Strauss-Kahn aslında mahkum oldu
01 temmuz 2012
Olaya nerden baktığımıza göre yargı da değişiyor. IMF eski Başkanı Dominique Strauss-Kahn (DSK) açısından bakıldığında “Pek çok erkeğin başına gelebilecek bir kriz yüzünden çekmediği kalmadı zavallının”, diye acıma duygusuna kapılmamak mümkün değil. 200 bin dolarlık kefalet parasını ödeyen eşi Anne Sinclair açısından bakıldığında “Helal olsun kadına, zor gününde kapı gibi arkasında durdu kocasının... Olaylar yatışınca da kıçına tekmeyi vurdu’” diyerek empati kurmak da mümkün. IMF yönetimi açısından bakıldığında da “Bu talihsizliği hiçbir zaman hak etmediler” diye düşünülebilir. Maço erkekler, ‘Helal olsun abime, adamın uçkuruyla niye uğraşıyorlar?’; akıllı erkekler,“Bu kariyerdeki bir adam hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir kat görevlisine tenezzül etmez; ortada komplo olduğu açık”; kurnaz erkekler, “Sen onca yıl karda yürü izini belli etme; sonra adi bir olayda yakayı ele ver’” diyebilirler.
Genel olarak bakıldığında da iki yaygın bakış açısı sözkonusu olabilir: Yarısı ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ derken, diğer yarısı haksızlığa isyan ediyor olabilir. Ancak kamu vicdanı çoktan DSK’nın ipini çekmiş ve kararını vermiştir. Tarih yasalar önünde beraat etmiş olmasına rağmen kamu vicdanında mahkum olmuş nice kader mahkumuyla doludur. Karısını öldürdüğü iddia edilen O. J. Simpson veya Bosna Hersek’teki katliamları nedeniyle ‘Sırp Kasabı’ diye anılan Radovan Karaciç gibi örnekler verilebilir... Diğer yandan yasaların mahkum ettiği ancak kamu vicdanında beraat etmiş olanların sayısı da az değildir. Hazreti İsa’dan, Sokrates’ten başlayıp Adnan Menderes’e, oradan Deniz Gezmiş’e çok sayıda örnek sayılabilir.
Sizce DSK hangi gruba giriyor?
Bana sorarsanız tabii ki birinci gruba. Hem de hakkındaki davanın düşmesine rağmen...
Biz niyete bakarız.
Nedendir acaba bizim ülkemizdeki bir gazeteci kalkıp da, şu Guardian’ın editör yardımcısı ve dışişleri muhabiri Simon Tisdall beyefendinin üslubuna benzer bir havayla bir ülkeye ‘giydirmeyi’ aklından bile geçirmez? Belki de bizim kültürümüzde ‘ulus’ ya da ‘millet’ kavramının soyutluğu gereğince ve yeterince idrak edilmiştir de ondan. Karpuz sendromundan malul ‘iki ruhlu’ yaklaşımın amigoları bile birbirlerinin dünya görüşlerini temsil eden, örneğin İran, Mısır gibi Müslüman ya da Fransa, İngiltere gibi ‘Moderen’ ülkelere bir ulus ya da millet vasfıyla hakaret etme ihtiyacı duymadan konuşup, yazarlar. Muhatabımız kişilerdir; ülkeler değil.
Aramızın en gergin olduğu dönemlerde, örneğin şu günlerde bile ‘Suriye’ derken ‘Esad’ı kastetmeyiz.
Elin oğlu bize benzemiyor. Guardian’ın editör yardımcısı demiş ki:
“Suriye krizi, Ankara’nın bölgesel süper bir güç olmak için girişimlerinin akılsızlığını ve zayıflığını ortaya çıkardı”
Eminim bizim kraldan çok kralcı bazı arkadaşlarımız, bu üsluptan çok, editör yardımcısı arkadaşımızın ‘ne dediğine’ bakmamızı bize tavsiye edeceklerdir.
Oysa ki ‘üslup’ özellikle iletişim disiplini açısından mesajın özünü direkt etkileyen özelliklerin belki de birincisi olacak kadar anlam ve değer taşır. Hakaret cümlesiyle başlayan bir e-postanın devamı hangi duygularla okunabilir ki?
Yakın bir arkadaşınıza hem ‘akılsızsın!’ deyip hem de hakkında ‘doğru’ tespitlerde bulunan bir değerlendirme yapın bakalım...
