Süreyya’nın Zafer Bayramı
31 AĞUSTOS 2003
Bugün Süreyya altına koşacak. Dün de 30 Ağustostu... Olur mu olur... Çifte bayram... Bir de Galatasaray ile İstanbulspor galip geldiler mi, bak sen keyfe...
Galatasaray’a 1985 yılında Deniz Gökçe ile birlikte yaptığımız, iki gün süren bir Jupp Derwall röportajından sonra, o dönemde başlayan vizyon yüzünden gönül vermiştim. İstanbulspor’a da Lisesinin rozetini taşıdığım için... Yani benimkisi ‘omurilikten’ taraftarlık değil...
Geçmiş yıllarda her türden milliyetçi duygunun üstünü örtmeye öyle şartlamışım ki kendimi, şimdilerde her ulusal gurur gününde yularından sıyrılmış atlar gibi dörtnala ordan oraya koşmak geliyor içimden.
Aynen tuttuğum takımlar gibi Süreyya’nın serüvenini de omurilikten izlemiyorum. Türk spor basınındaki Galatasaraylılar’ın durumu gibi, biz Türkler de Avrupa’da zenci muamelesi görmüyor muyuz?... Süreyya’nın başarısı, bu nedenle önemli benim için. Avrupalı gibi olmak isteğinden değil, 704 yıllık imparatorluk kültür ve değerler mirasını yok sayan Avrupalı’ya ders vermek arzusundan.
Örnek liderlere her zamandan çok ihtiyacımız var. Hormonsuz özgüven, bilgi, emek, disiplin ve inançla bezenmiş örneklere...
Buraya kadar her şey iyi, güzel. Ya bundan sonrası... Süreyya’ların tekil rastlantılar olarak kalmamasını nasıl sağlayacağız?
Devlet – Sivil Toplum Kuruluşları – Özel sektör... Bütün bunları çevreleyen: Medya! İletişim açısından toplumun dinamiğini bu unsurlar oluşturuyor... Özel sektör üstüne düşeni yapmış. Süreyya’ya hem Nike hem de Vestel sponsor olmuşlar. Vestel iki özel uçak kiralayıp bir dolu insanı Paris’e götürmüş. Büyük organizasyon. Turu, Sports İnternational, Tour Select ve AKK Turizm düzenlemişler.
Medyada sponsorlardan çıt yok... Derwall, “Nasıl yapsam da sponsorlarımı daha iyi göstersem” diye çırpınırdı. Sponsor olmadan spor olmaz. Özel sektörü spora özendirecek tek şey ise, medyanın sponsorlara göstereceği itibardır. Sayfalarda, TV’lerde ayıracağı yerdir. Devletin, STK’ların sahiplenmesidir.
Özel sektör tamam da, ya devlet?.. Hazır mı Süreyya Ayhan’lı tanıtım filmleri, posterler?.. Yoksa hâlâ göbek dansı, şiş kebap, kumsallar, deniz kızları, dönen dervişler, atını üstümüze süren Fatih Sultan Mehmet konseptinde miyiz? Devlet, Süreyya’nın ve uluslararası başarılarımızı taşıyan diğer yeteneklerimizin sponsorlarını onurlandırmaya hazır mı?
STK’lara ne demeli?... Türkiye’nin nerelerde az gelişmiş olduğunu araştırıp tartışmayı hiç değilse bir süre için erteleyip bu işe soyunsalar ya... Hayır. Çünkü bu iş zor ve laf ebeliğinden daha ciddi tutum ve davranış gerektiriyor...
İşin özeti: İletişim açısından büyük bir ulusal fırsat daha kaçmak üzere. Dinamikler, özel sektör dışında çalışmıyor... Umarım benzer bir yazıyı İstanbul’da düzenlecek Eurovision için yazmak durumunda kalmam...
İşte tavlanın kitabı!
Geçen hafta Tavla ile ilgili küçük bir yazı yazdım. Emre Aköz’ün başlattığı tartışmaya küçük bir katma değer getirmekti amacım.
Bugüne kadar hiçbir yazım için bu kadar yoğun telefon ve e-posta almadım. Yani Mehmet Barlas haklıydı. Tavla, milli sporumuz.
Aynen Kırkpınar güreşleri gibi... Uluslararası platforma taşıma şansımız olmayan yağlı güreşimizden farkı yok tavlanın. İşin tekniğe, stratejiye, bilgiye henüz dökülmediği yıllarda bizim güreşçiler bütün sikletlerde bütün şampiyonlukları alırlardı. Şimdilerde durum pek öyle değil.
Tavlada da öyle. Herkes şakur şukur tavla oynuyor. Bir iki kahraman hariç, uluslararası turnuvalarda esamemiz okunmuyor.
