Teneke: “Çatal kalktı yürüdü!”
06 EKİM 2007
Uzun zamandır kayınbirader Milano’ya çağırıp duruyordu. Oraya tayin olalı neredeyse bir yıl olacak. Novartis’te görev yapıyor. Çat burada çat kapının arkasında… Önce Avustralya, sonra İsviçre, daha sonra New York, oradan Polonya; şimdi de Milano… Evi müsait… Kısmet bu hafta sonunaymış. Bize zengince bir program yapmış. İlk geceye de Teneke denk düşmüş. Evet, Scala Operası’nda geçenlerde dünyada ‘ilk gösterimi’ yapılan, konusu Yaşar Kemal’in aynı adı taşıyan romanı ve tiyatro oyunundan alınmış olan Teneke…
Kayınbirader Dr. Aydın Dörtok’un her zamanki telâşe programcılığı içinde bizi eşi Ayşe’ye devretti.
Başıma gelecekleri tahmin ettim; ancak Ayşe kırılmasın diye kendisine söylemedim. Zaten klasikler arasında en zor alışabildiğim türdür opera. Verdi’yi, Puccini’yi, Bizet’yi, Mozart’ı, Rossini’yi yeni yeni hazmetmeyi öğrenmişken, bir de ‘post neo-klasik’ durumlara ‘düçar’ olmak benim gibi ‘tutucuların’ harcı değildir…
Attilâ İlhan post-modern edebiyata gönderme yaparken “çatal kalktı yürüdü” derdi… Büyük bir olasılıkla başta müzikalitesi sonra tüm sanatçıların niteliği ve nihayet Scala’dan geçer not alacak tüm parametreleriyle bu güzelim Opera’nın “Benim üzerimdeki etkisi ne?” diye düşündüğümde, Attilâ İlhan’ın o ‘derinlikli’ sözlerini anımsadım…
Bu nedenle o geceyi, biraz da haddimi aşmamak adına felsefecilerin dörtlü yaklaşımından (Biçim – içerik – öz – fenomen) sonuncusu çerçevesinde ele almaya çalışacağım. Oysa olayın en azından ‘içeriğini’ biraz daha iyi kavramak adına eşim emek zahmet Teneke’nin kitabını da buldurmuş, Opera öncesi, sırası ve sonrası okumam için gereken baskıları kurmuştu. Tabii ki yarım yamalak okudum. Yerimiz balkondaydı. Her koltuğun önünde korkuluğun hemen altından minik bir ekran çıkıyordu. Ekranda tüm librettoyu İngilizce olarak okuyabiliyordunuz. Sonuç: Yaşar Kemal’in kitabıyla Opera arasında konu benzerliği var da içerik hayli farklı…
Scala’nın bulunduğu meydandaki afişlerde Yaşar Kemal’in adını görmediğimizde tüm ulusal duygularımız kabardı ve biraz bozulduk. Sonra program kâğıdında eserin onun romanından yararlanılarak yazıldığı notunu gördük de rahatladık.
Scala tabii ki muhteşem bir mekân. Boş sahnede bile orada bulunmak ve o sahneden kimlerin geçtiğini düşünmek hoş bir duygu olabilirdi. Kaldı ki, o etkileyici dekor ve sahneyi dolduran koro eşliğinde bambaşka bir ihtişam yaşanıyor. Besteci 1949 doğumlu Fabio Vacchi imiş. Wikipedia’dan baktım. Tüm eserleri ünlü yazarların hikâyelerinden yola çıkılarak hazırlanmış.
Opera’nın web sitesine de baktık tabii. Orada, Yaşar Kemal’in adının yanında “Kürt asıllı Türk yazar” ibaresinin bulunması beni 32 yıl geriye götürdü… Taksim Meydanı. 1 Mayıs mitingi. Sırtımda oğlum Mehmet. Şimdilerde eşiyle Amsterdam’da yaşıyor. Deutsche Bank’da çalışıyor. O zamanlar 4 yaşında. Yaşar ağabeyle beraber bir grup içinde işçi ve öğrencilerin geçişini izliyor, konuşmaları dinliyoruz. Ben yoruluyorum. Mehmet’i o sırtına alıyor. Ve anlatıyor. Özellikle de Mehmet’e anlatıyor, Toroslar’dan gelen ailesini. Türkmen kökenini, Türk soyunun gerçek temsilcilerinin kendi ailesi içinde bulunduğunu ve o yaylaların insanın ‘harman yeri’ olduğunu anlatıyor…
Daha o yıllarda Avrupa’da ‘iş yapabilmek’, ‘ödül alabilmek’ için ya Kürt olmak ya da Kürt meselesine Kürtler gibi, daha doğrusu Batılılar gibi bakmak şart değildi. Yaşar Ağabey’in bir 1 Mayıs mitinginde sırtında Mehmet’le bize kendi kökeniyle ilgili anlattığı şeylerin gerçek dışı olduğunu kimse düşündüremez bana…
Malezya’dan fırsatçı atak!
