TED’in hedefini yeni anladım...
27 TEMMUZ 2003
Atatürk’ün büyük önem verdiği bilim adamlarından Profesör Salih Murat Uzdilek, yabancı dilde eğitim veren okulları ikiye ayırırdı: O kültüre körü körüne bağımlı, her yerde o kültürün borazancılığını yapan öğrenci yetiştirenler... Bir de, öğrencilerini yabancı dil ve kültürle donatırken, onları millî ve manevî değerlerinden koparmayanlar.
Gözlerinizi şöyle bir kapatıp Türkiye’de yabancı dilde eğitim yapan liseleri ve onların mezunlarını düşünün. Hangi lisenin hangi kategoriye girdiğini hemen tespit edebilirsiniz.
Örneğin İstanbul Erkek Lisesi (şimdilerde İstanbul Lisesi), Kadıköy Maarif Koleji (sonradan Anadolu Lisesi), bir dönem Galatasaray Lisesi, Ankara TED koleji bu ikinci tür okullardan diye bilinir.
Biraz da bu nedenle Atatürk’ün kuruluşuna önayak olduğu TED, Amerikan – İngiliz bağımlısı değil, İngilizce diline ve kültürüne hakim Türkler yetiştirmesiyle tanınır.
Ama o kadar... Oysa dahası varmış.
TED şu sıra 75’inci yılını kutluyor. Bilmiyordum... Allah’tan Yavuz Donat 30 Haziran’da yazmış. Bu sayade TED’in ilk başkanının İsmet İnönü olduğunu, kuruluşunda 202 milletvekilinin yer aldığını, bugüne kadar 45 bin yoksul çocuğa burs sağladığını, 40 bin mezun verdiğini, bugün çeşitli kentlerde 16 okul ve 18 bin öğrencisi bulunduğunu, Türkiye’nin en parlak beyinlerini yetiştirdiğini öğrendim.
Çok kuruluş vardır böyle. İşlerini iyi yaparlar. Ama bir türlü kendilerini anlatamazlar. Ben TED’i genelde bir zenginler kulübü olarak algılardım. Oysa iletişimin temel kuralıdır: Yanlış algılayanda değil, yanlış algılatandadır kabahat. Ve “Algılamalar gerçektir. Çünkü insanlar ona inanırlar”...
Şimdi çiçeği burnunda yeni Başkan Selçuk Pehlivanoğlu’na düşen görev TED’in sosyal sorumluluk programlarını geniş kitlelere duyurmaktır.
Yatları görmeden ölmemek...
Unutamadığım iki reklam kampanyası vardır... Birincisi Audi’den...
Susurluk günleriydi... Marka Ajans’ın deli-dahi patronu Hulusi Derici’nin yarattığı bir Audi Kampanyası vardı... Yumurta topuk; beyaz çorap; içinden kıllar fışkıran, düğmeleri göbeğe kadar açılmış gömlek, bagajda Kalaşnikov (yayınlanmadı); tek taş pırlanta yüzük, direksiyondakinin elinde tespih... “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar”... Bu kampanyanın müthiş başarısını rakamlardan biliyorum.
Bir de BMW 7 serisinin Türkiye’de kullanılmayan kampanyası vardı unutamadığım. “Hayatta şunları yapmadan ölmeyin” diyordu: “Grand Canion’da dağların arasında uçakla geçmeden; Paris’te Tour d’Argent’da yemek yemeden; Pasifik’te büyük balık avına çıkmadan...” böyle dokuz tane ilginç serüven sayıyor; onuncu sırada “7 serisi bir BMW’ye binmeden” diye de bitiriyordu.
BMW reklamında sıralananlara bir tane de ben eklemek isterdim: Açık deniz yat yarışlarında teknelerin Bozcaada’dan start alışını bir tepeye çıkıp izlemeden...