Ne fark var modern tavla (backgammon) ve bizimki arasında? Birincisi: Vido (double) çekme. Karşılıklı vidolarla bir oyun 64 (bazen 128) Puanla bitebiliyor. Vidodan kaçmak, vidoyu görmek kadar stratejik. Oyunun nasıl gelişeceğini tahmin kabiliyetini ölçüyor. Aptal bir gururla her vidoyu görürseniz fena çakılıyorsunuz.
İkincisi: Karşı taraf pullarının tamamını topladığında onun hanesinde hâlâ bir pulunuz varsa, mars olup iki puan değil ‘backgammon’ olup 3 puan veriyorsunuz. Bu da alınan riskin bedeli.
Üçüncüsü: Partiyi bitirmeye bir puan kaldıysa taraflardan hiçbiri vido çekemiyor (Crawford kuralı). Arkadan gelip şansın yardımıyla partiyi alma engelleniyor.
Dört: Tavla ya deri, ya vinyl ya da çuha zeminde oynanıyor. Arkaik kabilelerin savaş öncesi gürültü patırtı çıkartarak düşmanlarını korkutma ya da morallerini bozma taktikleri modern tavlada geçerli değil.
Beş: Zar mutlaka kuka ile atılıyor. “Zar tutulmadan atılmaz ki, kardeşim!” muhabbeti yok anlayacağınız...
Altı: Modern tavla aynen satranç ve briç gibi bir zeka sporu. Her zeka sporu gibi bilgi ve tecrübe ile oynayan kazanır.
Yedi (Bu da benim katkım): İlişki yönetimi açısından müthiş bir araçtır tavla. Yukarıdaki kurallara göre mesai saatleri dışında tüm çalışanlarınızla oynamanızı tavsiye ederim. Ama yukarıdaki kurallarla...
Bu hafta benden size minik bir tavla problemi. Gelecek hafta Dünya Tavla Federasyonu (WBF) Türkiye Temsilcisi Arda Fındıkoğlu’nun yazdığı mektup ve verdiği bilgilerden söz edeceğim size.
Kısa... Kısa...Kısa...
Bunalım Başlıklar...
Milliyet’in sahibi olduğu yıllarda Ercüment Karacan, herhangi bir yazı veya habere atılan başlık, soru formunda olduğu zaman kıyameti koparırdı: “Okurun işi gücü yok senin sorunun yanıtını mı düşünecek!”
Zamanla ne kadar haklı olduğunu anlamışımdır. Çevremizin algılama çöplüğü olduğu söylenir. Günde ortalama 1.000 marka ve/veya reklam sloganı, ya da görsel kavramla karşılaşıyormuş beynimiz. Şu anda orturduğunuz yerden çevrenize 360 derece bir göz gezdirin. Ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız. Bir de gazeteyi açıyorsunuz bir başlık: “Kim bu işin sorumlusu?”... Haydii, tut kelin perçeminden.
Arkadaşlar, sadece son 3 günün gazetelerini taradılar. Bakın örneklere:
Ek taşıt vergisinde son durum ne? (Hürriyet); Suikastı kim neden düzenlemiş olabilir? (Sabah); Yazar yaşadığını mı yazar, hayal ettiğini mi? (Sabah Cumartesi); Sezer sevilmek istemiyor mu? (Dünden Bugüne Tercüman); 368 Dolar zenginleştik hissedebilen var mı? (Star); ‘Polo’nun garantisi bu kadar mı? (Takvim); Thurman-Hawke çiftine nazar mı değdi? (Türkiye); Kim sever veda etmeyi? (Vatan); Thurow haklı mı? (Finansal Forum)... Buyrun verin cevaplarını...
Allah gani gani rahmet eylesin Ercüment Karacan’a...
Kekstra bir reklam!
Hani Türkçesi bozuk bir beyefendi, masa başında biraz da bizi azarlar bir tavırla tahtaya “Kekstra” yazarak bir şeyler anlatıyor. Kekstra dışında fimin altında iki logo daha var: Dankek ve Ülker... Kafayı karıştırmak için her şey yapılmış sanki.
O reklamı anlamadığımı önce kimselere söylemedim. Ne olur ne olmaz. Sadece biz anlamamışızdır. Karizmayı çizdiririz, durup dururken. Ufak ufak çevremdekilere sordum. Baktım hepsi benimle aynı durumda.
Reklamı 6 yaşındaki çocuk anlamalı ya. Belki, dedim, onlar anladı. Nafile! Onlardan da sonuç alamadım. Ülkerin reklamlarıyla ilgili burada hep olumlu şeyler yazmışımdır. Ne oldu Allahaşkına?... Çok fazla ürün, bir dolu reklam... Bu gözden kaçtı galiba...
