Tasallut özgür düşüncenin düşmanıdır
04 KASIM 2007
Şu Kaz Dağı altınları meselesi nasılsa unutulacak ve/veya unutturulacak. Bu konuma gelmeden ne denecekse denmeli hiç değilse… Çok ilginç mesajları aldıkça burada yayınlamalıyız. Bu kez bize her fırsatta yazan Yaşar Usluer kaleme sarılmış:
“Sayın Saydam. Sizi de anlayabilmiş değilim. Artık bir karar veriniz. Sözde çevrecilerden mi, özde çevrecilerden mi yanasınız? Bu durumda ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamazsınız. 30 Temmuz 2007 tarihli ‘Bırakın Alibeyköy kuru kalsın’ yazınızda tarihi eserlerin su altında kalmasına karşıydınız. (Size katılmadığımı o zaman da yazmıştım.) Şimdi ise, Kaz Dağlarında maden arayanlardan yanasınız. Ki, doğrusu da budur.
Hatırlayınız rahmetli Özal Muğla’nın Ören beldesine Kemerköy (Gökova) termik santralini kuracaktı. Sözde çevreciler ‘Gökova Körfezi kirlenecek, binlerce ağaç kuruyacak’ diye kıyameti koparmıştı. Özal bunları dinlemedi, santrali kurdu. 1998 yılında burayı özellikle gidip gördüm. Ne bir tek ağaç kurumuştu, ne de deniz kirlenmişti. Santralın dibinde Çökertme Köyü var. Köylülere ‘Bu santralın size zararı var mı?’ diye sordum. ‘Ne zararı olacak, daha faydası var. Orada gençlerimiz çalışıyor’ dediler. Sözde çevrecilerin de çoktan sesi kesilmişti.
Bergama altın madenine karşı olan köylü, möylü yoktu. Her köyden orada çalışan vardı. Alman vakıflarından nemalanan köylü kılığında bir sahtekâr, köylülerden bazılarını kandırdı, örgütledi. Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın’ın dediği gibi sonunda gerçek ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaran Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu bu yüzden katledilmedi mi?
Okurlarınızdan Mustafa Baytosun ‘sadece altın madencilerle kol kola girmiş Profları değil, bizim tarafımızda olan akademisyenleri, bölgede tarımla, hayvancılıkla uğraşanları, evine artık pet şişede (işte buna çok güldüm.Y.U) su almak zorunda kalan yöre insanını da dinleyin’ diyor. Yöre insanını dinlemeye evet, ama onun tarafındaki akademisyenleri dinlemeye hayır. Zira bozuk plak gibi aynı şeyleri söylerler. Çözüm üretmezler. Araştırınız kesin sosyal demokrattırlar. Buyurun gelin, isterseniz yöre insanlarını birlikte dinleyelim. Bakalım ne diyecekler? ‘Evine pet şişeyle mi su götürüyor’ yerinde görelim.
Okurunuz Ayhan Erler’in dediği gibi ‘Bu yörede altın arama çalışmaları yeni değil 1988’de başlamış.’ Yine Mustafa Baytosun, ‘Sadece Marmara Bölgesi’nde fabrikaların sırf maliyet diye kurmadıkları, kursa da işletmedikleri arıtma tesisleri nedeniyle akarsuların kirlenmesi, balıkların ölmesi’ falan diyor. Aynen katılıyorum. Ancak, siz bu sözde çevrecilerin söz konusu fabrikaların arıtma tesisi kurmadığı, ya da çalıştırmadığı için eylem yaptıklarını gördünüz mü? Ben görmedim. Yapsınlar, ben de onlarla beraberim. Yapamazlar. Zira bu konuda Alman vakıfları destek vermez.
