hayatımızın ‘özel insanları’yla en duygusal anlarda bizi buluşturuyor. Ben en çok lisenin pilav gününde yıllardır görmediği sıra arkadaşına koşan beyefendiye bayıldım. Gerçekten de bu pilav günü sürprizi, bir arkadaşımızı internette keşfetmekten çok daha canlı ve etkileyiciydi.
Özetle Teknosa, “Teknoloji hayatın yerini asla tutamaz” derken çok inandığımız bir doğruya işaret etmenin yanı sıra “Ama teknolojiye duyduğunuz o bazı anlarda…” diyerek 300’e yakın mağazasına da gönderme yapmayı başarıyor.
Kıssadan hisse:
1. Satınalma davranışlarını belirleyen ana eksen manevi bağdır, rasyonel gerekçeler değil.
2. Manevi değerlerimizi ve ortak ruhi şekillenmemizi adam gibi yakalayan söylem yaklaşımı iletişimde başarının sırrıdır.
Siyasilerimizin de kulağına küpe olur belki…
Başlık hayli iddialı: “Travmaya Karşı Acılarınızın Üzerini Kapatmayın!”..
Hanım kızımızın kendine uygun gördüğü unvan da bomba gibi: “Spiritüel Gelişim Danışmanı”…
Gülnur hanım kızımız henüz 24 yaşındaymış… Ama daha şimdiden şahsında üç devasa kavramı bir araya getirmeyi başarmış: ‘Spiritüel’, ‘Gelişim’ ve de ‘Danışman’… Ve de pazarlama konusunda hiç de fena durmuyor doğrusu: PR ajansından hizmet almalar, YouTube’da videolar, pek iyi çalışmasa da Web siteleri, Facebook, Twitter hesapları falan…
YouTube’da izleyebileceğiniz konu başlıklarına bir göz atınca, ortada şaşırmak için yeterli neden bulunduğu konusunda bana hak vereceksiniz:
“Aşk ve Bilinçaltı”, “Reiki ve Kuantum Terapi”, “Sağlık ve Bilinçaltı”, “Sezgiler”, “Cesaret”, “Korku”…
Basın bülteni Soma faciasından bir hafta sonra 21 Mayıs’ta gelmiş. Özetle deniyor ki: “Soma’da en çok ateşin düştüğü yer yanıyor ve en büyük acıyı yakınlarını yitirenler yaşıyor. Spiritüel Gelişim Danışmanı Gülnur Ünal travma yaşayanların bu acıların üzerini kapatmadan sonuna kadar yaşamaları gerektiğini belirtirken bir süre sonra hayatlarında yapacakları küçük de olsa olumlu değişikliklerin travmayı en azından hafifletmede yardımcı olacağının altını çizdi.”
Ülkede onca psikolog, psikiyatr varken, öyle bir depar ki, sormayın… Fırsatları değerlendirme konusunda müthiş bir maharet, cesaret ve girişimcilik ruhu…
Her ne kadar web sitesinde ‘Yazıları’, ‘Hizmetleri’, ‘Videoları’ sekmelerinin altı boş olsa da ‘Gülnur Ünal Kimdir’in altı dolu: Önce İstek Özel Atanur Oğuz Lisesi’ni sonra da Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmiş.
Bahçeşehir Üniversitesi’nde Halkla ilişkiler ve Pazarlama İletişimi üzerine Yüksek Lisans yapmış. Ardından Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi’nde Psikoloji ve İletişim alanında dersler almış. Sonrasında da Spiritüel Yaşam Koçluğu ve Kuantum Terapistliği alanında birçok eğitim ve etkinliğe katılmış.
Gülnur Ünal, Etiler’de bulunan ofisinde kişilerin gelişim ve dönüşüm yolculuklarına destek vermeye devam ederken bir yandan da Türkiye’nin önde gelen özel şirketlerinin çalışanlarına yönelik çalışmalarını sürdürüyormuş. Çünkü onun için ‘insan bir mucize’ imiş…
Bravo doğrusu. 24 yaşına neleri sığdırmış Gülnur Hanım…
Bu hikayeyi niye anlattım… Gülnur hanım bir örnek sadece… Bugün Türkiye’de pek çok meslek ancak izne ve yeterlilik belgesine tabi olarak yapılabiliyor… Bazı meslekler bunların dışında. Dileyen kapıya levhayı asıyor ve fatura kesmeye başlıyor:
Yaşam Koçu, PR’cı, Reklamcı, İletişim Danışmanı, Yönetim Danışmanı ya da ‘Her şeyin danışmanı’…
Oysa biraz da bu nedenle bu tür meslekler giderek itibar kaybediyor. Çünkü toplum adına, devlet adına en ufak bir denetim sistemi yok. Kerametleri kendilerinden menkul, “her kör satıcının bir kör alıcısı olur” misali, ‘kaderini arayan girişimci ruh’lu arkadaşlarla dolu bu ‘sektörler’… Mesleki yeterlilik belgesi, doktor, avukat, mimar, mühendiste dibine kadar aranacak, yukarıda saydığım işlerde ise kör tuttuğunu öpecek…
Tabii ki böyle gitmeyecek bu iş. Ne kapitalizm izin verir bu sallapatiliğe, ne de liberalizm… TOBB nezdinde inanılmaz derece yavaş yürüyen, dışarıdan bakıldığından havanda su dövüldüğü izlenimi veren, nasıl gittiği konusunda toplumun adam gibi bilgilendirilmediği bir çalışma var galiba… Sonuçlarını bizim kuşak görmez herhalde…
O nedenle bu tür işlerde her türlü izin birbirine karışması doğaldır… Ve bu kaosun içinde gemisini yüzdüren kaptanlara dilimizi değil şapkamızı çıkarmak durumundayız…
Bizim ‘sürdürülebilirliğimiz’, tercüme…
Az gelişmişliğin temel sorunlarından biri olan sürdürülebilirlik konusundaki zaafa da dikkat çekmeye çalışan, ‘İletişimde Sürdürülebilirlik’ meselesini doktora tezi olarak seçen eşimin çalışmalarını izlerken kavramın nereden çıktığı, ilk kez nerede kullanıldığı meselesi özellikle ilgimi çekmişti… Sanki her ülkenin bir sürdürülebilirlik hikâyesi vardı.