Galatasaray’a 1985 yılında Deniz Gökçe ile birlikte yaptığımız, iki gün süren bir Jupp Derwall röportajından sonra, o dönemde başlayan vizyon yüzünden gönül vermiştim. İstanbulspor’a da Lisesinin rozetini taşıdığım için... Yani benimkisi ‘omurilikten’ taraftarlık değil...
Geçmiş yıllarda her türden milliyetçi duygunun üstünü örtmeye öyle şartlamışım ki kendimi, şimdilerde her ulusal gurur gününde yularından sıyrılmış atlar gibi dörtnala ordan oraya koşmak geliyor içimden.
Aynen tuttuğum takımlar gibi Süreyya’nın serüvenini de omurilikten izlemiyorum. Türk spor basınındaki Galatasaraylılar’ın durumu gibi, biz Türkler de Avrupa’da zenci muamelesi görmüyor muyuz?... Süreyya’nın başarısı, bu nedenle önemli benim için. Avrupalı gibi olmak isteğinden değil, 704 yıllık imparatorluk kültür ve değerler mirasını yok sayan Avrupalı’ya ders vermek arzusundan.
Örnek liderlere her zamandan çok ihtiyacımız var. Hormonsuz özgüven, bilgi, emek, disiplin ve inançla bezenmiş örneklere...
Buraya kadar her şey iyi, güzel. Ya bundan sonrası... Süreyya’ların tekil rastlantılar olarak kalmamasını nasıl sağlayacağız?
Devlet – Sivil Toplum Kuruluşları – Özel sektör... Bütün bunları çevreleyen: Medya! İletişim açısından toplumun dinamiğini bu unsurlar oluşturuyor... Özel sektör üstüne düşeni yapmış. Süreyya’ya hem Nike hem de Vestel sponsor olmuşlar. Vestel iki özel uçak kiralayıp bir dolu insanı Paris’e götürmüş. Büyük organizasyon. Turu, Sports İnternational, Tour Select ve AKK Turizm düzenlemişler.
Medyada sponsorlardan çıt yok... Derwall, “Nasıl yapsam da sponsorlarımı daha iyi göstersem” diye çırpınırdı. Sponsor olmadan spor olmaz. Özel sektörü spora özendirecek tek şey ise, medyanın sponsorlara göstereceği itibardır. Sayfalarda, TV’lerde ayıracağı yerdir. Devletin, STK’ların sahiplenmesidir.
Özel sektör tamam da, ya devlet?.. Hazır mı Süreyya Ayhan’lı tanıtım filmleri, posterler?.. Yoksa hâlâ göbek dansı, şiş kebap, kumsallar, deniz kızları, dönen dervişler, atını üstümüze süren Fatih Sultan Mehmet konseptinde miyiz? Devlet, Süreyya’nın ve uluslararası başarılarımızı taşıyan diğer yeteneklerimizin sponsorlarını onurlandırmaya hazır mı?
STK’lara ne demeli?... Türkiye’nin nerelerde az gelişmiş olduğunu araştırıp tartışmayı hiç değilse bir süre için erteleyip bu işe soyunsalar ya... Hayır. Çünkü bu iş zor ve laf ebeliğinden daha ciddi tutum ve davranış gerektiriyor...
İşin özeti: İletişim açısından büyük bir ulusal fırsat daha kaçmak üzere. Dinamikler, özel sektör dışında çalışmıyor... Umarım benzer bir yazıyı İstanbul’da düzenlecek Eurovision için yazmak durumunda kalmam...
İşte tavlanın kitabı!
Geçen hafta Tavla ile ilgili küçük bir yazı yazdım. Emre Aköz’ün başlattığı tartışmaya küçük bir katma değer getirmekti amacım.
Bugüne kadar hiçbir yazım için bu kadar yoğun telefon ve e-posta almadım. Yani Mehmet Barlas haklıydı. Tavla, milli sporumuz.
Aynen Kırkpınar güreşleri gibi... Uluslararası platforma taşıma şansımız olmayan yağlı güreşimizden farkı yok tavlanın. İşin tekniğe, stratejiye, bilgiye henüz dökülmediği yıllarda bizim güreşçiler bütün sikletlerde bütün şampiyonlukları alırlardı. Şimdilerde durum pek öyle değil.
Tavlada da öyle. Herkes şakur şukur tavla oynuyor. Bir iki kahraman hariç, uluslararası turnuvalarda esamemiz okunmuyor.