O renk cümbüşünü, sessiz güzelliği izlemeden bu dünyadan göçmek yazık olurdu. Donanma Kupasına katılan tekneler bugün Bozcaada’dan start aldılar. Gelemedinizse, kaçırdınız. Olsun. Bunu her sene yapıyorlar. Asude bir ortamdan, Marmara’yı anımsatan serince bir denizden, deli rüzgârlardan ve sessiz akşamlardan nefret etmiyorsanız, seneye bekleriz. Gelin o muhteşem cümbüşü birlikte yaşayalım...
Bozcaada tüyoları
Neredeyse 10 yıl oldu. Artık yazları Bozcaada’dayım. Bundan geçen hafta da kısaca söz ettim. Telefon ve mail bombardımanı başladı. Herkes daha fazla bilgi istiyordu.
İşte size 10 tane Bozcaada tüyosu:
1. İki yoldan ulaşım mümkün: Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot. Oradan Çanakkale’ye. Sonra İzmir yoluna devam. Truva sapağından bir sonraki sapakta ‘Bozcaada’ diye yazar. Yol sizi Geyikli’deki ‘Yük iskelesine’ götürür. Bandırma’dan oraya kurallara uyarak 3, uymayarak 2.5 saatte gidersiniz. İkinci yol karadan. Orada iki seçenek var. Edirne otobanı. Kınalı çıkışı. Tekirdağ – Keşan -Gelibolu - Eceabat güzegâhı. Ya da: Edirne otobanı. Havsa çıkışı. Uzunköprü - Keşan – Gelibolu - Eceabat. İkinci yol 60 km daha uzun. Ama tenha. Her iki şıkta da 3.5 saatte Eceabat’a varılıyor.
2. Çanakkale’ye Eceabat’tan saat başı arabalı vapur ile, ya da oradan 5-6 km devam edince Kilitbahir’den sık sık orta boy teknelerle geçmek mümkün. Ben gidişte Kilitbahir’i, dönüşte 09.00’daki arabalı vapurunu tercih ediyorum.
3. Gemi saatlerinden bir saat önce Geyikli’de olun. Çok sıra oluyor. Binemeyebilirsiniz.
4. Kalınca kazaklar alın. Akşamları ihiyacınız olur.
5. Gecelemek için tüm pansiyonlar temiz ve rahattır. Bir üst sınıf için: Çapraz Tatil Köyü, Aral Çiftliği, Tenes Oteli, Ege Otel, Ataol Tatil Köyü’nü düşünebilirsiniz. Mutlaka önceden yer ayırtın.
6. Limandaki tüm yemek mekânları iyidir. Ayazma’da Vahit’in Yeri, merkezde Hafız’ın Yeri, Çanlı İbo, Seyyar Midyeci Abdullah, Ada Cafe, Habbale’de Mitos mutlaka denenmeli. Adaçayı limandaki kahvehanelerde içilir. Ve denize bakarak Bozcaada Müftülüğü’nün yayınladığı “Türk tarihinde Bozcaada” kitabı okunur.
7. İki diskosu var. Bodrum tipi değil. Türk tipi... Daha çok 25 yaş ve altı için. Dinozorlar da arada uğruyor.
8. Üç marka şarabı var: Talay, Ataol ve Yunatçılar. Bu sene Merlot ve Cabernet-Savignon türü çıkarmışlar. Süper!
9. Dönüş için saatler önceden arabayı kuyruğa koymakta yarar var. Ben iki defa binemedim...
10. Dönüş için karadan gitmek daha az zaman alıyor. Bandırma’dan feribot saatleri, Bozcaada’dan hareket eden feribotların saatleri senkron değil.
Haydi hayırlısı...
Eleştiri paranoyası
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘Ulusa sesleniş’ programını TRT’ye değil bir özel şirkete yaptırıyor diye eleştiriliyor. TRT’nin elindeki teknik donanım ve bilgi birikimi bu iş için fazla fazla yeterliymiş. 30 bin Euro (bazılarına göre biraz daha az) İnsert adlı bir şirkete ödenmişmiş... Satır arasından kaynakların savurgan kullanımı eleştirisi getiriliyor.