İngiliz gazeteci devamla diyor ki:
“Türkiye, modernleşme ve ekonomik büyüme amaçlarını tehlikeye atabilecek, Kürt bölgesindeki istikrarı daha da bozabilecek ve sınırdaki bölgesel çıkarlarını ciddi bir şekilde riske atabilecek güney sınırında bir savaş istemiyor ve bunu göze alamaz. Esad, muhtemelen bunu çok iyi biliyor”
Evet doğru; ama biz niyete bakarız. İşte Çarşamba günkü yazımda sözünü ettiğim, ‘Kültür, stratejiyi sabah kahvaltısında yer’ ifadesinde anlamını bulan o muhteşem tespit, ‘sen kimden yanasın?’ diyen o iç ses gelir ve bizi her yerde bulur.
Yalnız kalmayı göze alarak var olmak
Guardian bir yandan, Wall Street Journal diğer yandan... Şu adının açıklanmasını istemeyen üst düzey güvenlik yetkilileri var ya; işte onlardan biri Wall Street Journal’a yaptığı açıklamada bizim uçağın Suriye hava sahasında vurulduğunu söylemiş ve ‘uçaksavar ateşi kullanılması, yerel bir komutanın kendi insiyatifiyle hareket etmiş olduğu anlamına gelebilir.” demiş.
Bu gazetelerden dünyanın dört bir yanına yayılan ‘yorumlar’ ile Suriye-Rusya-İran-Çin ittifakının varlığını birarada düşününce ve tüm bunlara bir de Obama’nın seçim hazırlıkları sırasında Esad’ı gündeme getirme arzu ve niyetinin hiç yeri olmadığını ekleyince, Türkiye aleyhinde siyasi strateji geliştirenlerin nasıl bir ‘algılama yönetimi’ üzerinde çalıştıklarını hayal etmek mümkün olur.
Dünyada yalnız kalmayı göze alarak var olmak, yirmili yıllarda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata geçirdiği bir büyük delilikti. Osmanlı’nın tamamen kendine özgü imparatorluk vizyonu, ardından Kurtuluş Savaşı – Cumhuriyet ve nihayet 2000’li yıllardaki büyük değişim ve dönüşüm dönemini bir bütün olarak düşündüğümüzde Türkiye’nin dünyayı neden fazlasıyla tedirgin edegeldiğini biraz olsun anlamaya başlayabiliriz.
Hep söyleriz; Türkiye’de yaygın şu iki anlayıştan herhalde hiçbir zaman kendimizi kurtaramayacağız: Birincisi; “Biz batmışız, mahvolmuşuz, bizden bir numara olmaz…” ve ikincisi: “Sıkıntıların üstesinden geliriz. Önümüzde gidecek müthiş bir yol var…”
Ülke olarak daima birinci yola itilmiş, ve hep ikinci yolu tercih etmişizdir.
Batı’nın iletişim atağından sıyrılmanın tek yolu kamu diplomasisi stratejilerinin gereğini yerine getirmektir. T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın kulakları çınlasın.
Genel olarak bakıldığında da iki yaygın bakış açısı sözkonusu olabilir: Yarısı ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ derken, diğer yarısı haksızlığa isyan ediyor olabilir. Ancak kamu vicdanı çoktan DSK’nın ipini çekmiş ve kararını vermiştir. Tarih yasalar önünde beraat etmiş olmasına rağmen kamu vicdanında mahkum olmuş nice kader mahkumuyla doludur. Karısını öldürdüğü iddia edilen O. J. Simpson veya Bosna Hersek’teki katliamları nedeniyle ‘Sırp Kasabı’ diye anılan Radovan Karaciç gibi örnekler verilebilir... Diğer yandan yasaların mahkum ettiği ancak kamu vicdanında beraat etmiş olanların sayısı da az değildir. Hazreti İsa’dan, Sokrates’ten başlayıp Adnan Menderes’e, oradan Deniz Gezmiş’e çok sayıda örnek sayılabilir.
Sizce DSK hangi gruba giriyor?
Bana sorarsanız tabii ki birinci gruba. Hem de hakkındaki davanın düşmesine rağmen...
Biz niyete bakarız.
Nedendir acaba bizim ülkemizdeki bir gazeteci kalkıp da, şu Guardian’ın editör yardımcısı ve dışişleri muhabiri Simon Tisdall beyefendinin üslubuna benzer bir havayla bir ülkeye ‘giydirmeyi’ aklından bile geçirmez? Belki de bizim kültürümüzde ‘ulus’ ya da ‘millet’ kavramının soyutluğu gereğince ve yeterince idrak edilmiştir de ondan. Karpuz sendromundan malul ‘iki ruhlu’ yaklaşımın amigoları bile birbirlerinin dünya görüşlerini temsil eden, örneğin İran, Mısır gibi Müslüman ya da Fransa, İngiltere gibi ‘Moderen’ ülkelere bir ulus ya da millet vasfıyla hakaret etme ihtiyacı duymadan konuşup, yazarlar. Muhatabımız kişilerdir; ülkeler değil.