Yıllarca definecilerin tarihi eserleri tahrip etmesine ses çıkarmayan, yer altındaki tarihi eserlerin kazı çalışmalarını yabancıların yapmasını görmezden gelen, hiçbir kazı çalışmasına katılmayan (Yer altında kim bilir ne kıymetli tarihi eserler vardır. Gidip kazsınlar. Metro kazısı olmasa Ceneviz Surlarından haberimiz olacak mıydı?) bu sözde çevreciler üç-beş tane tarihi eser su altında kalacak diye, Bergama’daki Yortanlı barajının su toplamasını istemiyorlar. Ama binlerce köylünün tarım arazilerini bu barajdan sulayıp daha fazla verim alacağını düşünmüyorlar. Bergama köylülerini örgütleyip altın madenine karşı çıkmalarını isteyen yine bu sözde çevreciler değil miydi? Hani bunlar köylüyü düşünüyordu? Bu ne yaman çelişkidir böyle? Yoksa tamamen duygusal olmasın?!..”
Sayın Usluer ve bir başka okurumuz Sayın Hüseyin Emiroğlu Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın’ın yazısını istemişler, yolladım.
Bu arada bir küçük not da Mete Özel’den gelmiş. Diyor ki: “Sayın Saydam, naçizane bir katkı da ben sunayım dedim. Madenlerin işletilmesi güzel ama her ekonomik aktivitede olduğu gibi işleten şirketin yanında toprağı altı ile üstü ile işletmeciye veren kamunun bu işten ne kazancı var? Buna da bakmalı. Örneğin Bergama’daki madeni işleten şirkete sorsanız devlete ne kadar hisse vermiş? Ne kadar gelir vergisi ödemiş? Eminim ki size söyleyecekleri rakam ödedikleri KDV (o da ödedilerse), SSK primleri, işçilerin gelir vergileridir.
Lütfen Allahın size ve bizlere ‘eşyayı olduğu gibi göstermesi’ için köşenizden bu soruyu sorun. Madenlerimizi işletiyoruz derken elimizde kalan kocaman çukurlar olmasın?”
Benim görüşümü merak edenlere not: Ben üzerimden her türden tasallutu (obsesyon - takınç) atalı yaklaşık 30 yıl oldu. Berlin Duvarı üzerlerine yıkıldıktan ya da 11 Eylül’den sonra aklı başına gelenlerden değilim. Yani ‘taraf’ değilim. Bu konuda yanında olduğum herhangi bir görüş ya da kişi yok. Tasallut altında özgür olunamadığını düşünürüm. Yaşar Bey’in beni anlayamamasını anlıyorum…
Çadırdan korkmamak gerek
Bir korku, bir endişedir gidiyor. Bayram önceleri kurulan ve ünlü markaların yer aldığı indirim çadırlarının daimi hale getirilmesi ve sadece İstanbul’da 20 tane çadırın kurulmasının planlanması, perakendecileri panikletmiş…
Önce Daniel Hechter ve Enrico Marinelli’nin temsilcisi Aydınlık Grup’un başlattığı çadır satışlarının ilgi görmesi, ardından Yenibosna’da Ramazan Bayramı öncesi kurulan Outlet Çadırın başarılı olması bu konudaki girişimleri tetiklemişe benziyor…
Markalarının değeri için yatırım yapan kuruluşların, “Çadıra düşmeyelim!” diye çırpınan az sayıda Türk markasının endişesi son derece yerinde. Ancak abartılı. Çünkü serbest piyasa ekonomilerinde su akıyor, yolunu buluyor. Milano - Genova arasındaki Designer Outlet’te bütün markalar var. Ürünler yarı fiyatına. Sebil gibi… Ancak yeni sezon ürünlerini bulmak imkânsız. Onlar şehirde. İki – üç misli fiyatına… Tüketici zaman içinde neyin, nerede olduğunu biliyor. Burada sorumluluk sektörde. O çadıra, çadır kültürünün dışında bir önem ve konumlama atfetmemeyi başarır; kimlik disiplinini korursa; sorun çıkmaz. Tersine pazar büyür. Ancak ortada kaotik bir durum yaratılırsa Abdullah Kiğılı’nın altını çizdiği bütün tehditler ortaya çıkar.