Tam diyecektim ki, “İşte fırsatı! Malezya şu sıra Türkiye’de reklam yapmayacak da ne zaman yapak!..” Bir de baktım, biraz ‘aceleye gelmiş’, biraz ‘yalapşap hazırlanmış’ izlenimi yaratan bir reklam, gazete sayfalarını süslemeye başladı… Sevgili Celal Metin’den uzun uzun dinlediğim Malezya’ya bir kez daha şapka çıkardım…
Sonra da sordum kendi kendi mi; en azından kazan – kazan durumu tesis etmek adına Türkiye Malezya ve diğer ilgili ülkelerde reklam kampanyasına başlamış mıdır?
Ne dersiniz?
Kayınbirader Dr. Aydın Dörtok’un her zamanki telâşe programcılığı içinde bizi eşi Ayşe’ye devretti.
Başıma gelecekleri tahmin ettim; ancak Ayşe kırılmasın diye kendisine söylemedim. Zaten klasikler arasında en zor alışabildiğim türdür opera. Verdi’yi, Puccini’yi, Bizet’yi, Mozart’ı, Rossini’yi yeni yeni hazmetmeyi öğrenmişken, bir de ‘post neo-klasik’ durumlara ‘düçar’ olmak benim gibi ‘tutucuların’ harcı değildir…
Attilâ İlhan post-modern edebiyata gönderme yaparken “çatal kalktı yürüdü” derdi… Büyük bir olasılıkla başta müzikalitesi sonra tüm sanatçıların niteliği ve nihayet Scala’dan geçer not alacak tüm parametreleriyle bu güzelim Opera’nın “Benim üzerimdeki etkisi ne?” diye düşündüğümde, Attilâ İlhan’ın o ‘derinlikli’ sözlerini anımsadım…
Bu nedenle o geceyi, biraz da haddimi aşmamak adına felsefecilerin dörtlü yaklaşımından (Biçim – içerik – öz – fenomen) sonuncusu çerçevesinde ele almaya çalışacağım. Oysa olayın en azından ‘içeriğini’ biraz daha iyi kavramak adına eşim emek zahmet Teneke’nin kitabını da buldurmuş, Opera öncesi, sırası ve sonrası okumam için gereken baskıları kurmuştu. Tabii ki yarım yamalak okudum. Yerimiz balkondaydı. Her koltuğun önünde korkuluğun hemen altından minik bir ekran çıkıyordu. Ekranda tüm librettoyu İngilizce olarak okuyabiliyordunuz. Sonuç: Yaşar Kemal’in kitabıyla Opera arasında konu benzerliği var da içerik hayli farklı…
Scala’nın bulunduğu meydandaki afişlerde Yaşar Kemal’in adını görmediğimizde tüm ulusal duygularımız kabardı ve biraz bozulduk. Sonra program kâğıdında eserin onun romanından yararlanılarak yazıldığı notunu gördük de rahatladık.
Scala tabii ki muhteşem bir mekân. Boş sahnede bile orada bulunmak ve o sahneden kimlerin geçtiğini düşünmek hoş bir duygu olabilirdi. Kaldı ki, o etkileyici dekor ve sahneyi dolduran koro eşliğinde bambaşka bir ihtişam yaşanıyor. Besteci 1949 doğumlu Fabio Vacchi imiş. Wikipedia’dan baktım. Tüm eserleri ünlü yazarların hikâyelerinden yola çıkılarak hazırlanmış.
Opera’nın web sitesine de baktık tabii. Orada, Yaşar Kemal’in adının yanında “Kürt asıllı Türk yazar” ibaresinin bulunması beni 32 yıl geriye götürdü… Taksim Meydanı. 1 Mayıs mitingi. Sırtımda oğlum Mehmet. Şimdilerde eşiyle Amsterdam’da yaşıyor. Deutsche Bank’da çalışıyor. O zamanlar 4 yaşında. Yaşar ağabeyle beraber bir grup içinde işçi ve öğrencilerin geçişini izliyor, konuşmaları dinliyoruz. Ben yoruluyorum. Mehmet’i o sırtına alıyor. Ve anlatıyor. Özellikle de Mehmet’e anlatıyor, Toroslar’dan gelen ailesini. Türkmen kökenini, Türk soyunun gerçek temsilcilerinin kendi ailesi içinde bulunduğunu ve o yaylaların insanın ‘harman yeri’ olduğunu anlatıyor…
Daha o yıllarda Avrupa’da ‘iş yapabilmek’, ‘ödül alabilmek’ için ya Kürt olmak ya da Kürt meselesine Kürtler gibi, daha doğrusu Batılılar gibi bakmak şart değildi. Yaşar Ağabey’in bir 1 Mayıs mitinginde sırtında Mehmet’le bize kendi kökeniyle ilgili anlattığı şeylerin gerçek dışı olduğunu kimse düşündüremez bana…
Malezya’dan fırsatçı atak!
Tam diyecektim ki, “İşte fırsatı! Malezya şu sıra Türkiye’de reklam yapmayacak da ne zaman yapak!..” Bir de baktım, biraz ‘aceleye gelmiş’, biraz ‘yalapşap hazırlanmış’ izlenimi yaratan bir reklam, gazete sayfalarını süslemeye başladı… Sevgili Celal Metin’den uzun uzun dinlediğim Malezya’ya bir kez daha şapka çıkardım…
Sonra da sordum kendi kendi mi; en azından kazan – kazan durumu tesis etmek adına Türkiye Malezya ve diğer ilgili ülkelerde reklam kampanyasına başlamış mıdır?
Ne dersiniz?