Aramızın en gergin olduğu dönemlerde, örneğin şu günlerde bile ‘Suriye’ derken ‘Esad’ı kastetmeyiz.
Elin oğlu bize benzemiyor. Guardian’ın editör yardımcısı demiş ki:
“Suriye krizi, Ankara’nın bölgesel süper bir güç olmak için girişimlerinin akılsızlığını ve zayıflığını ortaya çıkardı”
Eminim bizim kraldan çok kralcı bazı arkadaşlarımız, bu üsluptan çok, editör yardımcısı arkadaşımızın ‘ne dediğine’ bakmamızı bize tavsiye edeceklerdir.
Oysa ki ‘üslup’ özellikle iletişim disiplini açısından mesajın özünü direkt etkileyen özelliklerin belki de birincisi olacak kadar anlam ve değer taşır. Hakaret cümlesiyle başlayan bir e-postanın devamı hangi duygularla okunabilir ki?
Yakın bir arkadaşınıza hem ‘akılsızsın!’ deyip hem de hakkında ‘doğru’ tespitlerde bulunan bir değerlendirme yapın bakalım...
İngiliz gazeteci devamla diyor ki:
“Türkiye, modernleşme ve ekonomik büyüme amaçlarını tehlikeye atabilecek, Kürt bölgesindeki istikrarı daha da bozabilecek ve sınırdaki bölgesel çıkarlarını ciddi bir şekilde riske atabilecek güney sınırında bir savaş istemiyor ve bunu göze alamaz. Esad, muhtemelen bunu çok iyi biliyor”
Evet doğru; ama biz niyete bakarız. İşte Çarşamba günkü yazımda sözünü ettiğim, ‘Kültür, stratejiyi sabah kahvaltısında yer’ ifadesinde anlamını bulan o muhteşem tespit, ‘sen kimden yanasın?’ diyen o iç ses gelir ve bizi her yerde bulur.
Yalnız kalmayı göze alarak var olmak
Guardian bir yandan, Wall Street Journal diğer yandan... Şu adının açıklanmasını istemeyen üst düzey güvenlik yetkilileri var ya; işte onlardan biri Wall Street Journal’a yaptığı açıklamada bizim uçağın Suriye hava sahasında vurulduğunu söylemiş ve ‘uçaksavar ateşi kullanılması, yerel bir komutanın kendi insiyatifiyle hareket etmiş olduğu anlamına gelebilir.” demiş.
Bu gazetelerden dünyanın dört bir yanına yayılan ‘yorumlar’ ile Suriye-Rusya-İran-Çin ittifakının varlığını birarada düşününce ve tüm bunlara bir de Obama’nın seçim hazırlıkları sırasında Esad’ı gündeme getirme arzu ve niyetinin hiç yeri olmadığını ekleyince, Türkiye aleyhinde siyasi strateji geliştirenlerin nasıl bir ‘algılama yönetimi’ üzerinde çalıştıklarını hayal etmek mümkün olur.
Dünyada yalnız kalmayı göze alarak var olmak, yirmili yıllarda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata geçirdiği bir büyük delilikti. Osmanlı’nın tamamen kendine özgü imparatorluk vizyonu, ardından Kurtuluş Savaşı – Cumhuriyet ve nihayet 2000’li yıllardaki büyük değişim ve dönüşüm dönemini bir bütün olarak düşündüğümüzde Türkiye’nin dünyayı neden fazlasıyla tedirgin edegeldiğini biraz olsun anlamaya başlayabiliriz.
Hep söyleriz; Türkiye’de yaygın şu iki anlayıştan herhalde hiçbir zaman kendimizi kurtaramayacağız: Birincisi; “Biz batmışız, mahvolmuşuz, bizden bir numara olmaz…” ve ikincisi: “Sıkıntıların üstesinden geliriz. Önümüzde gidecek müthiş bir yol var…”
Ülke olarak daima birinci yola itilmiş, ve hep ikinci yolu tercih etmişizdir.
Batı’nın iletişim atağından sıyrılmanın tek yolu kamu diplomasisi stratejilerinin gereğini yerine getirmektir. T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın kulakları çınlasın.