Ne fark var modern tavla (backgammon) ve bizimki arasında? Birincisi: Vido (double) çekme. Karşılıklı vidolarla bir oyun 64 (bazen 128) Puanla bitebiliyor. Vidodan kaçmak, vidoyu görmek kadar stratejik. Oyunun nasıl gelişeceğini tahmin kabiliyetini ölçüyor. Aptal bir gururla her vidoyu görürseniz fena çakılıyorsunuz.
İkincisi: Karşı taraf pullarının tamamını topladığında onun hanesinde hâlâ bir pulunuz varsa, mars olup iki puan değil ‘backgammon’ olup 3 puan veriyorsunuz. Bu da alınan riskin bedeli.
Üçüncüsü: Partiyi bitirmeye bir puan kaldıysa taraflardan hiçbiri vido çekemiyor (Crawford kuralı). Arkadan gelip şansın yardımıyla partiyi alma engelleniyor.
Dört: Tavla ya deri, ya vinyl ya da çuha zeminde oynanıyor. Arkaik kabilelerin savaş öncesi gürültü patırtı çıkartarak düşmanlarını korkutma ya da morallerini bozma taktikleri modern tavlada geçerli değil.
Beş: Zar mutlaka kuka ile atılıyor. “Zar tutulmadan atılmaz ki, kardeşim!” muhabbeti yok anlayacağınız...
Altı: Modern tavla aynen satranç ve briç gibi bir zeka sporu. Her zeka sporu gibi bilgi ve tecrübe ile oynayan kazanır.
Yedi (Bu da benim katkım): İlişki yönetimi açısından müthiş bir araçtır tavla. Yukarıdaki kurallara göre mesai saatleri dışında tüm çalışanlarınızla oynamanızı tavsiye ederim. Ama yukarıdaki kurallarla...
Bu hafta benden size minik bir tavla problemi. Gelecek hafta Dünya Tavla Federasyonu (WBF) Türkiye Temsilcisi Arda Fındıkoğlu’nun yazdığı mektup ve verdiği bilgilerden söz edeceğim size.
Kısa... Kısa...Kısa...
Bunalım Başlıklar...
Milliyet’in sahibi olduğu yıllarda Ercüment Karacan, herhangi bir yazı veya habere atılan başlık, soru formunda olduğu zaman kıyameti koparırdı: “Okurun işi gücü yok senin sorunun yanıtını mı düşünecek!”
Zamanla ne kadar haklı olduğunu anlamışımdır. Çevremizin algılama çöplüğü olduğu söylenir. Günde ortalama 1.000 marka ve/veya reklam sloganı, ya da görsel kavramla karşılaşıyormuş beynimiz. Şu anda orturduğunuz yerden çevrenize 360 derece bir göz gezdirin. Ne demek istediğimi hemen anlayacaksınız. Bir de gazeteyi açıyorsunuz bir başlık: “Kim bu işin sorumlusu?”... Haydii, tut kelin perçeminden.
Arkadaşlar, sadece son 3 günün gazetelerini taradılar. Bakın örneklere:
Ek taşıt vergisinde son durum ne? (Hürriyet); Suikastı kim neden düzenlemiş olabilir? (Sabah); Yazar yaşadığını mı yazar, hayal ettiğini mi? (Sabah Cumartesi); Sezer sevilmek istemiyor mu? (Dünden Bugüne Tercüman); 368 Dolar zenginleştik hissedebilen var mı? (Star); ‘Polo’nun garantisi bu kadar mı? (Takvim); Thurman-Hawke çiftine nazar mı değdi? (Türkiye); Kim sever veda etmeyi? (Vatan); Thurow haklı mı? (Finansal Forum)... Buyrun verin cevaplarını...
Allah gani gani rahmet eylesin Ercüment Karacan’a...
Kekstra bir reklam!
Hani Türkçesi bozuk bir beyefendi, masa başında biraz da bizi azarlar bir tavırla tahtaya “Kekstra” yazarak bir şeyler anlatıyor. Kekstra dışında fimin altında iki logo daha var: Dankek ve Ülker... Kafayı karıştırmak için her şey yapılmış sanki.
O reklamı anlamadığımı önce kimselere söylemedim. Ne olur ne olmaz. Sadece biz anlamamışızdır. Karizmayı çizdiririz, durup dururken. Ufak ufak çevremdekilere sordum. Baktım hepsi benimle aynı durumda.
Reklamı 6 yaşındaki çocuk anlamalı ya. Belki, dedim, onlar anladı. Nafile! Onlardan da sonuç alamadım. Ülkerin reklamlarıyla ilgili burada hep olumlu şeyler yazmışımdır. Ne oldu Allahaşkına?... Çok fazla ürün, bir dolu reklam... Bu gözden kaçtı galiba...