Birkaç gazetede birden haber aynı anda ve nerdeyse aynı mesajla verildi. İletişimden anlayanlar bilir. Bu durumlarda iş ‘yönetilmiş’ demektir. Yani birileri gazetelere ya bülten gibi bir şey göndermiş. Ya da bir iki gazeteyi arayıp gerekli tüyoları vermiş.
Pek çok şey gibi bu yeniliği de rahmetli Özal başlatmıştı. ‘İcraatın İçinden’ programını Man Ajans hazırlardı. Ajansın o tarihteki yöneticisi Faruk Atasoy işin koordinasyonunu sağlar, rahmetli Ege Ernart metinleri yazar, çekim ve montaj için sabahlara kadar uğraşırlardı. Ortaya da bomba gibi iş çıkardı.
Bu tür pogramlar reklamcıların, stratejik halkla ilişkilercilerin işidir. Bütün dünyada da böyledir. Örneğin Blair’in bu işlerine ‘dışarıdan’ bir ekiple Alistair Campbel ve Anthony Giddens bakardı. Kimse de bunlara kaç para ödendiğini konu etmezdi. Kaldı ki bizde de bu işlerin TRT dışından yapılması yasa gereği (2954 sayılı TRT kanunu, 19. Madde).
AK Parti’yi eleştirmek isterseniz, eleştirecek çok şey bulabilirsiniz. Tüm demokrasilerde iktidarlar eleştirilir. Hal böyleyken, öküz altında buzağı aramanın ne alemi var?
Son derece doğrudur Başbakan’ın yaptığı... İşi ehline teslim etmek...
Bekleyin yapılan işi. Eğer iletişim açısından yanlışsa, o zaman eleştirin. Yoksa ‘saçı bitmedik yetimlerin hakkı’ muhabbeti, en azından burada paranoyak bir saplantı gibi kalıyor.
Kısa kısa... Kısa kısa...
· Alem dergisi caz konserleri düzenliyormuş: “Alem Caz Parkı”... Herhalde iyi düşünülmüş bir PR faaliyetidir. Hani bu tür etkinliklerde konu, hedef kitlenin çok dışına düşerse, istenen algılama oluşturulamaz... Bildiğimiz kadarıyla caz, belli bir entelektüel algılama zemini üstüne oturan bir müzik türü. Sevdalıları da ona göre... Bizden söylemesi...
· Yurtiçi Kargo’nun reklam filmini izleyenlerin boğazına bir şey düğümleniyor ve o düğümün çözülmesi için hayli zaman geçmesi gerekiyor... Reklamlarda, ortak ruhî şekillenmemizi harekete geçiren iki duygusal yaklaşım tutuyor: Ya güldürecek ya da ağlatacaksın... Bilgilendirmeye çalışanların pek şansı yok. Dizilerde de durum öyle değil mi? Bir de belgesellerin rating’lerine bakın... Her ne kadar yazılı basındaki reklamların bir kısmında aynı duyguyu yakalayamasalar da, Yurtiçi Kargo’yu bu kampanya için kutlamak gerek.
· Diyanet İşleri Başkanlığı olaya el atmış. Futbol sahalarında bundan böyle küfür oranı kesinlikle azalacaktır. Daha muhteşem bir iletişim kanalı olabilir mi? En etkili iletişim, yüz yüze olanıdır. Fakat aynı anda geniş kitlelere ulaşılamayacağı için, medya kullanılır. Oysa Diyanet’in elinde onbinlerce imam ve onbinlerce camii... Milyonlara aynı gün aynı saatte aynı mesajı iletmek... Hem de yüz yüze... Bir iletişimci için ulaşılmaz düş sanki... Eylülde “Söz söylemenin sorumluluğu” adlı hutbeyi ve sonuçlarını merakla bekliyorum... Tabii hükümet ve diğer devlet kuruluşlarının bu etkili iletişim kanalını ilerde nasıl kullanacaklarını da...
