Tam da AB’nin kendisi himmete muhtaç iken…
09 TEMMUZ 2012
Bu konu nazik ve de vahim… Öncelikle Ataol Behramoğlu’na çok büyük bir geçmiş olsun, diyelim ve kendisine acil şifalar dileyelim; Allah’tan kendisini sevdiklerine ve memlekete bağışlamasını temenni edelim. O her ne kadar şu sıra memleketinin tarihin en karanlık günlerini yaşadığını düşünse de, memleketin aydınlık da olsa karanlık da olsa onun gibi şairlere, sanatçılara her zaman ihtiyacı olacağını da ilave edelim.
Konu neden naziktir?
Bu sorunun yanıtı aramadan önce Ataol Behramoğlu’nun yazdığı ve Avrupa Parlamentosu’nun 735 milletvekiline ulaştırıldığı anlaşılan mektubun son bölümüne göz atalım:
“Kendimden söz etmekten utanırım.
Fakat bu yazının son satırlarında kendimden de söz ederek başta Türkiye sorumluları olmak üzere Avrupa Birliği’nin, Avrupa Parlamentosu’nun yöneticilerine, Batı Avrupalı yazar ve sanatçı örgütlerine seslenmek istiyorum.
Lotus, Puşkin ödülleri başta olmak üzere uluslararası ödülleri olan, şiirleri dünyanın belli başlı bütün dillerine çevrilmiş olan bir şairim.
Ülkelerinizde yıllarca yaşadım. Bunlardan kimileri sürgünlük yıllarıydı. Fakat Türkiye hiçbir zaman, hiçbir dönemde uygar, hümanist, laik Batı’nın bir parçası olmaktan bu ölçüde koparılıp uzaklaştırılmadı. Bugünkü siyasal iktidarın asıl ve tek amacının bu olduğunu göremeyecek kadar sağduyunuzu, kendi değerlerinize inancınızı yitirmiş olabilir misiniz? Türkiye’de cezaevlerinden yükselen çığlıklara kulaklarınızı daha ne kadar süre tıkayacaksınız?
Eveleyip gevelemeden, insanca, uygarca, ödün vermeksizin ve ciddi yaptırımlarla bu ülkedeki insan hakkı ihlallerine ne zaman karşı çıkacaksınız?
Tabii eğer, Türkiye’nin tümüyle kaybının evrensel insan hakları adına ne kadar büyük bir kayıp olacağının bilincindeyseniz ve bu evrensel değerler sizler için henüz bir anlam taşımaktaysa… 16 Haziran 2012 – Cumhuriyet”
***
Behramoğlu, lafı hiç eğip bükmemiş, özetle“Avrupa Birliği Türkiye’ye yaptırım uygulasın” diyor…
Bu yeni bir tarz, yeni bir siyaset değildir. Dört yönden, pek çok ülkeden medet ummak –bir tek kendi halkından medet ummamak- ve demokrasiyi elit bir mesele olarak değerlendirmek, ‘yarı ecnebi’ Türk entelijansiyasının Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana adeta genlerine yerleşmiş zihinsel bir reflekstir…
Bu refleksi yıllar içinde pek çok yazar, düşünür deşifre etmiştir. Cemil Meriç’ten Kemal Tahir’e, Attilâ İlhan’dan Halit Refiğ’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Oğuz Atay’a, Ömer Lütfü Mete’ye, Dücane Cündioğlu’na kadar bir dizi düşünce adamı yazıp anlatmışlardır ‘kimlik’ meselemizi…
Tam da Batı yangın yerine dönmüşken. Tam da Batı, kendi aydınlarının ‘Batı maneviyatını kaybetti’ diye yıllar önce bas bas bağırmaya başlamalarının ardından, bu kez vahşi kapitalizmin ciddi ekonomik girdaplarından birine saplanmışken, dönüp ‘emperyalizmin beşiği’ diye yıllarca ‘sözümona mücadele edilmiş’ o Batı’dan tam da kıta olarak himmete muhtaç iken şifa ummak, Türkiye’ye yaptırım uygulamasını beklemek, ne büyük talihsizliktir…
Tam da hafta sonları okumak için yanıma aldığım iki kitabın üstüne geldi Behramoğlu’nun ‘petisyonu’ (rica dilekçesi)… Biri, “Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, John M. Hobson, Çeviri: Esra Ermert, Yapı Kredi Yayınları”, diğeri Goethe’nin “Doğu-Batı Divanı, Çevri: Dr. Bayram Yılmaz, İyiadam Yayıncılık”…
Goethe’nin Doğu hayranlığı, Mozart’ın sırtını Batı’ya yüzünü Doğu’ya dönmesi, ‘Işığın bizim buralardan yükseleceğinin’ Batılılarca ikrar edilmesi, sinemanın en büyük şairlerinden Theo Angelopoulos’un “Batı’nın ölmekte olduğunu” neredeyse her filminde dile getirmesi benzeri yüzlerce örnek, sırtını bize yüzünü Batı’ya dönmüş bizim aydınlarımızı bir an olsun şaşırtmıyor anlaşılan…
Bu durum beni üzmez. Tersine; bazı kendini bilmez ajit-prop magandasının omur ilikten takım tutar gibi, Behramoğlu’nu hak etmediği ölçüde hoyratça, cahilce eleştirmesi, inanmışlıkla tasallutu birbirine karıştırarak bu büyük şaire haddini bilmezce ‘öteki’ muamelesi çekmesini ayrı bir hüsran olarak yaşarım…
‘İki ruhlu Türkiye’nin açmazlarını bir şair olarak derunundan hissettiğinden kuşku duymadığım Ataol ustaya büyük geçmiş olsun!
