Stockholm sendromu
01 Kasım 2022 - Yeni Şafak
Genellikle bilinir ama yine de açıklamaya çalışalım… Britannica, ‘Stockholm Sendromu’nu şöyle tarif ediyor: “Tutsağın, kendisini tutsak edenler, onların gündemleri ya da talepleriyle yakından özdeşleşmeye başladığı psikolojik tepki.”
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından tanımlanan sendrom, adını 1973 yılında İsveç’in başkenti Stokholm’de yaşanan bir olaydan almış. Banka soyguncusu tarafından 6 gün rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanınca onu savunmakla kalmamış, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını da beklemiş…
Bir de Dostoyevski’ye atfen söylenen o ünlü sözü hatırlamakta yarar var: “İlk yapılan yanlışa kaza, ikincisine hata, üçüncüsüne ise tercih denir.”
Bizimkilerinki üçü, beşi çoktan geçti… Antalya Film Festivali Ödül Töreni’nden sonra, 11 Ekim’de de yazmıştık:
“Al gülüm, ver gülüm… Belli çevrelerce çok konuşulan ama en az seyredilen filmlerin artık ‘ödüllü’ konuşmacıları hükûmeti yerden yere çalacaklar… […] Festivalin aldığı bu pespaye hâl yıllar öncesinden belliydi… Şu durumda geriye yalnızca bir ihtimal kalıyor: Bakanlık, hükûmet aleyhinde yapılacak konuşmalara rağmen desteğini esirgemeyerek ‘özgürlük ortamının’ altını çizmek istedi…”
Benzer tabloyla, aradan daha bir ay bile geçmeden düzenlenen Boğaziçi Film Festivali’nde rastlanabileceği ve yine devlete, hükûmete hakaret yağdırılacağı belliydi…
Daha önce de belirttiğimiz gibi ‘kendi kendini finanse eden’, özel sektörün desteklediği bir organizasyon olsa, buradan Kandil’e kadar yolları var…
Ancak, ana destekçileri Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TRT olan, diğer destekçileri arasında bazı özel kuruluşların yanında Vakıfbank, THY, Anadolu Ajansı, Beyoğlu Belediyesi gibi ‘kamu’ kuruluşları bulunan bir organizasyonda “Geliyorum” diyen böylesi bir pespayeliğe nasıl müsaade edilir?! Aklımız almıyor…
Jüri üyelerinden bir arkadaşımız sohbet sırasında, “Teşbihte hata olmaz” diyerek şöyle bir fikir yürüttü: “Galiba bizim kamu kuruluşlarında ‘Stockholm Sendromu’ var. Baksana, kendilerine, hükûmete ve ülkeye kim saldırıyorsa onu destekliyorlar.”
Antalya’da 2 ödül birden alan ve beklenen siyasi konuşmasında agresif tarzını sergileyen Özcan Alper, bu kez Boğaziçi Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü alırken yine beklendiği gibi demiş ki:
“Film, aslında bir kötülük, bir linç hikâyesi… Bir yıl boyunca bir odada oturup, bu coğrafyadaki kötülük meselesini anlamaya çalıştık… Şunu hissetmeye çalıştık; nasıl oluyor da böyle bir durumda insanlar böyle bir kötülüğün içerisinde çoğunluk olabiliyor?..
Maalesef bitmiyor bu kötülükler… Biz gençliğimizde o kurumları çok iyi bilirdik; çünkü en ufak bir demokrasi mücadelesinde, en ufak bir hak arayışında çok ciddi devlet şiddetine maruz kalıyorduk… O zaman işkenceye uğrayan arkadaşlarımızla gittiğimiz ya da hukuk aradığımız birkaç kurum vardı: Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği… Ve bu kurumlardaki ‘Hep Barış olsun’ diyen, asla ‘Savaş olsun’ demeyen bir kadın, Şebnem Korur Fincancı, yine sadece ‘Barış’ dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur, umarım bir an önce cezaevinden çıkar… Bu ödülü ona ithaf ediyorum.”
