Terbiyeden irfana giden yol...
03 EYLÜL 2011
Sağlığında tanışmamız nasip olmadı… Ancak Kemal Tahir’in dost çevresindekilerden bazılarını çok yakından tanıyabilme şansını yakaladım… Dostlarının altını özellikle çizdiği bir hasleti beni çok etkilemiş; her daim yolumu aydınlatan bir ışık olmuştur…
Uzağa gitmeye gerek yok, o haslet, büyük romancının kahramanlarının tümünün ortak özelliğidir…
Kemal Tahir, bireysel zaaf gösteren ya da en ufacık bir saygı sınırını zorlayan davranışına tanık olduğu biriyle, istediği kadar o şahıs ağzıyla kuş tutup bilginin jonklörlüğünü yapsın, yakın ilişki içine girmezmiş.
Yalan söylemek, onun bunun arkasından konuşmak gibi zaaflar bir yana, diyelim ki, kalabalıkça bir toplantıda masaya konulan bir tabak kuruyemişe herkesten önce ve de üstelik avuçlayarak hamleden birine, “canı çekmiştir” falan diye hoşgörü ile bakmaz, bilgi birikimine aldırmadan, ilgi alanının dışına çıkarırmış o zat-ı muhteremi. Yanıldığı da görülmemiş.
***
‘Davranış bozukluğuymuş’ gibi ortaya çıkan defolar, insani zayıflıklar, kompleksler, Kemal Tahir’e göre buzdağının suyunun üstünde kalan kısmıydı… Bir gün hayat insanı ‘o noktaya’ getirdiğinde, veya başka bir ifadeyle hayati karar anlarında, sonucu önemli derecede olumsuz yönde etkileyecek, özellikle çevresine zarar verecek ‘tutumların’ tümünün gizlendiği, alttaki o büyük ‘gövdeye’ işaret ediyordu…
Sonradan edinilmesi neredeyse imkânsız olan “aile terbiyesi”nden nasipsiz hareketlerin bütünü için aynı çözümleme söz konusu olabilir aslında.
***
‘Beğendiğim’ ancak, bir türlü ‘sevemediğim’ yönetmen Darren Aronofsky’nin Venedik Film Festivali’nde herkesi sessizliğe gömen tuhaf esprisini gazeteden okurken bir kez daha andım Kemal Tahir’i...
Aranofsky sahneden, George Clooney’e şöyle seslenmiş:
“Hey George! Geçen yıl senin oturduğun koltukta ben oturuyordum. Çişim geldi ve tutamayarak işedim. Neyse ki salonu yenilemişler; yoksa sidikli koltukta oturacaktın...”
“Bir Rüya İçin Ağıt” (Requiem for a Dream) ya da Oscarlı filmi “Siyah Kuğu” (Black Swan)... Aranofsky’nın bu “sulu” ya da “gevşek” esprisi, Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki Sinema Muhabbetleri’mizde “Yönetmen bu filmde ne diyor?” diye sorduğum o klasik soruyu bile olumsuz etkileyebilecek kadar geniş bir kapsama alanına yayılabilir... Ya da kendime ‘Beğenip sevmemekte ne kadar haklıymışsın’ türünden narsistçe tespitler yapmama neden olacak kadar…
O nedenle salonun buz kesmiş olmasına hiç şaşmamak gerek…
***
Terbiyeden irfana giden bir yol olduğu malumdur.
Rahmetli Kemal Tahir, sanıyorum bu yoldan sapanlara karşı kendince bir önlem, bir tür savunma mekanizması, ‘insan perhizi’ uygulaması geliştirmiş olmalı.
Bu insan perhizi meselesi, hayatın her alanında her döneminde işe yarayabilir… Ahmet Hakan ile Şahan Gökbakar’ın arasındaki, polemikten çok didişmeyi çağrıştıran atışmanın özü de yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir ortamın içine düşmektedir…
Recep İvedik filmleri bir ticari başarı mıdır? Başarıdır… Kimse inkâr edemez… Ahmet de etmiyor zaten. Ahmet ne diyor? Mizah anlayışıyla, sergilenen mizahın özü ile mutabık değilim, diyor… Cevap?.. Hakaret!.. Aşağılama!..
Peki, olaya iletişim işleyişi açısından bakalım mı? Kim kazançlı çıktı bu polemikten, kim kaybetti?.. En kazançlı çıkan hiç şüphesiz, Ahmet Hakan’ın “Onun adıyla yan yana getirmek Cem’e hakaret olur” dediği Cem Yılmaz olmuştur… Şahan Bey kısa vadede geniş bir medya görünürlüğü elde etmiş olsa da, algı tortusu olarak geriye olumsuz bir ‘tutum’ kalacaktır… Oysa Şahan Bey’in Recep İvedik gibi davranmasına, ya da öyle davranıyormuş algısı yaratmasına (buzdağının üst tarafı) hiç gerek yoktu…
Şahan Gökbakar gibi bir ticari dehanın bu tür gereksiz ‘çıkışlara’ ihtiyacının ‘artık’ kalmadığını bilmesi gerekmez mi?..