Birleşik Markalar Derneği’nin bu işi boykot etmeye çalışmak yerine sektörel disiplin tesis edici önlemlere başvurması ve herkesin kazanacağı çözümler üretmesi gerekir…
“Sayın Saydam. Sizi de anlayabilmiş değilim. Artık bir karar veriniz. Sözde çevrecilerden mi, özde çevrecilerden mi yanasınız? Bu durumda ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamazsınız. 30 Temmuz 2007 tarihli ‘Bırakın Alibeyköy kuru kalsın’ yazınızda tarihi eserlerin su altında kalmasına karşıydınız. (Size katılmadığımı o zaman da yazmıştım.) Şimdi ise, Kaz Dağlarında maden arayanlardan yanasınız. Ki, doğrusu da budur.
Hatırlayınız rahmetli Özal Muğla’nın Ören beldesine Kemerköy (Gökova) termik santralini kuracaktı. Sözde çevreciler ‘Gökova Körfezi kirlenecek, binlerce ağaç kuruyacak’ diye kıyameti koparmıştı. Özal bunları dinlemedi, santrali kurdu. 1998 yılında burayı özellikle gidip gördüm. Ne bir tek ağaç kurumuştu, ne de deniz kirlenmişti. Santralın dibinde Çökertme Köyü var. Köylülere ‘Bu santralın size zararı var mı?’ diye sordum. ‘Ne zararı olacak, daha faydası var. Orada gençlerimiz çalışıyor’ dediler. Sözde çevrecilerin de çoktan sesi kesilmişti.
Bergama altın madenine karşı olan köylü, möylü yoktu. Her köyden orada çalışan vardı. Alman vakıflarından nemalanan köylü kılığında bir sahtekâr, köylülerden bazılarını kandırdı, örgütledi. Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın’ın dediği gibi sonunda gerçek ortaya çıktı. Bunu ortaya çıkaran Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu bu yüzden katledilmedi mi?
Okurlarınızdan Mustafa Baytosun ‘sadece altın madencilerle kol kola girmiş Profları değil, bizim tarafımızda olan akademisyenleri, bölgede tarımla, hayvancılıkla uğraşanları, evine artık pet şişede (işte buna çok güldüm.Y.U) su almak zorunda kalan yöre insanını da dinleyin’ diyor. Yöre insanını dinlemeye evet, ama onun tarafındaki akademisyenleri dinlemeye hayır. Zira bozuk plak gibi aynı şeyleri söylerler. Çözüm üretmezler. Araştırınız kesin sosyal demokrattırlar. Buyurun gelin, isterseniz yöre insanlarını birlikte dinleyelim. Bakalım ne diyecekler? ‘Evine pet şişeyle mi su götürüyor’ yerinde görelim.
Okurunuz Ayhan Erler’in dediği gibi ‘Bu yörede altın arama çalışmaları yeni değil 1988’de başlamış.’ Yine Mustafa Baytosun, ‘Sadece Marmara Bölgesi’nde fabrikaların sırf maliyet diye kurmadıkları, kursa da işletmedikleri arıtma tesisleri nedeniyle akarsuların kirlenmesi, balıkların ölmesi’ falan diyor. Aynen katılıyorum. Ancak, siz bu sözde çevrecilerin söz konusu fabrikaların arıtma tesisi kurmadığı, ya da çalıştırmadığı için eylem yaptıklarını gördünüz mü? Ben görmedim. Yapsınlar, ben de onlarla beraberim. Yapamazlar. Zira bu konuda Alman vakıfları destek vermez.