Fincancı’nın sadece “Barış” demediğini, TSK’yı karalayan bir iddia ortaya attığını, bunu da PKK yayınında yaptığını bilmeyen var mı? O hâlde…
Antalya Film Festivali’nden 2 ödül alan Kar ve Ayı filmine burada da 5 ödül verildi. Film şu cümleyle açılıyor: “Hiç bitmeyecek gibi görünen bir kışın bitmesi için…”
TRT ortak yapımı(!) filmin yönetmeni Selcen Ergun siyasi göndermeli konuşmasıyla salonu hareketlendirmiş… Sesini yükselten bir kişi varmış; oyuncu Burak Haktanır “[Fincancı] Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kimyasal silah iftirası attı. Tüm PKK siteleri onu destekliyor şu an” diyerek salonu terk etmiş.
Burak kardeşimiz bir yerde yanılmış… Sadece PKK siteleri değil, zihnen ve ‘ruhen vaftizlenmiş muhalif görüşlüler’ de Fincancı’ya ve kendisinin bile sonradan yan çizerek sahiplenmediği sözlerine kucak açıyorlardı…
Allah devletimizi yanlış ‘kültürel tercihlerden’ korusun…
Gözümüze takılanlar…
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından tanımlanan sendrom, adını 1973 yılında İsveç’in başkenti Stokholm’de yaşanan bir olaydan almış. Banka soyguncusu tarafından 6 gün rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanınca onu savunmakla kalmamış, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını da beklemiş…
Bir de Dostoyevski’ye atfen söylenen o ünlü sözü hatırlamakta yarar var: “İlk yapılan yanlışa kaza, ikincisine hata, üçüncüsüne ise tercih denir.”
Bizimkilerinki üçü, beşi çoktan geçti… Antalya Film Festivali Ödül Töreni’nden sonra, 11 Ekim’de de yazmıştık:
“Al gülüm, ver gülüm… Belli çevrelerce çok konuşulan ama en az seyredilen filmlerin artık ‘ödüllü’ konuşmacıları hükûmeti yerden yere çalacaklar… […] Festivalin aldığı bu pespaye hâl yıllar öncesinden belliydi… Şu durumda geriye yalnızca bir ihtimal kalıyor: Bakanlık, hükûmet aleyhinde yapılacak konuşmalara rağmen desteğini esirgemeyerek ‘özgürlük ortamının’ altını çizmek istedi…”
Benzer tabloyla, aradan daha bir ay bile geçmeden düzenlenen Boğaziçi Film Festivali’nde rastlanabileceği ve yine devlete, hükûmete hakaret yağdırılacağı belliydi…
Daha önce de belirttiğimiz gibi ‘kendi kendini finanse eden’, özel sektörün desteklediği bir organizasyon olsa, buradan Kandil’e kadar yolları var…
Ancak, ana destekçileri Kültür ve Turizm Bakanlığı ile TRT olan, diğer destekçileri arasında bazı özel kuruluşların yanında Vakıfbank, THY, Anadolu Ajansı, Beyoğlu Belediyesi gibi ‘kamu’ kuruluşları bulunan bir organizasyonda “Geliyorum” diyen böylesi bir pespayeliğe nasıl müsaade edilir?! Aklımız almıyor…
Jüri üyelerinden bir arkadaşımız sohbet sırasında, “Teşbihte hata olmaz” diyerek şöyle bir fikir yürüttü: “Galiba bizim kamu kuruluşlarında ‘Stockholm Sendromu’ var. Baksana, kendilerine, hükûmete ve ülkeye kim saldırıyorsa onu destekliyorlar.”
Antalya’da 2 ödül birden alan ve beklenen siyasi konuşmasında agresif tarzını sergileyen Özcan Alper, bu kez Boğaziçi Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü alırken yine beklendiği gibi demiş ki:
“Film, aslında bir kötülük, bir linç hikâyesi… Bir yıl boyunca bir odada oturup, bu coğrafyadaki kötülük meselesini anlamaya çalıştık… Şunu hissetmeye çalıştık; nasıl oluyor da böyle bir durumda insanlar böyle bir kötülüğün içerisinde çoğunluk olabiliyor?..