Gözlerinizi şöyle bir kapatıp Türkiye’de yabancı dilde eğitim yapan liseleri ve onların mezunlarını düşünün. Hangi lisenin hangi kategoriye girdiğini hemen tespit edebilirsiniz.
Örneğin İstanbul Erkek Lisesi (şimdilerde İstanbul Lisesi), Kadıköy Maarif Koleji (sonradan Anadolu Lisesi), bir dönem Galatasaray Lisesi, Ankara TED koleji bu ikinci tür okullardan diye bilinir.
Biraz da bu nedenle Atatürk’ün kuruluşuna önayak olduğu TED, Amerikan – İngiliz bağımlısı değil, İngilizce diline ve kültürüne hakim Türkler yetiştirmesiyle tanınır.
Ama o kadar... Oysa dahası varmış.
TED şu sıra 75’inci yılını kutluyor. Bilmiyordum... Allah’tan Yavuz Donat 30 Haziran’da yazmış. Bu sayade TED’in ilk başkanının İsmet İnönü olduğunu, kuruluşunda 202 milletvekilinin yer aldığını, bugüne kadar 45 bin yoksul çocuğa burs sağladığını, 40 bin mezun verdiğini, bugün çeşitli kentlerde 16 okul ve 18 bin öğrencisi bulunduğunu, Türkiye’nin en parlak beyinlerini yetiştirdiğini öğrendim.
Çok kuruluş vardır böyle. İşlerini iyi yaparlar. Ama bir türlü kendilerini anlatamazlar. Ben TED’i genelde bir zenginler kulübü olarak algılardım. Oysa iletişimin temel kuralıdır: Yanlış algılayanda değil, yanlış algılatandadır kabahat. Ve “Algılamalar gerçektir. Çünkü insanlar ona inanırlar”...
Şimdi çiçeği burnunda yeni Başkan Selçuk Pehlivanoğlu’na düşen görev TED’in sosyal sorumluluk programlarını geniş kitlelere duyurmaktır.
Yatları görmeden ölmemek...
Unutamadığım iki reklam kampanyası vardır... Birincisi Audi’den...
Susurluk günleriydi... Marka Ajans’ın deli-dahi patronu Hulusi Derici’nin yarattığı bir Audi Kampanyası vardı... Yumurta topuk; beyaz çorap; içinden kıllar fışkıran, düğmeleri göbeğe kadar açılmış gömlek, bagajda Kalaşnikov (yayınlanmadı); tek taş pırlanta yüzük, direksiyondakinin elinde tespih... “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar”... Bu kampanyanın müthiş başarısını rakamlardan biliyorum.
Bir de BMW 7 serisinin Türkiye’de kullanılmayan kampanyası vardı unutamadığım. “Hayatta şunları yapmadan ölmeyin” diyordu: “Grand Canion’da dağların arasında uçakla geçmeden; Paris’te Tour d’Argent’da yemek yemeden; Pasifik’te büyük balık avına çıkmadan...” böyle dokuz tane ilginç serüven sayıyor; onuncu sırada “7 serisi bir BMW’ye binmeden” diye de bitiriyordu.
BMW reklamında sıralananlara bir tane de ben eklemek isterdim: Açık deniz yat yarışlarında teknelerin Bozcaada’dan start alışını bir tepeye çıkıp izlemeden...
O renk cümbüşünü, sessiz güzelliği izlemeden bu dünyadan göçmek yazık olurdu. Donanma Kupasına katılan tekneler bugün Bozcaada’dan start aldılar. Gelemedinizse, kaçırdınız. Olsun. Bunu her sene yapıyorlar. Asude bir ortamdan, Marmara’yı anımsatan serince bir denizden, deli rüzgârlardan ve sessiz akşamlardan nefret etmiyorsanız, seneye bekleriz. Gelin o muhteşem cümbüşü birlikte yaşayalım...