Alman meslekdaşım ve kadim dostum Synchronis Ajansının sahibi Christian Langer bu konudaki merakımı bildiği için, Evangelist Kilise’nin aylık dergisi Chrismon’un geçen ayki sayısında yayınlanmış bir makaleyi yollamış…
Makale 1645 – 1715 yılları arasında yaşamış olan Alman orman bilimcisi Hans Carl von Carlowitz üzerine…
Eşimin çalışmaları sırasında da farkına vardığımız Carlowitz’in, 1618 – 1648 yılları arasındaki 30 yıl savaşlarından perişan halde çıkan ülkenin kalkınma hamlesi adına ormanlara saldırması üzerine çabaları heyecan verici.
1965’de Halle’de liseyi bitiren Carl, Jena’da üniversite okuyor. Doğa araştırmaları ve Orman politikaları. 20 yaşında çıktığı Paris seyahatinde 14. Lui’nin bakanı Colbert’in bir uygulaması dikkatini çekiyor. Savaş gemilerinin yapımı adına ormanların yok edilmesini engellemek için son derece etkili bir mücadele yürüten Bakan’ın fikriyatı, Carlowitz’in geliştireceği yaklaşımın da temelini oluşturuyor. 50 yıl üzerine çalıştığı 400 sayfalık kitabı “Sylvicultura Oeconomica” ölümünden bir yıl önce 1713’te Freiburg’da yayınlanıyor. Kitap özetle bir ormandan ancak ona eklenen ağaç sayısı kadar ağaç kesilebileceği ilkesini anlatıyor. Ve ‘sürdürülebilirlik’ (Nachhaltigkeit) kavramı böylece ilk kez Alman literatürüne geçiyor… Oradan buradan değil bir ülkenin kendi yaşam pratiğinin içinden…
Bizde ise ‘sürdürülebilirlik’ kavramı tercümedir… Tercüme olduğu için de ancak zorlama ile kabul görür, içselleşemez. Dr. Arın Saydam’ın yakında kitap olarak çıkacak doktora tezi de işte tam bu noktada, derinlemesine bir araştırma temelinde ‘kıyaslama’ yöntemi ile olayı içselleştirebilmiş ve içselleştirememiş yapılardan yola çıkarak sürdürülebilir iletişim ile kurumsallaşma arasında bağ kuruyor…
Carlowitz’in mücadelesine dair makaleyle 17’in yüzyılın ilk yarısına uzanırken zamandaki bir sıçramayla 21. Yüzyıla ve Türkiye’de iletişim sektörünün ‘sürdürülebilirlik’ adına nerede durduğunu hatırlayıp, ısrarlı çabaların nasıl kalıcı kılınamadığını düşünmek bile içimin bir tuhaf olmasına yetti.
Teknosa, hayatla teknolojiyi yarıştırıyor
Teknosa’nın reklamı, teknoloji ile hayat arasındaki irtibatı, bir tane ürün bile gösterme ihtiyacı duymadan nasıl da etkili anlatmış. Bu reklamı izlerken satın alma davranışınızın ‘kurma kolu’ vazifesini gören ‘ayaklanmış duygular’ tümüyle devrede.
Reklamın bir bölümü ‘Babalar Günü’ne ithaf edilmişti. “Hangi navigasyon sistemi babalarımızdan daha iyi yol gösterebilir ki? Bize her zaman doğru yolu gösteren babalarımıza saygılarımızla” diyen kısmını Babalar Günü’nde ve öncesinde izlemiştik. Ancak ‘bütünleşik’ reklamda “Hangi televizyon şu manzaradan daha canlı bir görüntü verebilir ki?’ diye başlayarak ‘Hangi film annenin anlattığı masaldan daha iyi olabilir ki?’ diye devam ederek hayatımızın ‘özel insanları’yla en duygusal anlarda bizi buluşturuyor. Ben en çok lisenin pilav gününde yıllardır görmediği sıra arkadaşına koşan beyefendiye bayıldım. Gerçekten de bu pilav günü sürprizi, bir arkadaşımızı internette keşfetmekten çok daha canlı ve etkileyiciydi.
Özetle Teknosa, “Teknoloji hayatın yerini asla tutamaz” derken çok inandığımız bir doğruya işaret etmenin yanı sıra “Ama teknolojiye duyduğunuz o bazı anlarda…” diyerek 300’e yakın mağazasına da gönderme yapmayı başarıyor.
Kıssadan hisse:
1. Satınalma davranışlarını belirleyen ana eksen manevi bağdır, rasyonel gerekçeler değil.
2. Manevi değerlerimizi ve ortak ruhi şekillenmemizi adam gibi yakalayan söylem yaklaşımı iletişimde başarının sırrıdır.
Siyasilerimizin de kulağına küpe olur belki…