Maalesef bitmiyor bu kötülükler… Biz gençliğimizde o kurumları çok iyi bilirdik; çünkü en ufak bir demokrasi mücadelesinde, en ufak bir hak arayışında çok ciddi devlet şiddetine maruz kalıyorduk… O zaman işkenceye uğrayan arkadaşlarımızla gittiğimiz ya da hukuk aradığımız birkaç kurum vardı: Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği… Ve bu kurumlardaki ‘Hep Barış olsun’ diyen, asla ‘Savaş olsun’ demeyen bir kadın, Şebnem Korur Fincancı, yine sadece ‘Barış’ dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur, umarım bir an önce cezaevinden çıkar… Bu ödülü ona ithaf ediyorum.”
Fincancı’nın sadece “Barış” demediğini, TSK’yı karalayan bir iddia ortaya attığını, bunu da PKK yayınında yaptığını bilmeyen var mı? O hâlde…
Antalya Film Festivali’nden 2 ödül alan Kar ve Ayı filmine burada da 5 ödül verildi. Film şu cümleyle açılıyor: “Hiç bitmeyecek gibi görünen bir kışın bitmesi için…”
TRT ortak yapımı(!) filmin yönetmeni Selcen Ergun siyasi göndermeli konuşmasıyla salonu hareketlendirmiş… Sesini yükselten bir kişi varmış; oyuncu Burak Haktanır “[Fincancı] Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kimyasal silah iftirası attı. Tüm PKK siteleri onu destekliyor şu an” diyerek salonu terk etmiş.
Burak kardeşimiz bir yerde yanılmış… Sadece PKK siteleri değil, zihnen ve ‘ruhen vaftizlenmiş muhalif görüşlüler’ de Fincancı’ya ve kendisinin bile sonradan yan çizerek sahiplenmediği sözlerine kucak açıyorlardı…
Allah devletimizi yanlış ‘kültürel tercihlerden’ korusun…
Gözümüze takılanlar…
- Maltepe Belediyesi, önceki gün, coşkuyla, hevesle neyi kutlamış biliyor musunuz? Cadılar Bayramı’nı… Adına Zumba partisi demişler ama afişi her şeyi anlatıyor… Kostümlü imiş… 16 yaş sınırı varmış… Nasıl ama?.. 1924’ten beri ülkemizin bir markası olan Elit çikolataları da balkabağı görünümlü ambalajlarıyla hazırlanmış bu bayrama… Kreşler malum; bir sürü cadı ve iskelet kostümlü çocuk bu bayramı kutluyor… Önceki yıllarda bizim eve de şeker istemeye gelenler olmuştu… Eşim kendilerine hurma verince, bazıları evlerine gidip annelerine “Bu ne?” diye sormuşlar… Çocukları eğlendirmek güzel şey tabii ama kültür ve değerler konusunda yeni açılımlar yaparken emperyalizmin kültürel bir oyununa daha kurban gidilmediğine emin olmak lazım… Hele ki kendi kültürüne yabancılaşmakla övünülen bir yerde…
- Fatih Belediyesi 1100 gence “Hayatta olmazsa olmaz dediğiniz 3 değer nedir?” diye sormuş. Öncelikle Başkan Ergun Turan’ı kutlamak lazım… Sadece bu değerleri öğrenip bir kenara koymayı düşünmüyormuş. Bu veriyi gençlerin hayata bakışlarını ve hayal ettikleri projeleri anlayabilmek için kullanacakmış. Buna göre öne çıkan ilk beş değer şunlar olmuş: “Aile, saygı, sevgi, para, sağlık.” Batı’dan apartma Z Kuşağı’nı her toplumda geçerli saymaya, onu da internet, tablet ve akıllı telefonlara indirgemeye çalışanlara duyurulur…