Konu neden naziktir?
Bu sorunun yanıtı aramadan önce Ataol Behramoğlu’nun yazdığı ve Avrupa Parlamentosu’nun 735 milletvekiline ulaştırıldığı anlaşılan mektubun son bölümüne göz atalım:
“Kendimden söz etmekten utanırım.
Fakat bu yazının son satırlarında kendimden de söz ederek başta Türkiye sorumluları olmak üzere Avrupa Birliği’nin, Avrupa Parlamentosu’nun yöneticilerine, Batı Avrupalı yazar ve sanatçı örgütlerine seslenmek istiyorum.
Lotus, Puşkin ödülleri başta olmak üzere uluslararası ödülleri olan, şiirleri dünyanın belli başlı bütün dillerine çevrilmiş olan bir şairim.
Ülkelerinizde yıllarca yaşadım. Bunlardan kimileri sürgünlük yıllarıydı. Fakat Türkiye hiçbir zaman, hiçbir dönemde uygar, hümanist, laik Batı’nın bir parçası olmaktan bu ölçüde koparılıp uzaklaştırılmadı. Bugünkü siyasal iktidarın asıl ve tek amacının bu olduğunu göremeyecek kadar sağduyunuzu, kendi değerlerinize inancınızı yitirmiş olabilir misiniz? Türkiye’de cezaevlerinden yükselen çığlıklara kulaklarınızı daha ne kadar süre tıkayacaksınız?
Eveleyip gevelemeden, insanca, uygarca, ödün vermeksizin ve ciddi yaptırımlarla bu ülkedeki insan hakkı ihlallerine ne zaman karşı çıkacaksınız?
Tabii eğer, Türkiye’nin tümüyle kaybının evrensel insan hakları adına ne kadar büyük bir kayıp olacağının bilincindeyseniz ve bu evrensel değerler sizler için henüz bir anlam taşımaktaysa… 16 Haziran 2012 – Cumhuriyet”
***
Behramoğlu, lafı hiç eğip bükmemiş, özetle“Avrupa Birliği Türkiye’ye yaptırım uygulasın” diyor…
Bu yeni bir tarz, yeni bir siyaset değildir. Dört yönden, pek çok ülkeden medet ummak –bir tek kendi halkından medet ummamak- ve demokrasiyi elit bir mesele olarak değerlendirmek, ‘yarı ecnebi’ Türk entelijansiyasının Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana adeta genlerine yerleşmiş zihinsel bir reflekstir…
Bu refleksi yıllar içinde pek çok yazar, düşünür deşifre etmiştir. Cemil Meriç’ten Kemal Tahir’e, Attilâ İlhan’dan Halit Refiğ’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Oğuz Atay’a, Ömer Lütfü Mete’ye, Dücane Cündioğlu’na kadar bir dizi düşünce adamı yazıp anlatmışlardır ‘kimlik’ meselemizi…
Tam da Batı yangın yerine dönmüşken. Tam da Batı, kendi aydınlarının ‘Batı maneviyatını kaybetti’ diye yıllar önce bas bas bağırmaya başlamalarının ardından, bu kez vahşi kapitalizmin ciddi ekonomik girdaplarından birine saplanmışken, dönüp ‘emperyalizmin beşiği’ diye yıllarca ‘sözümona mücadele edilmiş’ o Batı’dan tam da kıta olarak himmete muhtaç iken şifa ummak, Türkiye’ye yaptırım uygulamasını beklemek, ne büyük talihsizliktir…
Tam da hafta sonları okumak için yanıma aldığım iki kitabın üstüne geldi Behramoğlu’nun ‘petisyonu’ (rica dilekçesi)… Biri, “Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, John M. Hobson, Çeviri: Esra Ermert, Yapı Kredi Yayınları”, diğeri Goethe’nin “Doğu-Batı Divanı, Çevri: Dr. Bayram Yılmaz, İyiadam Yayıncılık”…
Goethe’nin Doğu hayranlığı, Mozart’ın sırtını Batı’ya yüzünü Doğu’ya dönmesi, ‘Işığın bizim buralardan yükseleceğinin’ Batılılarca ikrar edilmesi, sinemanın en büyük şairlerinden Theo Angelopoulos’un “Batı’nın ölmekte olduğunu” neredeyse her filminde dile getirmesi benzeri yüzlerce örnek, sırtını bize yüzünü Batı’ya dönmüş bizim aydınlarımızı bir an olsun şaşırtmıyor anlaşılan…
Bu durum beni üzmez. Tersine; bazı kendini bilmez ajit-prop magandasının omur ilikten takım tutar gibi, Behramoğlu’nu hak etmediği ölçüde hoyratça, cahilce eleştirmesi, inanmışlıkla tasallutu birbirine karıştırarak bu büyük şaire haddini bilmezce ‘öteki’ muamelesi çekmesini ayrı bir hüsran olarak yaşarım…
‘İki ruhlu Türkiye’nin açmazlarını bir şair olarak derunundan hissettiğinden kuşku duymadığım Ataol ustaya büyük geçmiş olsun!