Yıllarca definecilerin tarihi eserleri tahrip etmesine ses çıkarmayan, yer altındaki tarihi eserlerin kazı çalışmalarını yabancıların yapmasını görmezden gelen, hiçbir kazı çalışmasına katılmayan (Yer altında kim bilir ne kıymetli tarihi eserler vardır. Gidip kazsınlar. Metro kazısı olmasa Ceneviz Surlarından haberimiz olacak mıydı?) bu sözde çevreciler üç-beş tane tarihi eser su altında kalacak diye, Bergama’daki Yortanlı barajının su toplamasını istemiyorlar. Ama binlerce köylünün tarım arazilerini bu barajdan sulayıp daha fazla verim alacağını düşünmüyorlar. Bergama köylülerini örgütleyip altın madenine karşı çıkmalarını isteyen yine bu sözde çevreciler değil miydi? Hani bunlar köylüyü düşünüyordu? Bu ne yaman çelişkidir böyle? Yoksa tamamen duygusal olmasın?!..”
Sayın Usluer ve bir başka okurumuz Sayın Hüseyin Emiroğlu Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın’ın yazısını istemişler, yolladım.
Bu arada bir küçük not da Mete Özel’den gelmiş. Diyor ki: “Sayın Saydam, naçizane bir katkı da ben sunayım dedim. Madenlerin işletilmesi güzel ama her ekonomik aktivitede olduğu gibi işleten şirketin yanında toprağı altı ile üstü ile işletmeciye veren kamunun bu işten ne kazancı var? Buna da bakmalı. Örneğin Bergama’daki madeni işleten şirkete sorsanız devlete ne kadar hisse vermiş? Ne kadar gelir vergisi ödemiş? Eminim ki size söyleyecekleri rakam ödedikleri KDV (o da ödedilerse), SSK primleri, işçilerin gelir vergileridir.
Lütfen Allahın size ve bizlere ‘eşyayı olduğu gibi göstermesi’ için köşenizden bu soruyu sorun. Madenlerimizi işletiyoruz derken elimizde kalan kocaman çukurlar olmasın?”
Benim görüşümü merak edenlere not: Ben üzerimden her türden tasallutu (obsesyon - takınç) atalı yaklaşık 30 yıl oldu. Berlin Duvarı üzerlerine yıkıldıktan ya da 11 Eylül’den sonra aklı başına gelenlerden değilim. Yani ‘taraf’ değilim. Bu konuda yanında olduğum herhangi bir görüş ya da kişi yok. Tasallut altında özgür olunamadığını düşünürüm. Yaşar Bey’in beni anlayamamasını anlıyorum…
Çadırdan korkmamak gerek
Bir korku, bir endişedir gidiyor. Bayram önceleri kurulan ve ünlü markaların yer aldığı indirim çadırlarının daimi hale getirilmesi ve sadece İstanbul’da 20 tane çadırın kurulmasının planlanması, perakendecileri panikletmiş…
Önce Daniel Hechter ve Enrico Marinelli’nin temsilcisi Aydınlık Grup’un başlattığı çadır satışlarının ilgi görmesi, ardından Yenibosna’da Ramazan Bayramı öncesi kurulan Outlet Çadırın başarılı olması bu konudaki girişimleri tetiklemişe benziyor…
Markalarının değeri için yatırım yapan kuruluşların, “Çadıra düşmeyelim!” diye çırpınan az sayıda Türk markasının endişesi son derece yerinde. Ancak abartılı. Çünkü serbest piyasa ekonomilerinde su akıyor, yolunu buluyor. Milano - Genova arasındaki Designer Outlet’te bütün markalar var. Ürünler yarı fiyatına. Sebil gibi… Ancak yeni sezon ürünlerini bulmak imkânsız. Onlar şehirde. İki – üç misli fiyatına… Tüketici zaman içinde neyin, nerede olduğunu biliyor. Burada sorumluluk sektörde. O çadıra, çadır kültürünün dışında bir önem ve konumlama atfetmemeyi başarır; kimlik disiplinini korursa; sorun çıkmaz. Tersine pazar büyür. Ancak ortada kaotik bir durum yaratılırsa Abdullah Kiğılı’nın altını çizdiği bütün tehditler ortaya çıkar.
Birleşik Markalar Derneği’nin bu işi boykot etmeye çalışmak yerine sektörel disiplin tesis edici önlemlere başvurması ve herkesin kazanacağı çözümler üretmesi gerekir…