Uzağa gitmeye gerek yok, o haslet, büyük romancının kahramanlarının tümünün ortak özelliğidir…
Kemal Tahir, bireysel zaaf gösteren ya da en ufacık bir saygı sınırını zorlayan davranışına tanık olduğu biriyle, istediği kadar o şahıs ağzıyla kuş tutup bilginin jonklörlüğünü yapsın, yakın ilişki içine girmezmiş.
Yalan söylemek, onun bunun arkasından konuşmak gibi zaaflar bir yana, diyelim ki, kalabalıkça bir toplantıda masaya konulan bir tabak kuruyemişe herkesten önce ve de üstelik avuçlayarak hamleden birine, “canı çekmiştir” falan diye hoşgörü ile bakmaz, bilgi birikimine aldırmadan, ilgi alanının dışına çıkarırmış o zat-ı muhteremi. Yanıldığı da görülmemiş.
***
‘Davranış bozukluğuymuş’ gibi ortaya çıkan defolar, insani zayıflıklar, kompleksler, Kemal Tahir’e göre buzdağının suyunun üstünde kalan kısmıydı… Bir gün hayat insanı ‘o noktaya’ getirdiğinde, veya başka bir ifadeyle hayati karar anlarında, sonucu önemli derecede olumsuz yönde etkileyecek, özellikle çevresine zarar verecek ‘tutumların’ tümünün gizlendiği, alttaki o büyük ‘gövdeye’ işaret ediyordu…
Sonradan edinilmesi neredeyse imkânsız olan “aile terbiyesi”nden nasipsiz hareketlerin bütünü için aynı çözümleme söz konusu olabilir aslında.
***
‘Beğendiğim’ ancak, bir türlü ‘sevemediğim’ yönetmen Darren Aronofsky’nin Venedik Film Festivali’nde herkesi sessizliğe gömen tuhaf esprisini gazeteden okurken bir kez daha andım Kemal Tahir’i...
Aranofsky sahneden, George Clooney’e şöyle seslenmiş:
“Hey George! Geçen yıl senin oturduğun koltukta ben oturuyordum. Çişim geldi ve tutamayarak işedim. Neyse ki salonu yenilemişler; yoksa sidikli koltukta oturacaktın...”
“Bir Rüya İçin Ağıt” (Requiem for a Dream) ya da Oscarlı filmi “Siyah Kuğu” (Black Swan)... Aranofsky’nın bu “sulu” ya da “gevşek” esprisi, Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki Sinema Muhabbetleri’mizde “Yönetmen bu filmde ne diyor?” diye sorduğum o klasik soruyu bile olumsuz etkileyebilecek kadar geniş bir kapsama alanına yayılabilir... Ya da kendime ‘Beğenip sevmemekte ne kadar haklıymışsın’ türünden narsistçe tespitler yapmama neden olacak kadar…
O nedenle salonun buz kesmiş olmasına hiç şaşmamak gerek…
***
Terbiyeden irfana giden bir yol olduğu malumdur.
Rahmetli Kemal Tahir, sanıyorum bu yoldan sapanlara karşı kendince bir önlem, bir tür savunma mekanizması, ‘insan perhizi’ uygulaması geliştirmiş olmalı.
Bu insan perhizi meselesi, hayatın her alanında her döneminde işe yarayabilir… Ahmet Hakan ile Şahan Gökbakar’ın arasındaki, polemikten çok didişmeyi çağrıştıran atışmanın özü de yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir ortamın içine düşmektedir…
Recep İvedik filmleri bir ticari başarı mıdır? Başarıdır… Kimse inkâr edemez… Ahmet de etmiyor zaten. Ahmet ne diyor? Mizah anlayışıyla, sergilenen mizahın özü ile mutabık değilim, diyor… Cevap?.. Hakaret!.. Aşağılama!..
Peki, olaya iletişim işleyişi açısından bakalım mı? Kim kazançlı çıktı bu polemikten, kim kaybetti?.. En kazançlı çıkan hiç şüphesiz, Ahmet Hakan’ın “Onun adıyla yan yana getirmek Cem’e hakaret olur” dediği Cem Yılmaz olmuştur… Şahan Bey kısa vadede geniş bir medya görünürlüğü elde etmiş olsa da, algı tortusu olarak geriye olumsuz bir ‘tutum’ kalacaktır… Oysa Şahan Bey’in Recep İvedik gibi davranmasına, ya da öyle davranıyormuş algısı yaratmasına (buzdağının üst tarafı) hiç gerek yoktu…
Şahan Gökbakar gibi bir ticari dehanın bu tür gereksiz ‘çıkışlara’ ihtiyacının ‘artık’ kalmadığını bilmesi gerekmez mi?..