TL bir marka meselesidir
02 MART 2012
Türk Lirası’nın taşıdığı pek çok anlamın içinde bir tanesinin özel bir yeri var. Gündelik hayatın içinde sözcük olarak kullanılırken bu para biriminin aslında bir ‘marka’ olduğunun ne kadar farkındayız? Yeterince farkında olmadığımız için de ‘TL Markası’nın arkasında yatan düşüncenin de kavranması kolay değildir. Çünkü ‘Marka’, kapitalizmin zihinleri en zorlayıcı, yönetilmesi en karmaşık, en sofistike ürünüdür… Soyuttur çünkü… İtibar gibi son derece soyut, fakat ticari sonuçları bir o kadar da net görülebilen, bu yüzden de küçük burjuvaların asla kavrayamadıkları bir ‘kıymettir’…
“Değişimin değişmeyen en önemli öğesi değişime karşı gösterilen dirençtir” lafını kim söylemişse, tam da 12’den vurmuştur. Boğaza ilk köprü yapılırken, “Buraya değil Zap Suyu’na yapın!” diye tepinen münafıklarla, her gelişmeyi Danıştay’dan ‘bozdurmaya’ otomatik ayarlı ‘müzmin karşı çıkıcılar’ arasında hiçbir fark yoktur.
Türk Lirası’nın simgesine de öyle karşı çıkacaklardır… Bir işe yaramayacaktır, ama yine de doğaları gereği karşı çıkacaklardır. Sıfırların atılmasına da karşı çıkmışlardı, sağlık sistemindeki reformlara da, bürokratik oligarşiye karşı verilen savaşa da… Beşiktaş’ın Çarşı takımından tek fakat en önemli farkları, “Kendilerine karşı çıkmayışlarıdır.”
Yok, Temel Reis’in kolundaki dövmeyi çağrıştırıyormuş. Hayır, Haç işaretine gönderme yapıyormuş. Bu arada Japonca bilmem ne demekmiş. Yuvarlak ve eğik çizgiler arasında paralellik yokmuş. Herkes kolayca ve aklına ilk geleni yazacak. İstisnasız her şeyin ilacı olan ‘zaman’la TL markasının amblemini de bağırlarına basacaklardır.
Türk bayrağındaki ay yıldızın neyi simgelediğini hangi yabancı ülke biliyor? Bizimkiler ne kadar biliyor.
Bütün bunları bir tarafa bırakıp, bu işi bir ‘marka meselesi’ olarak ele almak lazım. Türk Lirası’nın marka değeri zaman içinde oluşmuştur. Sıfırların atılması ve YTL’ye geçiş, arkasından Y’nin de kaldırılması bu sürecin başlangıcıydı. Şimdi bugün konuştuğumuz simge meselesini Türk Lirası’nın yaşadığı bu itibar süreci içinde değerlendirmek gerekir.
Bu iş bir marka çalışması gerektirir. Merkez Bankası’nın önümüzdeki günlerde marka yönetimi iradesi göstermesi beklenmelidir. Daha önce de başarıyla yürüttüğü değişim yönetimini bugün de aynı başarıyla yöneteceğine inanmamak için bir neden yok.
Türk Lirası simgesinin yaygınlaştırılması için başta, bazı noktalarda mecburi kılınması gerekebilir. Örneğin bankaların işlem süreçlerinde kullanımı mecbur kılmak mümkün olabilir. Eğitim kurumlarında ve SPK’ya bağlı tüm kurumlarda ivedilikle kullanımı sağlanabilir. Kritik nokta, uluslararası düzeyde bunu yerleştirmek olacaktır. Topyekun bir lansman çalışması gerektirir.
Ahmet Ertegün İngiliz miydi?
Dünkü gazetelerde vardı. Hem de övünülecek bir şeymiş gibi ‘büyük’ ifadelerle… Atlantic Records şirketinin kurucusu Ahmet Ertegün’ün eşi Mica Ertegün, Oxford Üniversitesi’nin Beşeri Bilimler Bölümü Lisansüstü Eğitim Burs Programı için 72 milyonluk bir bağışta bulunmuş. Bu miktar Oxford’un bu bölümüne tarihinde verilmiş en büyük bağışmış...