Bozcaada tüyoları
Neredeyse 10 yıl oldu. Artık yazları Bozcaada’dayım. Bundan geçen hafta da kısaca söz ettim. Telefon ve mail bombardımanı başladı. Herkes daha fazla bilgi istiyordu.
İşte size 10 tane Bozcaada tüyosu:
1. İki yoldan ulaşım mümkün: Yenikapı’dan Bandırma’ya feribot. Oradan Çanakkale’ye. Sonra İzmir yoluna devam. Truva sapağından bir sonraki sapakta ‘Bozcaada’ diye yazar. Yol sizi Geyikli’deki ‘Yük iskelesine’ götürür. Bandırma’dan oraya kurallara uyarak 3, uymayarak 2.5 saatte gidersiniz. İkinci yol karadan. Orada iki seçenek var. Edirne otobanı. Kınalı çıkışı. Tekirdağ – Keşan -Gelibolu - Eceabat güzegâhı. Ya da: Edirne otobanı. Havsa çıkışı. Uzunköprü - Keşan – Gelibolu - Eceabat. İkinci yol 60 km daha uzun. Ama tenha. Her iki şıkta da 3.5 saatte Eceabat’a varılıyor.
2. Çanakkale’ye Eceabat’tan saat başı arabalı vapur ile, ya da oradan 5-6 km devam edince Kilitbahir’den sık sık orta boy teknelerle geçmek mümkün. Ben gidişte Kilitbahir’i, dönüşte 09.00’daki arabalı vapurunu tercih ediyorum.
3. Gemi saatlerinden bir saat önce Geyikli’de olun. Çok sıra oluyor. Binemeyebilirsiniz.
4. Kalınca kazaklar alın. Akşamları ihiyacınız olur.
5. Gecelemek için tüm pansiyonlar temiz ve rahattır. Bir üst sınıf için: Çapraz Tatil Köyü, Aral Çiftliği, Tenes Oteli, Ege Otel, Ataol Tatil Köyü’nü düşünebilirsiniz. Mutlaka önceden yer ayırtın.
6. Limandaki tüm yemek mekânları iyidir. Ayazma’da Vahit’in Yeri, merkezde Hafız’ın Yeri, Çanlı İbo, Seyyar Midyeci Abdullah, Ada Cafe, Habbale’de Mitos mutlaka denenmeli. Adaçayı limandaki kahvehanelerde içilir. Ve denize bakarak Bozcaada Müftülüğü’nün yayınladığı “Türk tarihinde Bozcaada” kitabı okunur.
7. İki diskosu var. Bodrum tipi değil. Türk tipi... Daha çok 25 yaş ve altı için. Dinozorlar da arada uğruyor.
8. Üç marka şarabı var: Talay, Ataol ve Yunatçılar. Bu sene Merlot ve Cabernet-Savignon türü çıkarmışlar. Süper!
9. Dönüş için saatler önceden arabayı kuyruğa koymakta yarar var. Ben iki defa binemedim...
10. Dönüş için karadan gitmek daha az zaman alıyor. Bandırma’dan feribot saatleri, Bozcaada’dan hareket eden feribotların saatleri senkron değil.
Haydi hayırlısı...
Eleştiri paranoyası
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘Ulusa sesleniş’ programını TRT’ye değil bir özel şirkete yaptırıyor diye eleştiriliyor. TRT’nin elindeki teknik donanım ve bilgi birikimi bu iş için fazla fazla yeterliymiş. 30 bin Euro (bazılarına göre biraz daha az) İnsert adlı bir şirkete ödenmişmiş... Satır arasından kaynakların savurgan kullanımı eleştirisi getiriliyor.
Birkaç gazetede birden haber aynı anda ve nerdeyse aynı mesajla verildi. İletişimden anlayanlar bilir. Bu durumlarda iş ‘yönetilmiş’ demektir. Yani birileri gazetelere ya bülten gibi bir şey göndermiş. Ya da bir iki gazeteyi arayıp gerekli tüyoları vermiş.
Pek çok şey gibi bu yeniliği de rahmetli Özal başlatmıştı. ‘İcraatın İçinden’ programını Man Ajans hazırlardı. Ajansın o tarihteki yöneticisi Faruk Atasoy işin koordinasyonunu sağlar, rahmetli Ege Ernart metinleri yazar, çekim ve montaj için sabahlara kadar uğraşırlardı. Ortaya da bomba gibi iş çıkardı.
Bu tür pogramlar reklamcıların, stratejik halkla ilişkilercilerin işidir. Bütün dünyada da böyledir. Örneğin Blair’in bu işlerine ‘dışarıdan’ bir ekiple Alistair Campbel ve Anthony Giddens bakardı. Kimse de bunlara kaç para ödendiğini konu etmezdi. Kaldı ki bizde de bu işlerin TRT dışından yapılması yasa gereği (2954 sayılı TRT kanunu, 19. Madde).
AK Parti’yi eleştirmek isterseniz, eleştirecek çok şey bulabilirsiniz. Tüm demokrasilerde iktidarlar eleştirilir. Hal böyleyken, öküz altında buzağı aramanın ne alemi var?
Son derece doğrudur Başbakan’ın yaptığı... İşi ehline teslim etmek...
Bekleyin yapılan işi. Eğer iletişim açısından yanlışsa, o zaman eleştirin. Yoksa ‘saçı bitmedik yetimlerin hakkı’ muhabbeti, en azından burada paranoyak bir saplantı gibi kalıyor.
Kısa kısa... Kısa kısa...
· Alem dergisi caz konserleri düzenliyormuş: “Alem Caz Parkı”... Herhalde iyi düşünülmüş bir PR faaliyetidir. Hani bu tür etkinliklerde konu, hedef kitlenin çok dışına düşerse, istenen algılama oluşturulamaz... Bildiğimiz kadarıyla caz, belli bir entelektüel algılama zemini üstüne oturan bir müzik türü. Sevdalıları da ona göre... Bizden söylemesi...
· Yurtiçi Kargo’nun reklam filmini izleyenlerin boğazına bir şey düğümleniyor ve o düğümün çözülmesi için hayli zaman geçmesi gerekiyor... Reklamlarda, ortak ruhî şekillenmemizi harekete geçiren iki duygusal yaklaşım tutuyor: Ya güldürecek ya da ağlatacaksın... Bilgilendirmeye çalışanların pek şansı yok. Dizilerde de durum öyle değil mi? Bir de belgesellerin rating’lerine bakın... Her ne kadar yazılı basındaki reklamların bir kısmında aynı duyguyu yakalayamasalar da, Yurtiçi Kargo’yu bu kampanya için kutlamak gerek.
· Diyanet İşleri Başkanlığı olaya el atmış. Futbol sahalarında bundan böyle küfür oranı kesinlikle azalacaktır. Daha muhteşem bir iletişim kanalı olabilir mi? En etkili iletişim, yüz yüze olanıdır. Fakat aynı anda geniş kitlelere ulaşılamayacağı için, medya kullanılır. Oysa Diyanet’in elinde onbinlerce imam ve onbinlerce camii... Milyonlara aynı gün aynı saatte aynı mesajı iletmek... Hem de yüz yüze... Bir iletişimci için ulaşılmaz düş sanki... Eylülde “Söz söylemenin sorumluluğu” adlı hutbeyi ve sonuçlarını merakla bekliyorum... Tabii hükümet ve diğer devlet kuruluşlarının bu etkili iletişim kanalını ilerde nasıl kullanacaklarını da...