Ne var bunda? Hiçbir şey yok. Para Mica Hanım’ım. Dilediği yere dilediği bağışı yapar. Sorun bağışı, Türklerin bir jesti gibi gösterenlerde. Avrupa’da yetişmiş aslan gibi Alman olduğunu söyleyen Türk kökenli Alman futbolcularını Türkmüş gibi göstermeye çalışanların, dünyaya karşı eksiklenmeyi adet haline getirmelerinde. Özetle bizim aşağılık kompleksimizde…
Türkiye’de onca üniversite dururken çok ihtiyacı varmış gibi Oxford’a ‘yardım elini’ uzatmak, besbelli ki kimselerin karışamayacağı özel bir karardır. Ancak sonrasında bunu Türk medyasına Türklerin büyük bir iletişim zaferiymiş gibi satmak ise ayrı bir ‘kusurlu’ hareket… Belki de rahmetli Ahmet Bey İngilizdi, ya da Oxford’a çok özel bir vefa borcu vardı. Bilemeyiz... Eşi de onun için tercihini Türk değil İngiliz Üniversitelerinden yana kullanmış olabilir. Helali hoş olsun. Yalnız bunu bana ‘Türklerin zaferi’ gibi satmaya çalışmasınlar yeter…
“Değişimin değişmeyen en önemli öğesi değişime karşı gösterilen dirençtir” lafını kim söylemişse, tam da 12’den vurmuştur. Boğaza ilk köprü yapılırken, “Buraya değil Zap Suyu’na yapın!” diye tepinen münafıklarla, her gelişmeyi Danıştay’dan ‘bozdurmaya’ otomatik ayarlı ‘müzmin karşı çıkıcılar’ arasında hiçbir fark yoktur.
Türk Lirası’nın simgesine de öyle karşı çıkacaklardır… Bir işe yaramayacaktır, ama yine de doğaları gereği karşı çıkacaklardır. Sıfırların atılmasına da karşı çıkmışlardı, sağlık sistemindeki reformlara da, bürokratik oligarşiye karşı verilen savaşa da… Beşiktaş’ın Çarşı takımından tek fakat en önemli farkları, “Kendilerine karşı çıkmayışlarıdır.”
Yok, Temel Reis’in kolundaki dövmeyi çağrıştırıyormuş. Hayır, Haç işaretine gönderme yapıyormuş. Bu arada Japonca bilmem ne demekmiş. Yuvarlak ve eğik çizgiler arasında paralellik yokmuş. Herkes kolayca ve aklına ilk geleni yazacak. İstisnasız her şeyin ilacı olan ‘zaman’la TL markasının amblemini de bağırlarına basacaklardır.
Türk bayrağındaki ay yıldızın neyi simgelediğini hangi yabancı ülke biliyor? Bizimkiler ne kadar biliyor.
Bütün bunları bir tarafa bırakıp, bu işi bir ‘marka meselesi’ olarak ele almak lazım. Türk Lirası’nın marka değeri zaman içinde oluşmuştur. Sıfırların atılması ve YTL’ye geçiş, arkasından Y’nin de kaldırılması bu sürecin başlangıcıydı. Şimdi bugün konuştuğumuz simge meselesini Türk Lirası’nın yaşadığı bu itibar süreci içinde değerlendirmek gerekir.
Bu iş bir marka çalışması gerektirir. Merkez Bankası’nın önümüzdeki günlerde marka yönetimi iradesi göstermesi beklenmelidir. Daha önce de başarıyla yürüttüğü değişim yönetimini bugün de aynı başarıyla yöneteceğine inanmamak için bir neden yok.
Türk Lirası simgesinin yaygınlaştırılması için başta, bazı noktalarda mecburi kılınması gerekebilir. Örneğin bankaların işlem süreçlerinde kullanımı mecbur kılmak mümkün olabilir. Eğitim kurumlarında ve SPK’ya bağlı tüm kurumlarda ivedilikle kullanımı sağlanabilir. Kritik nokta, uluslararası düzeyde bunu yerleştirmek olacaktır. Topyekun bir lansman çalışması gerektirir.
Ahmet Ertegün İngiliz miydi?
Dünkü gazetelerde vardı. Hem de övünülecek bir şeymiş gibi ‘büyük’ ifadelerle… Atlantic Records şirketinin kurucusu Ahmet Ertegün’ün eşi Mica Ertegün, Oxford Üniversitesi’nin Beşeri Bilimler Bölümü Lisansüstü Eğitim Burs Programı için 72 milyonluk bir bağışta bulunmuş. Bu miktar Oxford’un bu bölümüne tarihinde verilmiş en büyük bağışmış...
Ne var bunda? Hiçbir şey yok. Para Mica Hanım’ım. Dilediği yere dilediği bağışı yapar. Sorun bağışı, Türklerin bir jesti gibi gösterenlerde. Avrupa’da yetişmiş aslan gibi Alman olduğunu söyleyen Türk kökenli Alman futbolcularını Türkmüş gibi göstermeye çalışanların, dünyaya karşı eksiklenmeyi adet haline getirmelerinde. Özetle bizim aşağılık kompleksimizde…
Türkiye’de onca üniversite dururken çok ihtiyacı varmış gibi Oxford’a ‘yardım elini’ uzatmak, besbelli ki kimselerin karışamayacağı özel bir karardır. Ancak sonrasında bunu Türk medyasına Türklerin büyük bir iletişim zaferiymiş gibi satmak ise ayrı bir ‘kusurlu’ hareket… Belki de rahmetli Ahmet Bey İngilizdi, ya da Oxford’a çok özel bir vefa borcu vardı. Bilemeyiz... Eşi de onun için tercihini Türk değil İngiliz Üniversitelerinden yana kullanmış olabilir. Helali hoş olsun. Yalnız bunu bana ‘Türklerin zaferi’ gibi satmaya çalışmasınlar yeter…